Sanayi ve finans sermayesini elinde bulunduran burjuvazi, 18. yy’dan itibaren siyasi olarak da güçlenmeye başlamış, Kuzey Amerika ve Britanya’da devlet aygıtını istediği şekilde yönetebilir hâle gelmişti. Ancak Kıta Avrupa’sında siyasi iktidarı elinde bulunduran toprak sahibi sınıf hâlâ burjuvazinin sermaye birikimini yoğunlaştırmasının ve yeni pazarları zapt etmesinin önünde engel teşkil ediyordu.
1789 yılında, Avrupa kıtasında burjuvazinin en fazla geliştiği yerde patlak veren burjuva devrimi tarihin akışını değiştirerek feodalizmin “kapitalizmin önündeki bariyer” olma vasfını yitirmesine yol açmıştı. Fransız burjuvazisi feodalizme karşı mücadelesinde “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganı ile halkın bütün ezilen kesimlerinin desteğini almış, ancak iktidarı ele geçirdiği andan itibaren çok kısa bir süre içerisinde devrime sırtını dönmüştü. 1794’te kendi içlerindeki radikal demokrasi yanlılarını (Jakobenleri) tasfiye ettikten sonra “eski zamanların tortusunu” tekrar su yüzüne çıkaran burjuvalar halkçı söylemi terk ederek yeniden soyluluğun gölgesi altına sığınmışlardı. Bu durum feodal gericiliğin 1815’te yeniden siyasi iktidarı ele geçirmesine yol açmış, ancak burjuvazi hiç bir şekilde ekonomik iktidarını kaybetmemişti.
1794 ve 1815 karşı devrimleri Avrupa kıtasında feodalizmin ömrünü uzatmıştı, ancak burjuvazi siyasi iktidarı paylaştığı (Fransa, Almanya ve Belçika) veya henüz siyasi bir güç olma vasfına erişemediği (Rusya, Avusturya) yerlerde bile kendisi için gerekli olan yasal haklara artık sahipti. Gerici feodalizm ile yapılan bu işbirliği altında burjuvazi kendi iktidarına giden yolu tahkim ederken monarşilerin sopası ezilen sınıfların sırtında patlıyordu. Ama işçi sınıfının tek derdi siyasi baskı değildi. Britanya’da kömür madeni yakınlarına kurulan fabrika kentleri etrafında şekillenen sanayi devrimi, birleşik gelişim yasası uyarınca bütün Avrupa’ya yayılmaya başlamıştı. Bu yeni sermaye birikim sürecinde, patronlar kârlarını bir önceki döneme göre 30 ile 50 kat arasında arttırırken, yoğun makineleşmeye eşlik eden (çocuk ve kadın emeği de dahil) günde on beş saatlere varan çalışma süreleri ile işçiler iyice perişan olmaya başlamıştı. Kalan zamanlarını şehirlerin pislik içindeki bölgelerinde çok zor şartlar altında tüketen işçilerde hem otokrasiye, hem de patronlara karşı yoğun bir öfke birikiyordu.
İşçilerin bu öfkesi başlangıçta makinelere yönelse de gelişen sınıf bilinci 1820’li yıllarda ilk sendikaları ortaya çıkardı. İşçi sınıfının daha iyi çalışma şartları için verdiği mücadeleler, bir yandan burjuvazinin 1789 devriminden bu yana unuttuğu “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” vaadini yeniden hatırlatıyor ve ilk sosyalist fikirlerin ortaya çıkmasına yol açıyorken, diğer yandan sınıf mücadelesinin keskinleştiği kimi şehirlerde ayaklanmalar biçimini alıyordu. Britanya’daki 1819 Manchester, Fransa’daki 1830 Paris ve 1834 Lyon, Almanya’daki 1844 Silezya ayaklanmaları yaklaşan yeni devrimci dalganın göstergelerini oluşturuyordu.
1848 devrimleri
Fransa’da 1845 ve 1846 yıllarındaki kötü hasatlar ve ardından gelen 1847 kıtlığı halk arasında genel rahatsızlığı arttırdı. Aynı dönemde Britanya’da başlayan ekonomik kriz her yerde fabrikaların kapanmasına yol açıyordu. Art arda gelen kıtlık ve kriz ortamının işçi sınıfı ve küçük burjuvazide yarattığı öfke, tüm muhalefet kesimlerini seçim reformu sloganı etrafında bir araya topladı. Toplanma şekli halkın akşamları düzenlediği reform ziyafetleriydi, ancak bu ziyafetlerin iktidar tarafından kısıtlanması ayaklanmanın fitilini ateşledi. 22 Şubat 1848’de Paris’te toplanan işçilerin çoğunluğunu oluşturduğu kitlenin ayaklanmasından iki gün sonra 24 Şubat 1848’de Kral Louis Philippe Paris’ten kovuldu ve Fransa Cumhuriyeti ilan edildi.
Ardından 13 Mart 1848’de Viyana halkı Prens Metternich hükümetini devirdi ve prensi ülkeden kaçmak zorunda bıraktı. Ve hemen bir hafta içinde, bu defa Berlin halkı silaha sarıldı ve bir günlük savaşın ardından 18 Mart’ta Prusya kralı yenilgiyi kabul etti.
İşçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi ile tetiklenen, zaferin, barikatlarda işçi sınıfının fiili önderliği ile kazanıldığı devrimler Avrupa’nın en önemli monarşilerinin bir ay içinde diz çökmesine yol açtı. Ancak peş peşe ilan edilen anayasal cumhuriyetlerde işçi sınıfının değil, ekonomik olarak zaten iktidarda olan burjuvazinin siyasi iktidarı ortaya çıkmıştı. İşçi sınıfı içinde küçük bir azınlığı teşkil eden komünistler dışında siyasi iktidarın işçi sınıfına geçmesini savunan başka bir örgütlenme olmadığı için iktidar kolay bir şekilde burjuvaziye geçmişti. Fransa işçi sınıfı kendi durumunda bir değişiklik olmadığı için Haziran ayında bir kez daha ayaklandı, Şubat ayında yanında olan sınıflar bu sefer karşısında konumlanmıştı. Günler süren sokak çatışmaları sonunda işçiler ağır bir yenilgi aldı. Bu yenilgi Fransa’da monarşiyi geri getirmedi, tersine burjuvazinin iktidarını perçinledi, ama Almanya ve Avusturya gericiliğine ilham verdi. Tıpkı Fransa’da olduğu gibi bu iki ülkede de sanayi burjuvazisi, ekonomik kriz nedeniyle monarşi ile çıkarları çeliştiği için devrimlere destek vermişti, ancak Fransa’daki kadar güçlü değildi, işçi sınıfının devrimci gücünün ve bunun karşısında kendi güçsüzlüğünün farkındaydı. Bu ülkelerdeki sanayi burjuvazisi işçi sınıfı karşısında siyasi-ekonomik her şeyini kaybetmektense ekonomik iktidarını koruyarak siyasi iktidarı yeniden monarşi ile paylaşmayı en uygun seçenek olarak gördü ve karşı devrim örgütlenmesine katıldı. 1851 yılı geldiğinde Almanya ve Avusturya’da burjuvazinin desteği ile tekrar monarşik düzen kurulmuştu.
Komünist Manifesto: İşçi sınıfının eylem klavuzu
Britanya’da Çartist hareketin ortaya çıkmasına yol açan sınıf mücadelelerinden sonra Sanayi Devriminin yıkıcı etkilerine ve kapitalizmin vahşiliğine karşı alternatif öneriler duyulmaya başlamıştı. 1793 Anayasasının geri getirilmesini ve silahlı bir ayaklanmayı savunan Babeuf ve ardılları bir tarafta, reformcu ütopikler Robert Owen, Claude Henri ve Charles Fourier diğer tarafta daha yaşanılır bir dünya taahhülüne sahipti. 1830 Paris ayaklanmasından sonra kapitalizmin vahşiliğine alternatif olarak ileri sürülen fikirler işçi sınıfı ve radikal demokrat öğrencilerin saflarında yayılmaya başladı. 1840’lardan itibaren muhalif kesimler arasında Fransa’da Proudhon ve Almanya’da Feurbach’ın küçük burjuva sosyalizmi öne çıkıyordu. Bütün bu teorilerin ortak yanı, kitlesel işçi sınıfı eylemlerinin ardından ortaya çıkmış olmalarına rağmen merkezlerine işçi sınıfını koymamalarıydı. Siyasi mücadelelerine radikal demokrat olarak başlayan Karl Marks ve onunla 1844 yılında Paris’te tanışan Friedrich Engels’in en önemli ayırt edici özelliği işte bu noktada görülüyor. Marks ve Engels, daha monarşilerin iktidarının sürdüğü bir dönemde kapitalizmin egemen üretim biçimi haline geldiğini, görünürdeki yaygın siyasi mücadele otokrasiye karşı olsa da tarihin itici gücünün artık burjuvazi ile işçi sınıfı arasında cereyan etmekte olan sınıf savaşı olduğunu ve bu mücadele içinde işçi sınıfının tarihi ileriye taşıyacak tek devrimci sınıf olduğunu vurgulamıştır.
Marks’la birlikte bu sağlam zemine basan Engels, daha devrimler başlamamışken, Ocak 1848’de “1847 yılı, uzun bir zamandan beri kesinlikle en hareketli olanıydı. Prusya’da bir anayasa, İtalya’da siyasal yaşamda beklenmedik bir hızlı uyanış ve Avusturya’ya karşı genel bir silahlanma çağrısı, İsviçre’de bir iç savaş, İngiltere’de kesinlikle radikal bir eğilime sahip yeni bir parlamento, Fransa’da skandallar ve reform ziyafetleri, Meksika’nın Amerika Birleşik Devletleri tarafından işgal edilmesi, bunlar, son yıllarda görmediğimiz art arda gelen değişiklikler ve hareketler dizisidir.” analizini yapıyordu.
İşte bu öngörü 1848 devrimlerinin hemen arifesinde, o tarihe kadar eşi benzeri olmayan bir broşürün, işçi sınıfının bir eylem klavuzu olan Komünist Manifesto’nun yazılmasını sağladı. Burjuvazinin kendi ölümünü getirecek silahları yapmakla kalmayıp, o silahları kullanacak insanları da (proletaryayı) yarattığını, geliştikçe proletaryanın da gelişeceğini ve nihayetinde kapitalizmi yıkacağını; komünistlerin, tüm işçi sınıfının çıkarlarından ayrı bir çıkarlarının olmadığını, komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları noktanın proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde tüm proletaryanın uluslararası ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları ve burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olduğunu; proletaryanın, toplumsal bir devrimle burjuvaziyi devireceğini, kendi siyasal egemenliğini tüm üretim araçlarının devlet elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya elinde yoğunlaştırılmasında kullanacağını anlatan dört dörtlük bir klavuz bu.
Manifesto baskıya girdiğinde devrim patlamıştı, sadece teorisyen değil, aynı zamanda kararlı birer devrimci olan Manifesto’nun yazarları da barikatlarda yerlerini aldılar. İşçilerle birlikte devrime katıldılar. Birlikte zafer kazandılar, birlikte yenildiler. Yenilgiden çok önemli dersler çıkardılar, ama Manifesto’nun özüne, proletaryanın dünya devrimi ile siyasi iktidarı ele geçirme perspektifine hep sadık kaldılar.
Yazılmasının üzerinden 169 yıl geçmiş olmasına rağmen Komünist Manifesto, Lenin’in dediği gibi “.. duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını, toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi, en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak diyalektiği, sınıf savaşımın kuramını ve proletaryanın -yeni, komünist toplumun yaratıcısının- dünya tarihindeki devrimci rolünü” açıklamaya devam ediyor.
Kemal Başak