Salgın karşısında kapitalist devlet örgütlenmeleri büyük bir kriz yaşıyor. Can Irmak Özinanır, marksist devlet teorisinin bugünkü anlamını ele alıyor.
Covid-19 salgını ile birlikte hem Türkiye’de hem de dünyanın diğer ülkelerinde insanların devletten beklentileri yükseldi. Bu beklentilerin yükselmesi de doğaldı çünkü devlet kendisini hepimizi korumakla yükümlü, bu yüzden de otoritesi sorgulanamaz bir varlık olarak konumlandırıyor. Çoğu kişi bu otoritenin hastalığın yayılmasını önlemek üzere kullanılmasını bekledi ancak çoğu örnekte devletler nüfusun bir bölümüne evlerine kapanmaları yönünde çağrı yaparken geniş işçi kitlelerini çalışmaya mecbur kıldı. “Kamu otoritesi” sermayenin elindeki zenginliğe el koyarak bu kaynağı halk sağlığını güçlendirmek için kullanılmadı, devletler silahlanmaya yaptıkları yatırımlardan vazgeçmedi.
Bazı devletler sosyal adımlar attı: Çeşitli hastaneler kamulaştırıldı, yurttaşlara çalışıyor olsun olmasın belli bir maaş ödenmeye başlandı, borçlar ertelendi, faturalar iptal edildi. Bunlar, devletlerin ancak felaket benzeri koşullarda ve son tahlilde sermaye iktidarının ortadan kalkmasını engellemek için attıkları adımlar.
Elbette devletlerin yapıları, demokratik temayülleri, rejimleri ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyor. Kimi yerlerde daha demokratik yönetimler varken kimi ülkeleri otoriter liderler, kimilerini diktatörler, monarklar vb. yönetiyor. Ancak en sosyal veya en demokratik uygulamaların olduğu yerlerde bile sistemin özüne dokunacak ve bu yolla salgını engelleme konusunda çok daha ciddi yol kat edilebilecek radikal önlemler alınmıyor. Tüm dünyada işçiler salgını başka biçimde deneyimliyor, sermaye bir başka biçimde. Bunun sebebi yapısı veya rejimi ne olursa olsun tüm devletlerin aslında sınıfsal bir temele dayanıyor olması.
Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünü
Genellikle devletle ilgili düşünme biçimimiz devletlerin var olmasının son derece doğal olduğu yönündedir oysa devlet çoğunlukla zannedilen gibi nötr bir organizasyon değildir, bizzat sınıf çatışmasının bir ürünüdür. Lenin, 1917 yılında yazdığı Devlet ve Devrim kitabında şöyle diyordu: “Devlet sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine; devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.”
Lenin, Friedrich Engels’i takip ederek uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünü olan devletin doğal olmadığının altını çizer. Devlet, toplumdan doğmuştur ancak kendisini ancak ondan farklı, onun üstünde yer alan ve ona yabancılaşan bir güç olarak örgütleyerek varlığını sürdürebilir. Bu güç Lenin’in tabiriyle “Elleri altında hapishaneler vb. bulunan özel silahlı adam müfrezelerine” dayanır.
Demokrasi ve devlet
Dolayısıyla devlet her şeyden önce dayandığı sınıfın uzlaşmaz düşmanını baskılamaya yönelmiş silahlı bir güçtür. Kapitalist toplumda bu silahı yönelten sermaye sınıfı, silahın yöneldiği ise işçi sınıfıdır. Elbette bu her zaman böyle bir açıklıkla ortaya konmaz. Böyle olsaydı sürekli olarak işçilerle devlet arasında bir çatışmaya şahit olurduk. Oysa günümüzde pek çok ülkede genel oy hakkı var, işçiler 4-5 yılda bir de olsa oylarıyla yönetime katılıyor. Bu, devletin bir sınıf aygıtı olduğu gerçeğini ortadan kaldırıyor gibi görünebilir. Bu noktada iki önemli noktayı hatırlamak gerekiyor: Birincisi genel oy hakkı işçilerin ve kadınların mücadelesi ile kazanılmış bir haktır, ikincisi hiçbir iktidar kendisini sadece zora yaslanarak sürdüremez geniş kitleleri dolayısıyla nüfusun en büyük parçasını oluşturan işçi sınıfını da kendi iktidarının doğal olduğuna ikna etmek zorundadır. Bu zorunluluk hem işçi sınıfı karşısında çeşitli tavizler vermeyi, hem de milliyetçilik, cinsiyetçilik gibi egemen fikirleri işçi sınıfı içinde yaygınlaştırmayı gerektirir. Ancak hiçbir taviz, kapitalizmin özüne yani işçi sınıfının emek gücünün sömürüsüne dokunamaz.
Lenin bu konuda şöyle yazıyordu: “Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı olan en iyi politik biçimidir çünkü sermaye, demokratik cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği onu sarsamaz”.
Bu, işçi sınıfı açısından demokrasinin anlamsız olduğu anlamına gelmiyor elbette. Sosyalistler, kapitalizm altında dahi en demokratik yönetimin olmasını, işçilerin daha rahat örgütlenebilmesini, herkesin koşulsuz ifade özgürlüğüne sahip olmasını savunur ancak Lenin’in altını çizdiği noktaları hatırlayarak: “En demokratik burjuva cumhuriyetinde bile halkın nasibi ücretli kölelikten başka bir şey değildir…O hâlde hiçbir devlet ne özgürdür ne de halk devleti.”
Kimsenin yönetmediği bir toplum
Covid-19’un yarattığı kaotik atmosferde devletten elbette beklentilerimiz olmalı ve bunları talep etmeliyiz ancak bunlar devletin sınıf niteliğini unutmadan, zorlayıcı gücün halka değil sermayeye yönelmesini savunan talepler olmalı. Virüsle etkin bir şekilde başa çıkabilmek, kapitalizmin en azından askıya alınmasını gerektiriyor. Bu ise bize daha büyük bir şeyi gösteriyor: Kapitalizm işlemiyor, elbette onun parçası olan devlet de… Toplumun özgürleşmesi, sömürü biçimlerinden kurtulması ile sağlıklı olması arasında doğrudan bir ilişki var. Burjuva devletinden taleplerimiz olması, onun içinde yaşıyor olmamız ile ilgili ancak nihayetinde devlet sömürünün ve baskının aygıtı ve toplumun çoğunluğunu oluşturan sınıfın bu devlet ile uzlaşmaz çıkarları var.
Lenin, burjuva devletinin yıkılmasının ancak bir devrim ile mümkün olduğunu söylüyordu. Bu gerçek bugün de değişmiş değil çünkü devletlerin üzerini kazıdığımızda karşımıza çıkan hâlâ “özel silahlı adam müfrezeleri”. Bu “müfrezelerin” yerine işçi sınıfının kendi iktidarını ve en sonunda devletlerin ortadan kalkacağı gerçek bir özgürlüğü koymak zorundayız. Sosyalizm bugün her zaman olduğundan daha güncel. Yine Lenin’in sözleriyle bitirecek olursak: “Sosyalist rejimde herkes sırayla yönetecek ve kimsenin yönetmemesine kolayca alışacaktır.”
Can Irmak Özinanır
(Sosyalist İşçi)