Ceren Damar cinayeti: Cinsiyetçilik, piyasalaşma, nefret

12.01.2019 - 13:24
Can Irmak Özinanır
Haberi paylaş

Ankara’da bulunan Çankaya Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi Ceren Damar, kopya çektiği için hakkında tutanak tuttuğu bir öğrencisinin bıçağı ve kurşunlarıyla hayatını kaybetti. Üniversite yönetimleri hemen sıraya girerek “menfur” saldırıyı “kınadı”. Politikacılar da geç kalmadı, İbrahim Kalın, “komşusunun kızı” olduğunu söylediği Ceren Damar’ın öldürülmesinin ardından bir mesaj yayınladı. Çankaya Üniversitesi’nde eğitime bir gün ara verildi, bazı rektörler ve politikacıların da katılımıyla cenaze töreni yapıldı. Üniversitelerden “kınamak” dışında bir ses yükselmedi, tüm üniversitelerde gündelik hayat devam etti. Ceren Damar cinayeti münferit bir vaka olarak gösterilmeye çalışıldı. YÖK Başkanı Yekta Saraç, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yla görüşerek üniversitelerde şiddeti engellemek üzere ortak bir komisyon kurmaya karar verdi.

Güvencesizleştirilen araştırma görevlileri

Oysa başta YÖK ve hükümet olmak üzere cinayeti kınamak üzere sıraya girenlerin pek çoğu Ceren Damar’ın öldürülmesine yol açan atmosferin yaratıcıları. Ceren Damar’ın öldürülmesine giden sürecin çok boyutu var: rekabet kültürü, özel olarak kışkırtılan akademisyen düşmanlığı, ihbarcı yetiştiren politik ortam gibi...

Başta vakıf üniversiteleri olmak üzere giderek piyasalaşan üniversiteler YÖK eliyle yaratıldı. Üniversitelerde güvencesizlik yaygınlaştırıldı. Akademik düzeyde bu güvencesizlikten en çok etkilenenler akademik hiyerarşinin en alt katmanında yer alan araştırma görevlileri oldu. Kamuda borçlandırmaya dayalı Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP), çalışmayı öğrencilik süresiyle sınırlayan 50/d gibi maddelerle araştırma görevlileri ses çıkaramaz hâle getirilmeye çalışılırken, vakıf üniversitesi adı verilen ancak aslında tamamen ticarî kurumlar olan ve fiilen özel üniversite olarak işleyen üniversitelerdeki araştırma görevlileri son derece düşük ücretlerle üniversitenin pek çok işini yüklenmek zorunda kalan ve tepelerinde her zaman “sözleşme uzatmama” aracılığıyla işten atılma kılıcı sallanan çalışanlar hâline getirildiler. Bugün aynı güvencesizleşme süreci kamu üniversitelerinde norm kadro adı verilen uygulama aracılığıyla işletiliyor. Öğrencilerin müşteri olarak görülmeye başlandığı akademik sistemde bunun anlamı araştırma görevlilerinin hiyerarşik olarak hem üstlerini, hem de ‘müşteri’ olan öğrencilerini memnun etmeye dönük imkansız bir çaba sarf ederken bir yandan da akademik üretim yapmaya çalışmaları oldu.

Kadınlar iki kere ezildiler

Bu süreç araştırma görevlilerinin gerek öğrenciler gerek hocalar gözünde değersizleşmesine sebep olurken kadın araştırma görevlileri bunu çok daha yoğun yaşadılar. Tamamen kırılgan hâle getirilen kadın çalışanlar, işlerini yapmaya çalıştıklarında erkek öğrencilerin aşağılamalarına zaman zamansa tehditlerine maruz kaldılar. Üniversite yönetimleri çoğu zaman bu tehditlere kulak asmadı, geçiştirdi. Cinsiyetçilik üzerine kurulu düzen akademik hiyerarşinin daha üst basamaklarında olan çoğu öğretim üyesinin, dekanların ve rektörlerin de işine geldi. Sessizliğe mahkûm edilen araştırma görevlileri hoca veya öğrenci tacizleriyle karşı karşıya kalırken, cinsiyetçilik mobbingi de kolaylaştırdı.

Hükümet tarafından kadınlara dönük yapılan açıklamalar, eşitsizliği ‘fıtrat’ üzerinden meşrulaştıran argümanlar, kadın cinayetlerinde ‘iyi hâl’ indirimleri ve cezasızlık kadınların ezilmesini arttırırken, cinsiyetçiliğin yaygın bir kabul görmesinde etkili oldu.

Kadın asistanların yaşadıkları yeni değil. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak görev yaparken bir akademik kurulda piyasacı dekanımız bize araştırma görevliliğinin sabah 9, akşam 5 bir iş olduğu yönünde nutuklar çektiği ve elbette herkesten fazla sınav sorumluluğu olan araştırma görevlilerinin sınavlarda yeterince dikkatli olmadığını anlattığı bir akademik kurul toplantısında cinsiyet eşitliği konusunda görece daha güvenli bir yer olan, pek çok feminist akademisyeni bünyesinde barındıran fakültemizde kadın asistan arkadaşlar arka arkaya söz alarak sınavlarda başlarına gelenleri anlatmışlardı: Tehditkar sözler edenler, tacizler, en hafifinden ciddiye almayanlar vs. Henüz birkaç dakika önce asistanların işlerini doğru dürüst yapmadığından yakınan ve meşhur laf salatası nutuklarından birini atmakta olan dekanın mırın kırın ettiğini ve bu konuda hiçbir adım atmadığını, onun yerine sınava geç kalan veya herhangi bir sebeple kaçıran asistanlardan ifade istemekle uğraştığını ise utançla hatırlıyorum.

Akademisyenlere dönük nefret

Hükümetin başını çektiği bazı kesimler tarafından akademisyenlere yöneltilen nefret de üniversitelerdeki şiddetin önünü açıyor. ‘Akademisyenlerin kanlarıyla duş alacağını’ söyleyen Sedat Peker’in sözleri ifade özgürlüğü sayılırken, barış istedikleri bir bildiriye imza atan yüzlerce akademisyen KHK’lar ile ihraç edildi, 2 bine yakın akademisyen bu bildiri sebebiyle yargılanıyor ve ceza alıyor. 

Cumhurbaşkanı akademisyenler hakkında “karanlık”, “sözde akademisyenler” gibi sözler kullanırken şu anda YÖK Başkanı ile komisyon oluşturacak olan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu henüz birkaç gün önce akademisyen Baskın Oran hakkında bir yazısından dolayı “sözlerini alçakça kurgulayan bir uşak” dedi.

Çankaya Üniversitesi’nde eskiden asistanlık yapmış biri Ceren Damar’ın ölümünün ardından ülkücü öğrencilerin tehditleri yüzünden işe gidemediğini ve istifa etmek zorunda olduğunu anlattı. Bu, Çankaya Üniversitesi ile kısıtlı bir durum değil. Hacettepe Üniversitesi’nde ülkücüler tarafından öğretim elemanlarının 70’lerde ülkücü faşistler tarafından öldürülen öğretim elemanı Cavit Orhan Tütengil hatırlatılarak “Sonunuz onun gibi olur” diye tehdit edildiği günler henüz birkaç yıl önceydi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi önünde Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne doğrulttuğu bir silahla poz veren “öğrenci” hakkında hiçbir işlem yapılmamıştı oysa hayatlarında hiçbir silahla teması olmamış akademisyenler önce “teröre destek olmakla” suçlandı, daha sonra ise önemli bir kısmı KHK listelerine eklenerek ihraç edildi. Düzce Üniversitesi’nde, Konya Selçuk Üniversitesi’nde, Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde ve burada sayamayacağım sayısız üniverisitede öğretim elemanları tehdit edildi, şiddete maruz bırakıldı, kampüsü veya kimi zaman şehri terk etmek zorunda bırakıldı. Çukurova Üniversitesi’nde barış bildirisi imzacısı Mehmet Fatih Traş, dersleri elinden alınınca intihar etti.

İhbarcılık, günümüz akademisinin ayrılmaz bir parçası hâline getirildi. Birbirlerini ihbar eden meslektaşlar, akademisyenleri KHK listelerine yazdıran dekanlar, rektörler, bir sınavda “rakibinin” önüne geçmek için meslektaşı hakkında “terörist” diye ihbarda bulunan asistanlar… Pek çok üniversitede öğretim elemanları, öğrencilerin BİMER ve CİMER’e ihbarları sebebiyle derste konuşmaya korkar hâle gelmiş durumda. Bu ihbarcı iklimin sonucunu henüz Nisan ayında bir araştırma görevlisinin okula gelerek 4 akademisyeni öldürdüğü Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde görmüştük.

Üniversitelerin ölüm ilanı

Çankaya Üniversitesi, Damar’ın ardından yayımladığı açıklamada şiddet ortamını ‘uzlaşmacı idealist eğitimcilerin’ bitireceğini söyledi, sonradan gelen tepkiler üzerine açıklamayı değiştiren üniversite verdiği ölüm ilanında ise hükümet ve devlet erkânına teşekkürlerini sıraladı. 

Bir araştırma görevlisinin kopya çeken bir öğrenciye müdahale ettiği için öldürüldüğü, akademisyenlerin, öğrencilerin birbirlerini ihbar ettiği, öğretim elemanlarının da öğrencilerin de rekabet için sokulduğu ve söz söylemeye korktuğu bir yerde nasıl bilim üretiliyor olabilir, kim işini gerçekten yapıyor olabilir ki? Bir üniversitenin bir mensubunun öldürülmesinin ardından verdiği ilanı “devlet büyüklerine” yaranma fırsatına çevirdiği bir yerde gerçekten üniversitenin varlığından söz edilebilir mi?

Bu ilan Ceren Damar’ın değil üniversitelerin ölüm ilanıdır. Üniversite hiçbir zaman çok matah bir yer olmadı ama içinde eleştirel düşünceye kapı aralayan boşluklar vardı çünkü akademik üretim için buna mecbur hissediliyordu. İktidarın üniversiteler üzerindeki baskılarına ses çıkarmayan hatta ses çıkaranları “aman huzurumuz kaçmasın” diyerek susturmaya çalışan hocalar, yöneticiler genellikle “kurumu koruyalım” argümanını kullanırlar. Bu argüman üniversitedeki görece özgür ortamın ses çıkarılmadığı takdirde sürdürülebileceği yönündeki saçma bir iddiaya dayanır. Onlar “kurumu korudukça” üniversitenin içi boşalır, ses çıkaranlar atılır, dersler yapılamaz hâle gelir ve maalesef Ceren Damar örneğinde görüldüğü gibi bazen ölümler olur. Ortada korunacak bir kurum değil, içinde bin bir çeşit rezaletin döndüğü duvarlar vardır. Türkiye’de üniversite piyasalaşmanın, cinsiyetçiliğin, baskıların cenderesinde can vermiştir.

Bunun anlamı hâlen üniversitede çalışmaya devam eden pek çok değerli bilim insanının bu kurumları terk etmesi gerektiği değildir elbette. Ancak üniversite öldüyse, yeni bir anlayışla üniversiteyi içeride ve dışarıda yeniden inşa etmek gerekir. Çok da makul olmayan eski üniversiteye ağıt yakmanın bir anlamı yok, var olan “kurumlara” karşı bir alternatifi kolektif bir şekilde yaratmak lazım. Ceren Damar’lara, Mehmet Fatih Traş’lara ağıt yakmak ise çok önemli. Sessizlik kurumları değilse de insanları öldürüyor çünkü…

Can Irmak Özinanır

([email protected])

Bültene kayıt ol