Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır

21.04.2020 - 16:08
Haberi paylaş

Nasıl oluyor da Ortadoğu’da IŞİD’e karşı 40 ülkenin yan yana gelerek oluşturduğu bir savaş koalisyonunu ve NATO gibi bir savaş örgütünü sol örgütler davetiye çıkarıp destekleyebiliyor? Yine nasıl oluyor da 2011 yılından itibaren Orta Doğu’da milyonlarca insanın hayatı pahasına sokağa çıkarak, grev örgütleyerek, meydan işgal ederek verdiği devrimci mücadele kimi solcu örgütler tarafından birer komplo gösterisi muamelesi görüp aşağılanabiliyor?

Nasıl oluyor da büyük yığınların sokakta verdiği radikal mücadele yerini parlamento endeksli eskimiş devlet partilerinin kirli koalisyonlarına umut bağlar hale gelebiliyor? Yığınların mücadelesine güvenmeyen ve bu mücadeleden kaçıp toplumu ve sistemi yukarıdan aşağıya yeniden tasarlamaya bel bağlayan “sosyalistler” 18. yüzyıldan beri komplocu, elitist, planlamacı, ütopyacı, ikameci fikirlerle işçi sınıfı ile burjuvazinin tarihsel düşmanlığında hep sol gösterip sağ vurdular. 

Çoğunluğun hareketi

Bugün yeni gibi görünen çoğu fikir aslında kapitalizmin kendisi kadar eski. Ezilenlerin kurtuluşunu çelik çekirdek gerilla gruplarına, güçlü devletlerin ordularına, reformist partilere ya da eğitimli devlet bürokratlarına havale eden siyasi çizgiyle işçi sınıfının eylemliliğini teorisinin merkezine alan Marksizm hep mücadele halinde oldu. Hal Draper’in Sosyalizmin İki Ruhu (1966) broşüründe aşağıdan sosyalizm olarak isimlendirdiği gelenek bugün de doğru bir perspektife sahip olmanın tek yolu. Aşağıdan sosyalizm kavramı özgürlük ve demokrasi tartışmalarında bir etiketten çok daha fazlası. Modern kapitalizmin yarattığı çelişkilere verilen 200 yıllık tepkiler içinden devrimci olan çizgiye ait mücadele anlayışının özeti. Bu anlayışın temelinde Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da belirttiği gibi dönüşümün merkezinde işçi sınıfının eylemliliğinin kendisinin olması yatıyor. Kurtarıcıların, teknokratların, elitist otokratların, orta-sınıf “aydınların,” “ilerici askerlerin,” uluslararası koalisyonların ya da sivil bürokratların değil ancak işçi sınıfının kendi mücadelesinin ezilenler lehine sonuçlanacak bir değişimi getirebileceği fikri. Bugüne tercüme edersek IŞİD’e karşı verilecek mücadelenin ancak ve ancak ezilen yığınların kendi ürünü olabileceği fikri. AKP’ye karşı mücadeleyi eğitimli bir grup aydının değil bizzat AKP’ye oy veren geniş işçi yığınlarının verebileceği fikri. Marks ve Engels Komünist Manifesto’da şöyle yazar:

“Daha önceki tüm tarihsel mücadeleler azınlıklar tarafından ya da azınlıkların çıkarına verilen mücadelelerdi. Proleterya hareketi ise büyük çoğunluğun, büyük çoğunluk çıkarına bilinçli, bağımsız hareketidir. İçinde bulunduğumuz toplumun en alt katmanını oluşturan proleterya resmi toplumun tüm üst katmanlarını fırlatıp atmadan kendisini yükseltemez.”

Fransız Devrimi ve 1848 devrimleri arasında geçen zamanda ortaya çıkan sosyalist fikirler aşağıdan mücadeleye bakmaktan çok uzaktı. Babeuf gibi sosyalistler “Eğitici diktatörlük” tezleriyle komplocu bir elitizmi savunurken Saint-Simon gibi sosyalistler “endüstriyel gelişimin potansiyellerine” dikkat çekerek iyi bir bürokratik-teknokratik planlama ile herkesin refahının artacağını söylüyorlardı. Engels’in Bismark’ın devlet destekli kapitalizmini öven sosyalistlere verdiği yanıt çok öğretici:

“Bismark endüstriyel işletmeleri devlet mülkiyetine geçirmeye başladığından beri sahte bir sosyalizm anlayışı doğdu. Bu anlayış kimi zaman dalkavukluğa uzanan bir yozlaşma ile tüm devlet mülkiyetini, hatta Bismarkınki dahil, sosyalist ilan ediyor. Eğer tütün endüstrisinin devlet tarafından devralınması sosyalistçe ise, o zaman kesinlikle, Napolyon ve Metternich (tutucu Avusturya başbakanı) sosyalizmin kurucuları arasında sayılmalıdır.”

Robert Owen gibi ütopyacılar ise “iyiliksever zenginlerin” kapitalizmin acı çelişkilerini kaldıracağını iddia ediyorlardı. Bugünün “iyiliksever” NATO ordusunun “terör” tehdidini ortadan kaldıracağını anlatanlara benzer bir ütopyacılıkla. Marksizm bu çarpıtılmış sosyalizm fikirleriyle çatışarak doğdu. Bu teorik savaş işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesinden beslendi. 1844-48 yıllarındaki işçi devrimlerinde kurulan barikatlar Marksizmin tüm yukarıdan sosyalizm sapmalarına karşı kurduğu barikatlarla biçimlendi. Yani aşağıdan hareketin gücünü gören Marks, işçi sınıfının eylemliliğini teorize etti. Aşağıdan sosyalizm anlayışı açısından bir diğer sıçrama 1871 Paris Komünü ile geldi. İşçi sınıfının verili devleti devralarak değil onu parçalayıp kendi devletini kurarak kapitalizmi yıkabileceği anlayışı aşağıdan mücadelenin öğrettiği en önemli ders oldu. Bu dönemde yine elitist ve otoriter bir hatta savrulan Proudhon ve Bakunin’in anarşizmi ile Marksizm mücadele etti. “Politik özgürlük değil, politikadan özgürlük” anlayışı iki sınıfın karşı karşıya geldiği devrimci mücadelede yol gösteren ve mücadeleye yardımcı olan bir anlayış değil egemen sınıfla uzlaşan bir yere düşüyordu. Bugün hareket içinde sıkça rastladığımız otonomcu kimi fikirler politikadan bağımsızlaşarak radikal bir özgürlük anlatısı sunsa da işçi sınıfının kapitalist devletle her günkü mücadelesine politik silahlar sunamaz.

Reformizm

Bir başka yukarıdan sosyalizm anlayışı 1912’de 1 milyon üyesi ve 4 milyon seçmeni olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin kalbinden çıktı. Ferdinand Lassalle tarafından kaleme alınan ve SDP’nin kuruluş bildirgesi olan Erfurt programından beri devletçi –Marks’ın ifadesi ile Bonapartist- bir çizgide olan bu parti toplumun devrimci dönüşümünün yerine devletin yardımı ile sosyalizmin yavaş yavaş inşasını parti politikasının merkezine koydu. Kitleler bu süreçte devrimci birer özne değil devlet üzerinde baskı yaratacak seçmen kitlesiydi. Eduard Bernstein’in adına revizyonizm dediği ama aslında Marksizm’den tamamen kopuş anlamına gelen bu tezleri hala tüm dünyada var olan reformist sol partiler tarafından savunulmakta. Kautsky inşacısı olduğu bu anlayışı çok iyi özetliyor:

Politik mücadelemizin amacı bugüne kadar ne idiyse yine odur: parlamentoda çoğunluğu ele geçirmek suretiyle devlet iktidarının ele geçirilmesi ve parlamentonun devlet içinde yönetici konuma yükseltilmesi. Kesinlikle devlet iktidarının yıkıma uğratılması değil.

Bu devletçi çizgi SDP’nin Alman devletini 1. Dünya Savaşı’nda savaş bütçesini onaylayarak desteklemesi ile milliyetçilikle taçlandırıldı. Rosa Luxemburg, parti içindeki bu reformist çizgiyle en sert savaşan Marksistti ve devletçi-şoven reformizmin bizzat kendisi tarafından katledildi.

Stalinizm

Bir başka yukarıdan sosyalizm anlayışı ise 1917 Rus devriminin yalnız kalması ve iç savaş sonucunda ekonomik açıdan gerilemesi sonucunda iktidarı ele geçiren Rus bürokrasisinin temsilcisi Stalin tarafından inşa edildi. Nasıl 2. Enternasyonalci revizyonistler Marksizm ismini kullanarak Marksizmi terk ettilerse, Stalinizm de Marksizm ve Leninizm kavramlarının içini boşaltarak bürokratik bir azınlık diktatörlüğü kurdu. 1928’de grevleri yasakladı ve milyonlarca işçiyi çalışma kamplarına gönderdi. Parti içi muhalefeti katletti. 1800’lerin başından beri ütopik sosyalistlerin ve bürokratik kolektivistçilerin hayalini kurduğu planlamacı diktatörlüğü kurdu. Devlet, uluslar arası alanda rekabet eden kapitalist bir aygıt olarak yeniden inşa edildi. Marksizmin manifestoda yerle bir ettiği azınlıkçı-devletçi anti-tezler Stalinizmin laboratuarında hayat buldular. Tek ülkede sosyalizm anlayışı Markizmin emperyalizm teorisini de katletti ve bugün üçüncü dünya milliyetçiliğiyle buluşmuş çarpık anti-emperyalizm anlayışının temelini attı. Esad diktatörlüğünün ilerici olduğunu anlatan “sosyalistler” Esad, Nasser, Suharto, Sandinistler, Castro ve Mao emperyalizme karşı devlet planlamacılığı kullanarak işçi sınıfı lehine rejimler oluşturdukları iddiası ile çoğunluğu babadan oğula geçen tek parti diktatörlüklerini savunuyorlar.

Aşağıdan sosyalizm anlayışı kitlelerin kendi eylemini merkeze aldığı için ekonomik mücadeleyi özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile birleştirebilir. Marks’ın 170 yıl önce yaptığı bu idi. Bugün iki yüzyıllık mücadelenin dersleri hala güncel. En önemlisi, yığınların eylemi olmadan demokrasi olamaz. Demokrasinin olmadığı bir rejim ise ister burjuvazi, ister bürokrasi olsun bir azınlık adına geniş yığınları eziyor demektir. İkincisi, işçi sınıfının kendi mücadelesinin olmadığı bir hareket kapitalist sınıfın kurumlarını parçalayamaz. Rosa Luxemburg 1918-19’da şöyle yazıyordu:

“Sosyalizm mücadelesi kitleler tarafından verilmelidir; kapitalizmle göğüs göğüse, her fabrikada, her proleterin işverenine karşı vereceği bir mücadele olmalıdır. Sosyalizm ne yasalarla ne de, ne kadar sosyalist olursa olsun bir hükümet tarafından kurulamaz. Sosyalizm kitleler tarafından, her bir proleter tarafından yaratılmak zorundadır. Kapitalizmin zincirleri, üretildikleri yerde kırılmak zorundadır. Sosyalizm ancak bu şekilde kurulabilir.”

Canan Şahin

Bültene kayıt ol