Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin (DSİP) düzenlediği, solun ve antikapitalistlerin en geniş tartışma platformu Marksizm 2021’in ikinci toplantısı, “Yeni bir çözüm süreci mümkün mü?” başlığı ile 27 Mayıs akşamı yapıldı. Toplantılar 30 Mayıs'a kadar devam edecek.
Toplantıda Yeniden TV’den gazeteci Ayşegül Doğan, Araştırmacı Reha Ruhavioğlu ve DSİP’ten Ozan Tekin konuştu.
Ozan Tekin konuşmasında şunları söyledi:
Marksizm’in ikinci gününde Türkiye siyasetinde hem tarihsel olarak hem de bugün hâlâ en önemli yeri tutan sorulardan birine yanıt arıyoruz. “Yeni bir barış süreci mümkün mü?” diye tartışmaya, bugün olduğumuz duruma nasıl geldiğimizi hatırlayarak başlamakta fayda var.
Zira AKP’nin erken yıllarında, Türkiye’de Kürt sorununa çözümle ilgili önemlice gelişmeler oldu. Kürt halkının on yıllar boyu verdiği mücadele, artık bu konunun inkârını imkânsız hâle getirdi. Meşhur ifadeyle Kürt “realitesi” tanınmıştı. Bu Türkiye’deki egemen sınıf siyasetçilerin ifadelerinde de yankı bulmaya başlamıştı. Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da yaptığı konuşmada Kürt sorununu kendi sorunu olarak tanımlamış, devletin hatalarıyla yüzleşmenin gerekliliğinden bahsetmişti. Ateşkes ve görüşmelerle geçen dönemlerin ardından 2009’da demokratik açılım gündeme geldi. Habur’dan girişler oldu. Bu süreç akamete uğradı, 2011’de tekrar çatışmalar başladı. 2013’ün başında ise bizzat Abdullah Öcalan’ın muhatap alındığı, İmralı’ya gidip gelen heyetlerle yürütülen “çözüm süreci” başladı. Burada devlet, Kürt hareketinin liderliğiyle müzakere etmeye başladığını ilan ediyordu.
Çözüm süreciyle ilgili nelerin eksik veya yanlış yapıldığı uzun bir tartışma. Fakat 2015 ortasında bu sürecin bitirilmesi, manzaranın şu veya bu noktasındaki bir anlaşmazlıktan ziyade, devlet açısından daha genel bir yönelimi temsil ediyordu. Suriye Devrimi’yle birlikte Esad’a karşı başlayan ayaklanmanın yarattığı siyasi ortamda, bu ülkede yaşayan Kürtler kendi kaderlerini tayin etmek için adımlar attılar. Rojava’daki gelişmeler, Türkiye egemen sınıfını bir bütün olarak kaygılandırmaya başladı. Erdoğan, IŞİD’in Kobane’den kovulmasının ardından bir gazeteciye açık açık söylemişti: “Biz yeni bir Irak olsun istemiyoruz. Nedir bu? Kuzey Irak… Şimdi de Kuzey Suriye doğsun! Bunu kabullenmemiz mümkün değil.” AKP lideri 2007 yılında da Barzani liderliğindeki Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi için aynı şeyi söylemişti. Fakat daha sonradan burasıyla müttefiklik ilişkileri geliştirdi, resmi ziyaretler yapıldı, bu bölgenin bayrağı resmi görüşmelerde yer aldı. Ancak Suriye’de aynı durumun tekrarı, üstelik bu kez Türkiye’de güçlü olan Kürt siyasetiyle gerçekleşebilirdi. Bu kabul edilemezdi.
Erdoğan, Akif Beki ile aynı röportajında, Ocak 2015’te, çözüm sürecinin kaderinin sandıkta belli olacağını söylüyordu. Eğer millet HDP’yi %10’un altında bırakırsa, bu hükümete “çözüm sürecine devam et” mesajı olacaktı. Fakat böyle olmadı. Tam aksine, HDP, Kürt hareketinin geleneksel oyunun neredeyse iki katını alarak, %13 ile barajı paramparça ederek meclise girdi. AKP ise %40’ta kalarak hükümet kuramaz hâle gelmişti. Zaten 2014 yılı sonunda, Kobâne ile dayanışma için yapılan eylemlerin sonunda başlayan şiddet sarmalı, hükümetteki ilk kırılmayı yaratmıştı. Ve 2015’in Temmuz ayında çözüm süreci resmi olarak bitirildi.
Burada şunu söylemek lazım: Çözüm sürecinin bitirilmesi, egemen sınıfın ve devletin tüm kanatlarının birlikte davrandığı, Türkiye devletinin “beka kaygısı” sorununun ortaya çıktığını söylemeye başladıkları, dolayısıyla her şeyin “yerli ve milli” olması gerektiğinin söylendiği bir dönemi beraberinde getirdi. Bu dönemin ruhu, AKP’nin önce Ergenekon-Balyoz gibi davalarda yargılanmış eski devletin unsurlarıyla, 15 Temmuz sonrasında ise MHP ile ittifak yapmasını beraberinde getiriyordu. Bu ittifaka Perinçek gibi başka milliyetçi unsurlar da katıldı. Darbe girişiminin arkasından OHAL ile baskıcı bir yönetim kuruldu, ancak bu yönetim aynı zamanda 2015 yılı ortasında değiştirilen makası, bölgesel siyasette Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt oluşumunun kurulmasını en tehlikeli gelişme olarak değerlendiren yönelimi ifade ediyordu. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Afrin gibi operasyonlarla Türkiye buraya doğrudan askeri müdahalelerde bulundu. Diğer yandan Suriye’de Esad’ın baş destekçisi Rusya ile anlaşmalar yaptı. Hem Rusya hem ABD ile ilişkiler geliştirerek, ikisine de karşılıklı tavizler vererek, Rojava’da bir yönetimin oluşmasını engellemek için tüm imkânlarını seferber etti.
Bu politikanın içerdeki karşılığı ise HDP ve ona destek veren herkese yoğun bir baskı uygulamak anlamına geliyordu. Kürt siyasetçilerin tutuklanması Türkiye siyasetinde yeni bir şey değil; yine bu kez Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ başta olmak üzere liderlik kadrosunun büyük bir çoğunluğu hapse atıldı. Bu dalga bugün Türkiye’deki tüm haksızlığa uğrayanların hakkını canla başla savunan Ömer Faruk Gergerlioğlu’na kadar uzandı. Tabii burada, HDP kitlesini paralize etmeyi, seçim sürecinin dışına itmeyi hedefleyen bir bakış da var. Hem yerli-milli “beka sorunu” anlatısı dahilinde toplum teyakkuzda tutuluyor hem de %10’luk bir kitlenin etkisiz hâle getirilmesi çabası var, çünkü başkanlık sisteminde kazanmak için %50+1 oy almak gerekiyor. Bunun dışında Kürtlerin seçimlerle kazandığı belediye başkanlığı koltuklarına el konuldu, bir daha seçim kazandılar, yine kayyumlar atandı. Yoğun bir milliyetçilik siyasi atmosferi belirler hâle geldi. Bu ortamda Türkiye içinde seyahat eden Kürtler, bir parkta Kürtçe şarkı söyleyenler, Kürt inşaat işçileri çeşitli gerekçelerle saldırıya uğrayabilir hâle geldi.
Bugün artık anadilde eğitimin gerekliliği, Kürtlerin uğradıkları ayrımcılıkların sona ermesi gerektiği, Kürtlerin siyaset yapma ve temsil edilme hakkı gibi birçok başlık, neredeyse konuşulmuyor bile. Erdoğan’a göre Kürt sorunu bitti, yalnızca “terör” sorunu kaldı. Böylelikle Erdoğan, Kürt sorununu PKK’nin varlığına indirgeyen geleneksel devlet anlayışını yeniden üretmeye başladı. Fakat burada da şöyle bir açmaz devreye giriyor: Erdoğan’ın PKK ile ilişkili olduğunu söylediği HDP, görüyoruz ki hâlâ oy oranlarını aşağı yukarı koruyor. Yani sorun öyle bitmiş değil, Kürt halkının geniş bir kesimi, Batı’da demokrasi ve özgürlük isteyenler hâlâ gidip sandıkta bu siyasal hareketi tercih ediyorlar. Bu yıl yapılan Newroz gösterilerinde görüyoruz ki, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, Kürt siyasi hareketi gücünü büyük oranda koruyor. Kürt halkı Newrozların kitleselliğiyle, barış için mücadeleden vazgeçmeyeceğini ortaya koymuş oldu.
“Yeni bir barış süreci mümkün mü?” sorusuna “mümkün” diye yanıt verebilmemizi sağlayan iki gelişme var. Birincisi, Kürt halkının ortaya koyduğu bu irade. AKP’nin ortağı faşist MHP’nin bir sözcüsü, HDP’yi “itlaf edilmesi gereken haşere sürüsü” olarak tanımlamıştı. Ancak 6 milyon seçmenin, aileleriyle birlikte 10 milyon kişinin yok edilmesi pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla bu, Kürt sorununun var olduğunu ve siyasi çözümlere ulaştırılması gerektiğini gösteriyor. Bir diğer göstergeyse şu: AKP-devlet-MHP arasında kurulan ittifak, Kürt sorunuyla ilgili gelişmelerden dolayı olmasa da geriliyor. Yani Kürt sorununda mevcut politikayı uygulayan iktidar büyük bir siyasi krizde. Bunun yarattığı sonuçlar otomatikman Kürt sorununda yeni gelişmeleri beraberinde getirecek diye bir öngörü olamaz, ancak barış isteyenlerin sesini yükseltebileceği, yerli milli bloka karşı muhalefetin böylesi bir tonda inşa edilebileceği bir zemin mümkün.
Şunu aklımızda tutmamız gerekiyor: Yeni bir çözüm veya barış süreci, Türkiye’de yaşayan herkes açısından son derece gerekli. Milliyetçilik, her yerde olduğu gibi burada da, işçi sınıfını patronların düzenine bağlayan en önemli egemen sınıf fikri. Ve işçi sınıfının kendi bağımsız mücadelesini, kendi sınıf çıkarlarını savunan bir hareketi inşa edebilmesi için, Türk milliyetçisi fikirlerle hesaplaşmak son derece önemli. Bunun farklı farklı ayakları var; göçmen düşmanlığına karşı mücadele, 1915’le yüzleşme... Ama en önemli sac ayaklarından birisi de Kürt sorunu. Türkiye’de yaşayan tüm işçilerin çıkarları, Kürtlerle eşitlik temelinde bir kardeşliğin kurulmasından geçiyor. Biz bu yüzden Kürt halkının barış talebinin, Türkiye’nin batısına uzattığı elin havada kalmaması gerektiğini savunuyoruz.
Bir yandan da bu eğer bir gerçekliğe dönüşecekse, muhalefet saflarında bir önceki çözüm süreciyle ilgili yapılan hataların, alınan hatalı tutumların da muhasebesini yapmak zorundayız. 2015’ten beri barış sürecinin kaybedilmesinin yarattığı ciddi zararı görüyoruz. Çözüm süreci varken, özellikle solda birçokları bu süreci desteklemiyor, Kürt hareketine “AKP ile başkanlık karşılığında anlaşma” eleştirileri yapıyordu. Demokrasi olmadan barış olmaz diyenler vardı. Çözüm masasını AKP’nin basitçe bir oyunu olarak görenler vardı. CHP-MHP gibi milliyetçi muhalefet odakları ise bunun direkt vatana ihanet olduğunu söylüyorlardı. CHP konuyu bu gerekçeyle Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Perinçekçiler birçok şehirde süreci anlatmak için düzenlenen akil insanlar toplantılarını bastılar. Oysa çözüm süreci varken Batı’da yaşayan sosyalistlere, demokratlara düşen, bu sürecin Kürt halkının kazanımlarıyla sonuçlanması için mücadele etmek üzere geniş ve kitlesel bir barış hareketi inşa etmekti. Bir işyerinde grev yaparsınız, patronu kovup fabrikayı işgal edecek gücünüz yoksa sendika oturur işverenle pazarlık eder, işçiler için en iyi hakları elde etmeye çalışır. Bunun yolu da işçilerin sendika liderlerine aşağıdan basınç uygulamasından geçer. Benzer bir şey Kürt sorunu için de geçerliydi. AKP’den bağımsız, ona basınç yapmayı hedefleyen bir kamuoyu inşa etmek lazımdı. Bunun yerine sol da dahil birçokları çözüm sürecine yönelik milliyetçi karşıtlığa kapıldılar. Sözcü gazetesi tipi muhalefetin değirmenine su taşıyan pozisyonlar benimsediler.
Oysa çözüm süreci, Türkiye’de demokratikleşmenin çok önemli bir unsuruydu. Kürt sorunu çözülmeden kaldığı sürece şiddet, resmi ideoloji, milliyetçilik, yaygınlaşan anti demokratik uygulamalar, siyasal demokrasinin alanının daraltılması gibi hadiseler hayatımızın bir parçası olmaya devam ediyor, edecek. Barış ihtimali güçlenseydi ve bir aşamada neticelenseydi, diğer antidemokratik gelişmeleri paralelde yürütmek zorlaşacaktı. Türkiye’de çözüm süreci başladıktan birkaç ay sonra, AKP’ye karşı en kitlesel ve sivil direniş hareketi, Gezi protestoları patlak verdi. Çözüm sürecini desteklemek, Kürt halkının lehine desteklemek ve barışı savunmak, hiçbir şekilde AKP’ye destek anlamını taşımıyordu. Bu fırsat kaçırıldı.
Lenin der ki, yarım devrim yapanlar kendi mezarlarını kazarlar. Bunu Arap Baharı’nda gördük. Mısır ve Suriye başta olmak üzere birçok ülkede, karşıdevrim, dünyayı değiştirmek isteyenlerden intikamını çok şiddetli bir şekilde alıyor. Kürt sorununda da barış sürecinin hatıraları devlet açısından benzer bir durumda. Hepsini silmek, yok etmek istiyorlar. O günlerde devletin bilgisi dahilinde, onun onayıyla Kandil’e ve İmralı’ya giden heyetler şimdi bu faaliyetleri dolayısıyla yargılanıyor. AKP kendi kurmayları ve devlet görevlileri için bunu engelleyen bir yasa çıkarmıştı. Ancak milliyetçi muhalefetin öğeleri zaman zaman hükümeti buradan tehdit etmeyi de ihmal etmiyorlar. Devletin sahipleri için böylesi bir müzakere ve çözüm masasının bir daha asla gündeme gelmemesi son derece önemli.
Burada barışı savunanlara çok önemli bir görev düşüyor. Maalesef “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin” anlayışı muhalefet içerisinde her zaman popüler bir fikir oldu. Bu gerekçeyle Ekmeleddin İhsanoğlu gibi isimlere destek imaları yapıldı. Ekmeleddin İhsanoğlu bugün MHP’de. “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin” diye muhalefetteki her tür arızayı sineye çekmek, aslında iktidar değişse bile yeni gelecek olanlara baştan teslim olmak anlamına geliyor. AKP’yi göndermek için kurulan ittifak girişimlerine HDP’nin alınmamasına yönelik özel çaba, hükümetin “HDP ile birleşiyorlar” saldırısına etkili bir yanıt verilememesi, barış ihtimalini azaltıcı bir rol oynuyor. 2018 genel seçimlerinde HDP resmi olarak Millet İttifakı’nın bir parçası değildi. 2019 yerel seçimlerinde yine üstü örtük bir ittifak yapıldı. Şimdi Dursun Çiçek’in HDP’den vekil olabilir lafları tartışılıyor, yine İyi Parti ve CHP’nin çeşitli kanatlarından huzursuzluk sesleri gelecektir. Biz bugün AKP-MHP gidip yerine CHP-İyi Parti ittifakı gelirse onlara karşı da mücadele edeceğiz. Çabalayacağımız şeylerden biri de Kürt sorununa adaletli ve barışçıl bir çözüm olacak. Dolayısıyla, İyi Parti gibi “Afrin’e neden girdin demiyoruz, bugüne kadar neden girmedin diyoruz” diyenlerle, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına anayasaya aykırı olduğunu bilerek Evet diyen CHP ile birlikte yürümek çare değil.
Türkiye’de muazzam bir çürüme, yolsuzluk ve mafya düzeni var. Son günlerde yaşanan gelişmelerde bunları bir kez daha çıplak bir şekilde görüyoruz. Buna karşı öfkelenen kesimler ise hayli geniş. Boğaziçi öğrencilerinin direnişi, kadınların eylemleri, LGBTİ+ların görünürlük mücadelesi, çeşitli yerlerde patlak veren grevler, çoklu baro yasasına karşı duran avukatlar, pandemiye karşı en önde savaşmalarına karşın hiçe sayılan sağlık emekçileri, belediyelerine kayyum atanan Kürtler, emeklilikte yaşa takılanlar, yoksulluk nedeniyle isyan edenler... Biz, bütün bu öfkeli kesimleri işçi sınıfının etrafında birleştiren, iki milliyetçi koalisyona karşı solun ve özgürlük isteyenlerin sesini yükselten bir cephenin, bunu inşa edecek bir antikapitalist blokun kurulmasını savunuyoruz. Elbette ki böylesi bir blokun inşası için en önemli faktörlerden biri barış. 2013’te çözüm süreci başladığında buna toplumsal desteğin %70 olduğu yazılıp çiziliyordu. Elbette yıllardır süren milliyetçi-ırkçı propagandaların ardından bunun yerinde durduğunu söylemek mümkün değil. Ama o zaman verilen destek, bunu yeniden inşa etmenin olanaklar dahilinde olduğu konusunda bize umut vermeli. Biz böylesi bir barış hareketini yaratabilirsek bu hem mevcut iktidar sahiplerine hem de ona talip olanlara en güçlü mesaj olacaktır.
Yeni bir çözüm süreci için iktidarda kim varsa ondan talep etmemiz gereken adımlar var:
Öncelikle HDP üzerindeki tüm baskılara son verilmesi. Haksızca hapis yatırılan vekillerin ve aktivistlerin salıverilmesi. Kayyum gibi demokratik hakları yok eden uygulamalara son verilmesi. HDP’nin kriminalize edilme girişimlerinin sona erdirilmesi.
İkincisi, sorunun muhataplarıyla yeniden diyalog sürecinin başlatılması. Bu elbette en başta İmralı’daki Abdullah Öcalan’la görüşmelerin yeniden başlatılması demektir.
Bir üçüncüsü, olası bir sürecin daha sağlıklı yürütülebilmesi için şeffaflığın en azından bir ölçüde sağlanması. Dolmabahçe’de 28 Şubat 2015’te okunan benzer bir metnin ve yol haritasının çıkarılması, ancak yapılması planlananların somut bir takvime bağlanması. Silahlar ne zaman ve nasıl bırakılacak? Dağdan inmesi planlanan insanların hukuki durumu ne olacak? Siyasi hayata geçiş nasıl düzenlenecek? Hangi yasalar değişecek? Hangi alanda yeni yasalar çıkarılacak? Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlere yönelik Türkiye devletinin tutumu ne olacak? Bütün bunlarda uzlaşmanın hangi zeminde olacağı netçe tarif edilmeli.
Dolayısıyla, Türkiye’nin batısında mücadele eden sosyalistlere düşen görev, bunların tüm açıklığıyla konuşulabileceği bir çözüm ve barış ortamını yaratmak için gerekli siyasi atmosferin tesis edilmesini sağlamaktır. Bu da Türk milliyetçiliğine karşı amansız bir mücadeledir. Maalesef sosyalistlerin bir kısmı HDP listelerinde yer kapma yarışına giriyor, hatta HDP’nin seçmen gücüyle seçilip sonra ayrılıp kendi partisini kuranlar var. Kürt halkının yanında olmak, mücadelesine destek olmak, barış için çabalamak bu değil. Biz Türkiye işçi sınıfı içerisinde barışı savunan kitlesel bir hareket inşa etmeliyiz. Bu toplantının başlığındaki soruya olumlu yanıt verebilmenin yegâne yolu budur.
Ayşegül Doğan konuşmasında özetle şunları söyledi:
Zor olsa da barış için çalışmak çok önemli.
Kürt meselesi askeri operasyonlar dışında gündemden düşmüş gibi. Ama gerçek böyle değil. Kürt meselesi artık iç ve dış politikanın kesişim yerinde, sürekli kendini hatırlatıyor. Sorun çok yakıcı. G.Afrika ve diğer bazı ülkelerde edindiğim tecrübe, barış gelinceye kadar barışı talep etmekten vaz geçmemeliyiz.
Kürt meselesinde Çözüm arayışları 90’lı yıllarda başladı, 93 ateşkesi soruna çözüm bulunması amacıyla yapıldı. 2008-2009’da Oslo süreci gerçekleşti.
2013-2015 çözüm süreci üzerine çok konuşuldu, ama pek çok bilinmeyeni var. Süreç Erdoğan tarafından alenileştirildi, ama yine de bilinmeyenleri çok fazla. BU dönemden geriye kalan olumlu bir husus var. Türkiye’de de çatışma süreçleri çözümü için bir birikim oluştu. Bundan sonraki her hangi bir süreçte bu yaşananlar bir rehber olabilir.
Barış fikrini toplumsallaştırmak önemli. Diyalog dönemlerinde can kayıpları durur. Konuşma imkânı artar. Şimdiki korku ikliminde konuşamamak, fikir beyan edememek, tartışamamak, etkinlik organize edememek, konudan uzaklaşmaya, bedellerin artmasına yol açıyor.
2013-15 arasında fikir beyan edenlerin bir kısmına sonra çeşitli davalar açıldı, milletvekillikleri düşürüldü. Çatışmaların sürdüğü ülkelerde, paramiliter yapılar oluşur, hareketlenir. İHD’nin verilerine göre Çözüm Süreci sonrası 5 binden fazla kişi öldü, 2015’ten Temmuz 2020’ye kadar. Çözüm sürecinin kaybettirdikleri çok, işkenceler yeniden ortaya çıktı, kaybetmeler ortaya çıktı, antidemokratik uygulamalar arttı.
Çözüm fikri toplum tarafından olumlu bulundu, toplumsal destek arttı. Uzmanlar şunu özellikle belirtiyorlar: Diyalog arayışları devam ettiğinde, en olmaması gereken şey seçim, referandum gibi uygulamalar yapılması. Bunlar toplumu ayrıştırır deniyor.
Çözüm olmazsa ne olacağını sonrasındaki süreçte gördük. Muhalefetin demokrasi alanını genişletme hedefinde Kürt meselesi en önemli konu. Her zaman çözümü, barışı istemeliyiz. Barışı oluşturmanın kendisi bir süreç. Barışı inşa etmek sabır ister. Kesintiye uğradığı zamanları yeniden başlama dönemi olarak görmek gerekir.
30 sene önce Kürt meselesi neredeydi, şimdi nerede. Her diyalog önemli. Kürt meselesi sadece Kürtlerin meselesi değil. Hepimizin meselesi.
Reha Ruhavioğlu konuşmasında özetle şunları söyledi:
Çözüm süreci öncesi çeşitli tecrübeler yaşandı, Oslo, Habur. 2013’te çözüm süreci başladığında Arap Baharı Suriye’yi etkisi altına almıştı. Türkiye çözüm sürecine muhtemelen bu ortamda Kürtleri kendi tarafına çekme niyeti ile girdi.
Ancak tam da o sıralarda Gezi olayları oldu ve hükümetin idare tarzı değişti. Sonrasında bir süre daha çözüm süreci devam etti ama bir yandan da kalekollar yapılıyordu. Tam o dönemde Dolmabahçe görüşmesi yapıldı, iyi bir şeyler olacak derken, kısa süre sonra çözüm süreci bitti. 7 Haziran seçimlerinde hükümet tek başına idare etme yeteneğini kaybetti.
Sonrasında iki polis öldürüldü, Suruç katliamı yaşandı, şehir savaşları başladı, büyük bir insani ve siyasi kriz ortaya çıktı. Son on yılda ilk kez Kürtler bu kadar yoğun bir şiddet gördüler, aynı zamanda Kürt hareketinin silahlı kanadına büyük bir güvensizlik yaşadılar, yaşanan şiddet ortamından rahatsız oldular
Çözüm süreci şeffaf değildi, yol haritası bilinmiyordu, mimarisi yoktu. Rojava gibi bir dış etken vardı, Fetullahçılar süreci bozmaya çalışıyorlardı.
15 Temmuz darbe girişimi ülkenin de hükümetin de kimyasını bozdu. Hükümet Fetullahçıların bu girişimine karşı daha şeffaf ve demokratik olabilirdi, ya da otoriterleşmeyi seçebilirdi, ikincisini seçti. Ağustosta Suriye’ye askeri olarak girdi. Sonrasında teknolojik üstünlüğünü de kullanarak PKK’ye karşı önemli başarılar kazandı.
Bu arada milliyetçilik kalıcı olarak hayatımıza girdi. AKP’nin destekçisi olan Kürtler dışlandılar. Sivil siyaset hem PKK, hem de hükümet tarafından etkisizleştirildi. Hükümet silahlı aktörle mücadeleyi daha önemli buldu.
Hükümetin ve bazı çevrelerin öne sürdüğü, Kürt sorununa ayrı, terör sorununa ayrı yaklaşıyoruz tavrı gerçekçi değildir. Mesela Kürdistan referandumuna karşı, aynı PKK’ye alınan tavır benzeri, şiddet içerikli tepkiler gösterildi.
Askeri olarak PKK’nin yenildiği söylenen dönemlerde Kürtlerin hak ve hürriyetleri de azaltıldı. Demek ki Kürt sorunu eşittir PKK sorunu algısı devlette de yerleşik.
Hükümet sadece silahla bu sorunu çözemez. Ama hala “çözerse, bu sorunu Erdoğan çözer” diyen bir kesim var. MHP ve Kürtler nasıl bir araya gelecek o da büyük bir sorun. Birbirlerini karşılıklı tehdit olarak görüyorlar.
Rojava uluslararası arenada epeyce meşru bir durumda. Mazlum Kobani ile daha da meşrulaştı, PKK’den ayrı bir çizgi izler gibi bir durumları var.
HDP Öcalan ile ayrı düşebiliyor. Demirtaş’ın yükselen bir liderliği var. Ama Erdoğan ile çok hasım oldular. HDP’nin başında çatışma çözümünde uzman Mithat Sancar var.
Bugünkü iktidar denklemi içinde Demirtaş ile Sancar’ın yaklaşımları farklılaşır. HDP kendi pazarlık gücünü azaltıyor. AKP’ye asla gitmem dedikçe, HDP muhalefete mecbur gibi kalıyor. Bu muhalefete kazandırıyor, ama HDP’ye o kadar da kazandırmıyor.
Yeni bir çözüm sürecine herkesin ihtiyacı var. Ama bugünkü şartlarda mümkün değil. Herkes iktidarı ile muhalefeti bu meselenin masada çözüleceğini biliyor. Bunu yapmamak, hayatlarımızdan gereksiz çalınması demektir. Gündelik kısa vadeli kazançlar, uzun vadede iyiliğe tercih edilmelidir.
Soru cevap bölümü
Reha Ruhavioğlu: Kendi etrafımızdaki, etki alanlarımızdaki insanları etkilemeliyiz, bize benzemeyen insanların kulaklarının bize dönmesini nasıl sağlarız, bunu düşünmeliyiz. Çabalar, durum uygun olduğunda bir bütüne dönüşür. 2012’deki çözüm süreci de böyle başladı. Uluslararası şartlar, ülke içi koşullar uygun oldu, çözüm süreci başladı. Şimdi de bunun için çabalamalıyız.
İlginç videolar çekmek, hükümeti protesto etmek, hükümetten taleplerde bulunmak, bildiri dağıtmak, konu komşu ile temasa geçmek, bütün bunlar yapılması gerekenler, yapılanlar.
Sivil siyaseti öne alan, silahı uzak tutan bir demokratik müzakere süreci için neler söyleyebiliriz.
Hafıza Merkezi ve Barış Vakfı ile birlikte, Kürt meselesi ile ilgilenen tarafların katıldığı çeşitli bölgesel toplantılar yaptık. Malatya’da pek çok grubun katılımı ile toplantı yaptık. Taraflar birbirlerini suçlamaya başladı, bu da normal. Sonra İslami STK’larla yaptık. Gayet verimli oldu.
Kürt meselesi bugün uygulanan askeri yöntemlerle değil diğer yöntemlerle, masada, sivil tarafların anlaşması ile çözülecek.
Ayşegül Doğan: Barış hepimize dokunuyor, cebimize, özgürlüğümüze, seyahat hakkımıza dokunuyor.
Toplumsal dinamikler açısından muhalefete şunu söyledi. Artık kimse bu meseleye kayıtsız kalamaz. Seçimlerde örneğin, Kürt seçmenin oyu ne olacak, kimi HDP üzerinden tartışıyor. Demokrasi güçleri için, barış talebi, barışın nasıl ortaya koyulduğu önemli. Reçete yok, ama Kürt meselesi ortada. Kürtler 90lı yıllarda var olduklarını anlatmaya çalışıyorlardı, şimdi durum bu konunun çok ötesine geçti.
Çözüm sürecine geçmişte siyaset hazırlıksız yakalandı. Muhalefet değersizleştirmeye çalıştı. İktidarın dili sorunluydu, muhalefetin de tutumu hatalıydı. Bütün bunların tartışılması için çatışmasızlık olması gerekmiyor. Özellikle muhalefet doğru çizgiye gelmeli. Değişim talep edenlerin daha fazla sesi çıkmalı.
Ozan Tekin: Barış günlerine hazırlanmak için, en zor günlerde barışı konuşuyoruz,. Bu önemli ve değerli.
Ortak fotoğraf çektiren Çakıcı, Ağar, Alan ve Eken, çözüm süreci günlerinde yargılanıp mahkum olmuşlardı. Şimdi ise muteber kişiler.
Zonguldak eyleminde, Tekel eyleminde işçiler halkların kardeşliği sloganları atıyorlardı. Çatışmanın sürmesi, eğitime, sağlığa ayrılması gereken paranın silaha harcanması demektir. İşçi sınıfı Kürt meselesinde milliyetçiliğe karşı çıkmadan, barışı savunmadan, kendi haklarını da alamaz.
Muhalefetteki İYİP sürekli HDP’yi suçluyor, CHP’de çok farklı değil, çözüm sürecini mahkemeye taşımıştı. CHP çözüm için umut veren bir durumda değil. Hükümet ise muhalefeti bölmek için sürekli HDP üzerine oynuyor, muhalefet de buna razı oluyor.
HDP seçimlerde destek konusunu çok önemsiz hale getiriyor, daha güçlü pazarlık yapabilmeli. Anadilde eğitim, siyasi katılım gibi konularda muhalefeti zorlamalı. AKP’li Hüseyin Çelik, şunu demişti “ya bu sorunu çözeriz, ya biz çözülürüz.” Kürt sorununu çözemediler, kendileri çözülüyorlar.
Sosyalistlerin, demokratların görevi, çözüm için ortam hazırlamak,
DSİP çözüme en kararlı desteği veren partidir. Çözüm sürecinde çözüme evet mitingleri yaptık. Herkesi bu eylemlere kattık. Bugün de aynı noktadayız. Barış isteyen herkesle birlikte olmaya devam edeceğiz.