Ebru Gökçe, 5 Mart 1871’de doğan büyük devrimci teorisyen ve aktivist Rosa Luxemburg’un fikirlerini ve bir dizi temel yaklaşımını tartışıyor.
1900’lü yıllarda Alman işçi hareketinde güçlü olan SPD içinde biri devrimci, diğeri reformist iki eğilim vardı. SPD parlamentoda daha fazla temsil edilir hale gelmişti. Bir yandan da giderek sosyalizm fikrinden uzaklaşıyordu. Rosa Luxemburg reformist kanadın liderlerinden olan Berstein’ın reformu savunan makalesine sert bir eleştiri niteliğindeki ‘Reform mu Devrim mi?’ yazısını yazdı.
Bu eserde Rosa kapitalizmin 1873’ten beri yaşananlara benzer istikrar dönemleri yaşayabileceğini ancak sistemde büyük çelişkiler ve çatışmalar yaşanacağını savundu. “Krizler kapitalist ekonominin ayrılmaz ve organik bir tezahürüdür; krizler kapitalist sisteme içkindir; çünkü kapitalizm amansızca gelişmeye ve rekabete dayalı bir sistemdir, bu krizler patlak verdiğinde fatura işçilere ve yoksullara ödetilir. Sistem düzeltilemez, ehlileştirilemez. Bu yüzden devrilmelidir” der.
Devrime giden köprü
Rosa sendikal mücadeleyi ve reformlar için savaşmayı önemli buluyor ancak bunları tek başına bir çözüm olarak görmüyordu.
“Reformlar için mücadele, devrime giden köprüdür’’ diyordu bir yandan. Bir yandan da Berstein’ın SPD içerisinde giderek yaygınlaşan; kapitalizmi yıkmak yerine ele geçirmek gerektiği, parlamenter demokrasiye yaslanmak gerektiği fikriyle mücadele ediyordu.
Berstein’ın sosyal reformlarla sosyalizme ulaşılabileceği tezi daha sonraki yıllarda Stalinizmin Rusya’da iktidara gelmesi ve devlet kapitalizmi anlayışıyla birleşerek kapitalizmin işçi sınıfının çıkarları için ıslah edilebileceği fikri sınıf içinde güçlendi.
1970’lerde kapitalizm tekrar bir krize daha girdiğinde ve kâr oranları giderek düştüğünde, işçi sınıfının kazanımlarının tekrar yok edilmeye başlandığına, refahın işçiler adına düştüğüne, neoliberal politikalarla işçi sınıfına saldırıların arttığına, eğitim ve sağlık alanında özelleştirmelerin başladığına, esnek üretim modelinin yaygınlaştığına tanık olduk.
Kapitalizmin giderek yoksulluğa sürüklediği işçi sınıfının şimdi de Covid-19 gibi salgın hastalıklarla hiçe sayıldığı, kendi kârlarını düşürmeme adına tıka basa toplu taşıma araçlarıyla işyerlerine gidip gelmek zorunda olan binlerce işçiyi sağlıksız koşullarda çalıştırıldığına, salgınla güvencesiz bir biçimde baş etmek zorunda bırakıldığına, sağlık ve eğitim sisteminin çöktüğüne, yoksullar açısından eşitsizliğin giderek arttığına tanık oluyoruz.
Bu yüzden Rosa’nın bu eserinde belirttiği gibi, yoksul kitlelerin kurtuluşu kapitalizmin ıslah edilmesiyle değil yok edilmesiyle mümkündür.
Devrimin teorisi
Rosa’nın bir diğer önemli katkısı Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar eseridir. Rosa’nın sosyal devrim mücadelesinde kitle grevlerinin etkili bir silaha dönüştüğüne dair fikirleri 1905 Rus Devrimi’nden önce şekillenmeye başlamıştı. 1905’te Rusya’da Putilov fabrikalarında 12 bin işçinin başlattığı dayanışma grevi 140 bin işçiye ulaşınca barışçıl bir yürüyüşle Kışlık Saray’a varan işçilerin üzerine çarın askerlerinin ateş açması ve yüzlerce işçinin öldürülmesinin ardından Rusya’da bir mücadele dalgası başladı. Kitlesel grevler, köylü ayaklanmaları Rus Devrimi’nin habercisiydi. 1905 Devrimi ile birlikte Rusya’da işçiler çok daha gelişmiş, sanayileşmiş ülkelere nazaran daha fazla sendikal haklar, ücretler ve kazanımlar elde ettiler. 8 saatlik çalışma hakkını kazandılar. Hepsinden önemlisi onları 1917’deki devrime götürecek özgüveni kazanmış oldular.
Rosa Rus Devrimi’ni heyecanla karşılamıştı. ‘’Rus Devrimi bugüne kadar gerçekleşen devrimler içerisinde sınıf karakteri en belirgin olan devrimdir’’ diye yazıyordu. Rosa devrimin nabzını tutmak için çarlık toprakları içinde bulunan Polonya’ya giriş yaptı. Daha sonra burada hapis cezasına çarptırıldı. Serbest bırakıldıktan sonra da Rus Devrimi’nin dersleri hakkında bir tartışma yürütmek için Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı broşürünü yazdı. Bu broşürde Rusya’daki hareketin etkilerini anlatıyordu. Şöyle diyordu: “İşçi sınıfı kapitalizmin zincirleri içinde onlarca yıl sabırla katlandığı sosyal ve ekonomik varoluşun ne kadar dayanılmaz olduğunu birdenbire ve keskin bir şekilde fark etti. Bunun üzerine kendiliğinden bir şekilde hep beraber zincirlerine asılmaya başladı.’’
Rosa modern işçi hareketini çok iyi kavramış ve broşüründe ona teorik bir şekil vermiştir. Rosa’nın “Kitle grevleri, proletaryanın her büyük devrimci mücadelesinin ilk doğal ve dürtüsel biçimidir” yorumu tarihte pek çok kez doğrulanmıştır: 1917’de Rusya’da, 1918-23’te Almanya’da, 1920’de İtalya’da, 1956’da Macaristan’da, 1936’da ve 1968’de Fransa’da, 1978-79’da İran’da, 1980’de Polonya’da ve 2011’de Mısır’da.
1905 Devrimi’nden etkilenen Almanya’daki işçiler de kitlesel grevler yapmaya başladılar. Bir kömür madenindeki işçilerin korkunç çalışma koşulları sebebiyle greve gitmeleri sendika liderleri tarafından sert bir şekilde sınırlandırıldı. Reformist sendika bürokrasisi ve SPD mücadeleye önderlik etmek yerine partinin büyümesinin önünde engel olarak gördükleri grevleri desteklemediler.
Savaş karşıtlığı
SPD’nin içindeki revizyonistler için kitle grevleri bir an önce bitip normale dönülmesi gereken tümseklerdi. Rosa içinse işçi sınıfının bilincinin kendiliğinden ifadesiydi.
SPD içindeki ayrılıklar Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam etti.
SPD’nin parlamento içindeki sandalye sayısı düşmeye başlamıştı. Bu durumu, radikal olmalarına bağlayan yaklaşımlar ortaya çıktı. Partinin önde gelen lideri Kautsky başta olmak üzere SPD liderliği emperyalizme, sömürgeciliğe ve savaşa karşı herhangi bir tutum almıyorlardı.
Bu tartışmalar gelecekte olacakların habercisiydi. 1914’te Alman parlamentosunda savaş kredileri talebi görüşüldü. Buna sadece Rosa’nın arkadaşı ve yoldaşı olan Karl Liebknecht aleyhte oy kullanarak karşı çıktı. Kautsky ise “Savaş, zamanında etkili bir silah değil, bir barış aracıdır” sözüyle savaşın gerekliliğini savunuyordu.
Alman parlamentosu Reichtag’da savaş kredileri oylanırken milyonlarca asker birbirlerini öldürmek için yola çıkmıştı.
Partinin liderliğinin ihanetine, yükselen savaş çığırtkanlığına, emperyalizme karşı mücadele eden Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Clara Zetkin, Franz Mehring, Troçki ve Lenin diğer enternasyonalist sosyalistlerle birlikte Enternasyonal içindeki savaş işbirlikçilerine karşı tartışmaya başladılar. Rosa ve yoldaşları Spartakistler Birliği’ni kurdular.
Bu sürede Rosa’ya, askerleri isyana teşvik ettiği gerekçesiyle hapis cezası verildi. Suçlanmasına neden olan konuşmasında şöyle diyordu: ‘’Eğer cinayet silahlarını Fransız ve diğer yabancı kardeşlerinize sıkmanız isteniyorsa, onlara ‘hayır, yapmayacağız!’ diye haykıralım.’’
Hapisteyken Junius takma adıyla yazıp dışarı sızdırdığı Junius broşürünü yazdı. Bu broşürde Rosa savaşın dehşetini anlatır. Aynı zamanda devrimcilere ve işçi sınıfı hareketine çağrıda bulunmayan SPD’ye sert bir şekilde saldırır. “Bu, sessiz kalma ya da savaşın bitmesini bekleme vakti değildir. İnsanlık için bir dönüm noktasıdır. Ya emperyalizmin zaferi ya da sosyalizmin zaferi! Bu dünya tarihinin ikilemi, kaçınılmaz seçimdir. Ya sosyalizm ya barbarlık! Bütün ülkelerin işçileri birbirinin elini tutup savaş kışkırtıcılarının barbar seslerini boğana kadar bu cehennem kâbusu sona ermeyecek” diyordu bu broşüründe.
Rosa’nın ‘Ya barbarlık ya sosyalizm!’ sözü, bugün de iklim krizi, pandemik ve ekolojik krizler, nükleer silahlanmalar, savaşlar, ırkçılık, sağ otoriter yönetimlerin baskıları altında ezilen kitlelere sesleniyor.
Bugün üzerinde yaşadığımız dünya Rosa’nın çok iyi kavradığı ve analiz ettiği bir dünya. Krizler, çalkantılar, istikrarsızlık, savaşlar, yoksulluk, göçmenlik, pandemi…
Kapitalizm var oldukça krizler de hep var olacak. Yoksulluk, savaşlar, iklim değişikliği, binlerce mültecinin yerini yurdunu terk edip yollara düşürmeye devam edecek. Pandemik krizlerle, yoksul emekçilerin göz göre göre ölmelerine seyirci kalacak.
Krizlerden kurtulmak ancak kapitalizmin devrilmesi ve sosyalizmin inşasıyla mümkün.
Rosa’nın da dediği gibi dünyanın önünde iki seçenek var: Ya sosyalizm ya barbarlık!,
(Sosyalist İşçi)