“Ama ya yaşayanlar üzerine çöken felaketlere ne diyeceğiz? İç savaşın ateş ve kanına? Devrimin sonuçları eninde sonunda verilen kurbanları haklı çıkarıyor mu? Bu teolojik ve dolayısıyla da kısır bir sorudur. Aynı şekilde, kişisel yaşamın zorlukları ve büyük acıları karşısında da ‘doğmaya değer miydi?’ denebilir. Yine de melankolik düşünceler şimdiye dek insanları ne doğrumaktan ne de doğmaktan alıkoydu. İçinde yaşadığımız hoşgörülemez felaketler çağında bile, dünyamız nüfusunun yalnızca çok küçük bir bölümü intihara başvuruyor. Oysa halklar devrimde hoşgörülemez acılara bir çıkış yolu ararlar.” (Troçki, Rus Devriminin Tarihi, Cilt 3)
Türkiye’de sol geleneğin bazı kesimleri üç temel hastalıktan muzdarip: Kemalizm, Stalinizm ve popülizm. Bugün güncel siyasetlerini belirlerken, hiçbir sol grup doğrudan Mustafa Kemal’den ya da Stalin’den alıntı yaparak yol haritasını tayin etmese de, sınıflar mücadelesini kavrayışını ve örgütlenme anlayışını, en azından politik alana seslenme biçimini belirleyen, Kemalizm ve Stalinizmin hafızlarda kök salan kavramsal cephaneliği oluyor. Popülizm, bu cephaneliğe ezilenlerden yana ama sınıflardan üstte bir bakış açısı kazandırıyor.
Hâliyle, 1970’lerde yaşamıyoruz ve değişen dünyayla, dünya algısında değişiklik yaşamak zorunda kalanların sayısı arttı. Özetle siyasal iktidarın ele geçirilmesiyle alakalı olan devrimci mücadele, kuşkusuz ki aşırı iddialı olmayı, böyle bir iddiayı sürekli kılacak bir ruh hâline sahip ve sürekli şarj olmayı sağlayacak bir kararlılığı gerektirir. Bu kararlılığa sahip çıkmakla, değişen dünyayı kavramak için gerekli olan kavramsal değişiklikleri nihai sonucuna kadar götürmek arasında bir açı var. 1970’lerde Kemalist, Stalinist ya da popülist eğilimlere sahip olanlar, önce askeri darbe, ardından Doğu Bloku’nda sosyalist olduğu iddia edilen rejimlerin çökmesiyle, devrimci kararlılıklarını destekleyecek kavramları aramaya, bir yandan sosyalizmi savunmaya ama aynı anda da savunulan sosyalizmin çöküşünü açıklamaya çalışmaya başladılar.
Bu “hummalı” çalışmaların bir aşamasında, Troçki ismi devreye girdi. Troçki, aynı anda Stalinistler, liberal hükümetler, faşistler, anarşistler ve her ülkenin gizli servisleri tarafından nefret edilen tek siyasi figür muhtemelen. Sosyalist olmamakla kalmayıp, tersine sosyalistleri, mücadeleci işçileri kelimenin tam anlamıyla doğrayan Stalinist bürokrasi, Troçki’nin fikirleri ve mücadelesinde, üzerinde yükseldiği yalanlar kalesini yıkacak olan işçi sınıfı gerçeklerini görüyordu. Bu nedenle Troçki’nin fikirleri Rusya’da yasaklandı. İnsanlık, sadece fikir yasaklayan bir sosyalist ülkeyle tanışmakla kalmadı, Stalinizmin Komünist Enternasyonal üzerindeki etkisi nedeniyle Rus bürokrasisinin çıkarlarını koruma aparatlarına dönüşen farklı ülkelerin komünist partileri de Troçki’yi yasakladı. Birkaç kuşak, Troçkizmde emperyalizmin ajanlığının, Hitler işbirlikçiliğinin ve karşı devrimciliğin ve Leninizme ihanetin cisimleşmesini görerek “solculuk” yaptı. Fakat Doğu Bloku’nun çöküş biçimi, sosyalist anavatanlardan duvarları yıkarak, birbirlerini ezerek kapitalist ülkelere kaçan işçiler, kuşaklar boyunca anlatılan reel sosyalizmlerin reel de sosyalist de olmadığını trajik bir şekilde gösterdi. Bu rejimlerin çürümüşlüğünün ilk Marksist eleştirisini yapan Troçki’nin fikirlerinin devreye girmesi kaçınılmazdı. Üstelik, Türkiye’de cılız bir gelenek olsa da Avrupa’da, özellikle İngiltere ve Fransa’da farklı Troçkist ekollerden partiler, radikal sol içinde en etkin siyasi örgütlenmelerdi ve özellikle İngiltere’de SWP, yıllardır Doğu Bloku’nun kapitalist karakterini ve çökmek zorunda olduğunu vurgulayan orijinal bir yaklaşıma sahipti.
Böylece yerleşik sosyalist inançların sarsıntı yaşadığı ve sosyalizmin tarihine dair tartışmaların küresel ana tartışma hâline geldiği koşullarda, Türkiye’de uzun süredir Stalinizm eleştirisi yapan örgütlü güçlerin de katkısıyla Troçki’nin fikirleri tartışılmaya, kitapları okunmaya başladı. Başımdan geçen bir olay, nasıl bir sol politik iklimin içinde olduğumuzu göstermesi açısından önemli. Troçki’nin Edebiyat ve Devrim kitabı çantamda, bir fotokopicide yine Troçki’nin Faşizme Karşı Mücadele kitabını çoğaltmaya çalışıyorduk. Kitabı çoğalttıktan sonra çevresinde olduğum siyasi çevrenin önde gelen üyelerinden birisiyle karşılaştığımda, elimdeki kitabı görüp “Troçki okuma, kafan karışır” demesi çok şaşırtıcıydı.
Türkiye solunun önemli bir bölümü, Milli Demokratik Devrim (MDD) tezinde anlatılanların içeriğini önemli ölçüde benimsemiş durumdaydı. MDD’ciler bir sol ekol olarak hareket etseler de, MDD’nin teorik içeriği, kof bir anti emperyalizm, milliyetçilikle ve egemen sınıfın bazı kesimleriyle uzlaşmacı bir sol yaklaşım, Kemalizmin ilericiliği klişesiyle SSCB’nin reel sosyalistliği klişesini harmanlayan teorik esin kaynağı, solun geniş kesimlerinin politik yaklaşımına ilham veriyordu. Doğu Bloku’nun çökmesi, bu varsayımların her birinin çökmesi anlamına geldi. Troçki okursa kafasının karışacağını düşünenler, dünyada yaşanan büyük değişiklikleri kafası karışık bir şekilde anlamaya çalışıyordu.
SWP’nin önder kadrosu içinde yer alan Tony Cliff’in “Stalinizm öldü-Troçki gülümsüyor” makalesi, Doğu Bloku rejimlerinin 1989-1991 yılları arasında arka arkaya yıkılmasının tarihsel, ekonomik ve politik nedenlerini kavramak için Troçki’nin 1925’lerden sonra Rusya’da inşa edilen rejime yönelik eleştirilerini kavramanın zaruri olduğunu açıklıyordu açıklamasına; ama belirgin ekolleri Stalinist-Kemalist ve popülist gelenek tarafından biçimlenen Türkiye sol geleneğinin kadrolarının bir çırpıda Troçkistleşmesi mümkün değildi. Bu nedenle iki aşamalı bir değişim süreci yaşandı: 1. Tüm önemli isimlerin, dolayısıyla Troçki ve Stalin gibi tarihsel figürlerin sosyalizm tarihinin değerleri olduğunu savunmak, 2. Troçki’nin yavaş yavaş unutulmasını beklemek.
İlk yaklaşım, çelişkili bir şekilde solun birbirinden çok farklı geleneklere yaslanan kesimlerinin üzerinde çok hızla anlaştığı bir tutum hâline gelecekti. 1990’ların başında ortaya çıkan bu eğilim, yıkılan Doğu Bloku rejimlerinin ve hem Doğu Bloku hem de Çin ve Küba gibi ülkelerde yaşananların, sosyalizmin tarihinin bir parçası, bizim değerimiz olduğunu savunmaya başladı. SSCB, Doğu Bloku ülkeleri, Çin ve Küba gibi ülkelerin tarihini, bu tarihin içinde yaşanan trajik sınıf mücadelesini kavramadan sahiplenmek, bu ülkelerin içinde egemen sınıf hâline gelen bürokratik gücün şiddet dolu tarihini sahiplenmek anlamına gelirdi. Ve geldi de.
Stalinist diktatörlüğün kurulması ve sürekliliğinin sağlanması süreci, çok kanlı bir karşı devrimin ürünü oldu. Troçki bu kanlı karşı devrimin sonucunda katledildi. Stalinist diktatörlük, yayılmacı bir emperyalist güç oldu aynı zamanda. Doğu Bloku bu güç tarafından, tıpkı 2003’te Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi gibi işgal edildi. Stalinist bürokrasi, küresel dev kapitalist devletlerle işbirliği içinde oldu. Stalinist diktatörlük, Almanya’da Nazilerin iktidara gelişine hizmet eden politikalar izledi. Stalinist diktatörlük, sendikaları, işçi haklarını, kadın özgürlüğünü yasakladı. Yahudi düşmanı despot bir rejim, Ekim devriminin tüm kazanımlarını gasbeden bürokratik odağın egemen sınıf olarak örgütlenmesinin ürünü oldu.
Bu, neden sosyalizmin ortak tarihi olmalı? “Stalin de Troçki de bizim değerlerimizdir” diyenler sadece katille kurbanı aynı kefeye koymuyor; tarihin terazisini elinde tuttuğunu sananların kibri, ne yazık ki, burjuvaziyle işçi sınıfını, egemen sınıfla ezilen sınıfı, küresel kapitalizmle rekabet etmek için örgütlenen emperyalist bir sermaye grubunun tarihiyle bu toplumun en yoksullarının tarihini eşitlemeye çalışıyor.
Tarihi silikleştirenler, Nazilerin yükselişine karşı Dimitrov’un faşizm analizleriyle Troçki’nin faşizm analizlerini de sosyalizmin ortak değerleri olarak tanıtabiliyor. Troçki ve Stalin, Troçkizm ve Stalinizm, ikisi, aynı anda bizim ortak tarihimizin değerleri değil. Bu aynı anda işçi sınıfıyla burjuvaziyi ortak değerimiz olarak görmek kadar tehlikeli. Troçki ve Stalin’i aynı anda sahiplenmeye çalışanlar, 1990’ların başında kendi kişisel ve örgütsel tarihlerini güncel gelişmelerle tutarlı kılmaya çabalıyorlardı. İlk şokun etkisi altında, o gün tarihsel gelişmelere tarafsız bir hakem gibi bakmanın anlaşılır olduğunu düşünsek de bugün ya Troçki’yi görmezden gelen ya da Troçki’nin geleneğini önemsizleştiren yaklaşım, sınıf mücadelesinin Türkiye’de başladığını ve Türkiye’de sonlanacağını sanan, işçi sınıfını uluslararası işçi mücadelesinin tarihinden, deneyimlerinden yoksun bırakmaya çalışan son derece milli bir sol geleneğin taşıyıcıları olarak öne çıkıyorlar.
Şenol Karakaş