Sınırlar ötesi

02.03.2015 - 12:29
Ferhat Kentel
Haberi paylaş

Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da, yazarı olmaktan büyük keyif duyduğum Bas Haber’in Diyarbakır şubesinin açılışı vesilesiyle düzenlenen “Sykes-Picot anlaşması ve Kürdistan’ın geleceği” başlıklı konferansa katıldım. Bu vesileyle emperyalist kuvvetlerin şekillendirdiği, Kürdistan’ı yok sayan bir modeli konuştuk.

Bu köşede daha önce kapitalizmin ürünü olarak ulus-devletin tarihi bir gerçeklik olmanın ötesinde teorik ve ideolojik olarak ne kadar çok sorunlu bir kurgu olduğuna dair yazılar yazdım. Bu görüşümü halen muhafaza ediyorum. Ancak bu Diyarbakır ziyaretim, dostlarla, anlattıklarıma en sert eleştirileri getiren ve “ezen ulus milliyetçiliğine karşı ezilen ulus milliyetçiliğinin ilericiliğini” anlatan genç arkadaşlarla yaptığım sohbetlerle bana epey zihinsel faaliyet yaptırdı.

Önce unutmayalım; bölgenin sınırlarının oluşmasında büyük rol sahibi Sykes-Picot anlaşmasının üzerinde oturuyoruz bugün hâlâ... Yani bölgede emperyalistlerin yaptığı sınırları kabul ediyoruz... Açıkçası –büyük çoğunluklar olarak- pek de sıkılmadan ve rahatsız olmadan... Birbirlerinden ve “kendi akrabalarından” koparılan ve yeni “ulus” adlarıyla tanımlanan Kürtlere pek kulak kabartmadan...

Emperyalist düzeneklerin ve kapitalist mantığın ürettiği ulus-devletler aracılığıyla Türkiye’deki Kürt ya da Arap çocukları okullarında “Türk” olduklarını; Suriye’deki Kürt ve Türk çocukları ise Suriyeli olduklarını, bir Arap ülkesinde yaşadıklarını bir kutsallık dairesi içinde öğrendiler. Bütün bu çocuklar, okul sınıflarının duvarlarındaki haritalarda kırmızı çizgilerle çevrelenmiş kutsal ülke topraklarını ezberlediler. Ulus-devleti çevreleyen kırmızı çizgiler / sınırlar gayet soyut bir kimliğin somut olarak inşa edilmesi; gözde, beyinde, kalpte canlandırılması için en önemli araçlar oldu. Varlığına inanılan sınırlar, “hudut namustur” gibi ataerkil ideolojinin kadın bedenine atfettiği kutsallığı taşıyan sloganlarla sahiplenildi. “Bir avuç toprak için” dökülen söylevler ve verilen mücadeleyle de sadece “bilinen bir bilgi” değil; “yaşanan bir duygu” da üretildi.

Ortadoğu’da uluslar “oluşurken”, güçlü nüfusa sahip olan etnik gruplar dışında ulus-devleti olmayan tek grup Kürtler oldu. Kürt çocukları ancak büyüdükçe girdikleri “yasadışı” dairelerde “Büyük Kürdistan” rüyasıyla tanıştılar.

Gerçekliğin yanısıra bu tahayyül ya da fiili bir durum farklı dozlarda uzun zamandır var...

28 Aralık 2011 akşamı TSK’ya bağlı savaş uçaklarının Roboski’de bombalayarak öldürdüğü 34 insan “kaçakçılık” yapan Kürtlerdi. Ve bölgede yaşayan birçok Kürt gibi tarihi olarak bağlarını sürdürdükleri akrabalarıyla ilişkilerini sürdürüyorlardı ve ulus-devletin “kaçakçılık” adı altında yasadışı ilan ettiği söz konusu faaliyet de aslında bir bölgenin kendi içindeki “doğal” ticari faaliyetlerdi.

Öte yandan, Kobane’nin IŞİD tarafından işgali Türkiye Kürdistan’ında da hayatî denilebilecek bir hassasiyet yarattı. Türkiye’de “kırmızı sınır çizgileri” Hatay – Hakkari hattında ilk defa hem fiziksel hem de sembolik ya da tahayyül düzeyinde delik deşik oldu ve ilk defa dört parçaya bölünmüş Kürt halkının arasındaki zihinsel birlik görünür oldu.

Resmi sınırlar ötesinde de bulunan ve genelleşen / “uluslaşan” bir Kürt kimliğinin parçalarından birinin almış olduğu “yara” karşısında –beğensek de beğenmesek de- bedenin vermiş olduğu tepki yapay sınırların ötesindeki bağların gücüne dair önemli ipucu verdi.

Ve IŞİD’li elemanlar, Suriyeli mülteciler ya da Kobane’yle dayanışmak için illegal yollardan, dikenli telleri ya da mayınlı arazileri aşarak girip çıkanlar, devletler arasındaki sınırların ciddiyetini bozdular; tersyüz ettiler.

Bugün Kürt kamusal alanı eskiye oranla çok daha fazla çok sesli ve çoğul... Ve sadece son 35 yıldır değil, 100 yıldır barışa susamış bir halkın vermiş olduğu mücadele açısından baktığımız zaman, sürecin ucunun çok açık olduğunu bilmekte yarar var.

Ferhat Kentel

[email protected]

(BasNews)

Bültene kayıt ol