Sendikalar işçi sınıfının en temel örgütleri

10.12.2019 - 10:19
Haberi paylaş

Sendikalar işçiler için neden önemlidir? Sosyalistler sendikalara nasıl bakar, neyi savunur ve sendikal mücadeleye nasıl katılır? Ferhat Yılmaz yazdı:

Üretim araçlarına sahip olmayan ve yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan herkes işçidir. İşçiliği kişinin sermaye ile olan ilişkisi belirler. Madenci de öğretmen de sağlıkçı da işçidir. Artık bugün tüm dünyada nüfusun büyük bölümü kentlerde yaşıyor ve işçilerden oluşuyor. Günlük yaşamın maddi koşulları işçi sınıfını potansiyel olarak kolektif kararlar veren, kendi içinde rekabet etmeyen, sömürmeyen, eşitlikçi bir sınıf haline getirmektedir. İşçi sınıfının herhangi bir seçimde herhangi bir partiye oy vermesi onun devrimci özelliklerini ortadan kaldırmaz. İşçileri devrimci özne olarak görmeyenler, onları kurtarma, bilinçlendirme, adına karar alma, aydınlatma gibi üstenci ve sonuç vermeyen yöntemler önerirler. Buna karşılık tarihsel süreç içinde işçiler tarafından kurulmuş olan sendikaların eylemleri sadece ekonomik ve sosyal çıkarlar için mücadeleyle sınırlı kalmamış, sendikalar emekçilerin mesleki, ekonomik, sosyal ve demokratik hakları için mücadele veren örgütler haline gelmişlerdir.

Sendika nedir, nasıl ortaya çıktı? 

Bugün dünyada 4 milyar çalışanın 2,1 milyarı, Türkiye’de 32 milyon çalışanın 22 milyonu işçidir. Yüzyılın başında işçilerin toplam çalışan nüfus içindeki payı yüzde 10 iken, bugün bu oran yüzde 50’lere ulaşmış durumdadır. Bu işçilerin 500 milyondan fazlası sendikalara üyedir. 

Sendika, kelime kökeni olarak “hakkını korumak isteyenlerin bir araya geldiği yer” anlamına gelir. Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de doğmuş ve oradan Batı Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Bu dönemde fabrikalar etrafında işçiler ve ailelerinden oluşan yeni şehirler ortaya çıkmış ve bu gelişme büyük ve derin toplumsal değişimlere yol açmıştır. Böylece geniş bir işçi sınıfı ortaya çıkmış, kentlerin nüfusu hızla artmış, erkek, kadın ve çocuk işçileri zor, ağır ve yıpratıcı çalışma şartlarıyla karşı karşıya bırakmıştır. Sanayi Devrimi’nin beşiği olan İngiltere, aynı zamanda sendikal hareketin geliştiği coğrafya olmuştur.

Sendikaların yerel düzeyden çıkarak ulusal düzeyde örgütlenişi ilk defa İngiltere’de oldu. 1848 yılında işçi ayaklanmaları önce Fransa’da başladı, ardından tüm Avrupa’ya yayıldı.1864’te Uluslararası İşçi Derneği, diğer adıyla Birinci Enternasyonal 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yaptı.

1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’da Chicago’lu işçilerin, ücret düşüklüğünü ve iş saatlerinin uzunluğunu protesto etmek amacıyla ve 8 saatlik işgünü talebiyle gerçekleştirdikleri protesto eylemlerinin devlet ve kapitalistler tarafından şiddetle bastırılması sonucu birçok işçi hayatını kaybetti. Daha sonra 1 Mayıs Enternasyonal tarafından, Uluslararası İşçi Günü olarak ilan edildi.

Günümüzde Avrupa’daki birçok işçi partisi ve sosyal demokrat parti, sendikalar tarafından kurulmuştur. Sendikalar 20. yüzyılda oldukça etkili örgütler haline gelmiştir.

1939’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’daki sendikal yapılar Nazi işgalciler tarafından yasaklandı, sendikal hareket bir duraklama yaşadı. 1945 yılında sendikal yapılar tekrar kurulmaya başlandı. Bu tarihte dünyada toplam işçi sayısı 500 milyon, sendikalı işçi sayısı ise 64 milyondu, yani işçilerin yüzde 13’ü sendika üyesiydi.

Türkiye’de ise, fabrikaların yani sanayinin kurulması daha çok 1920’li yıllarda başlamıştır. Osmanlı döneminde de birkaç tane fabrika vardı. İlk fabrika 1835 yılında kurulmuş olup, ilk işçi kuruluşu 1871 yılında çeşitli işkollarında çalışan işçilerin birleşerek kurdukları ve bir yardım derneği olan Ameleperver Cemiyeti’dir. Bilinen ilk sendika türü örgütlenme ise, 1894 yılında İstanbul’da Tophane fabrikasındaki işçiler tarafından gizli olarak kurulan Amele-i Osmani (Osmanlı Amele) Cemiyeti’dir. Osmanlı topraklarında yapılan ilk grev 1872 yılında gerçekleşti. Kasımpaşa Tersanesi’nde çalışan 600 işçi, ücretlerini alamadıkları için greve başladı. Ücretlerin düşüklüğü, ustabaşı baskıları ve hafta sonu tatil talepleri grevlerin nedenleri arasında idi.

Cumhuriyet döneminde ise, 1923 yılında İzmir’de yapılan İktisat Kongresinde Türkiye’nin izleyeceği yol kapitalizm olarak belirlendi, Osmanlı döneminden devam eden sendikal örgütlenmeler 1925’te yasaklandı. 

Türkiye işçi sınıfının yüz yıllık mücadelesi, dünya işçi sınıfının kazanımları ve İkinci Dünya Savaşı’nda faşist Almanya ve İtalya’nın yenilmesinin uluslararası düzeyde oluşturduğu demokratik atmosfer, egemen sınıfları 1940’lı yıllarda sendika kurma hakkını tanımak zorunda bıraktı. 1946 yılında kurulan Çalışma Bakanlığı’nın hazırladığı taslağın kabulüyle, 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkarıldı. Sendikalar yasal olarak tanındı. Yasa, sendikaları tanısa da sendikalara toplu sözleşme ve grev hakkı tanımayarak, onları temel işlevlerinden yoksun bırakmaktaydı.

1948’de toplam sendika sayısı 73, sendikalı işçi sayısı ise 52 bindi. 1952 yılına gelindiğinde sendika sayısı 248’e yükselirken, sendikalı işçi sayısı 130 bine ulaştı. 1961 yılında, sendikacılıkla ilgili temel haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı anayasada yer aldı. Bu anayasa ile memur olarak adlandırılan kesime de sendikalaşma hakkı verildi. Grev ve toplu pazarlık hakkının tanınması ile sendikal faaliyette ciddi bir yoğunlaşma görüldü.

1963 yılından sonra özellikle kamu kesiminde ve ardından özel sektörde toplu iş sözleşmelerinin imzalanması yaygınlaştı. 1961 yılında 511 sendikada örgütlü 298 bin işçi varken 1966’da sendikaların sayısı 704’e, sendikalara üye işçilerin sayısı 374 bine ulaştı. 

24 Ocak 1980 kararları ise, Türkiye’nin kapitalist sistemle yeniden bütünleşmesini amaçlayan bir içeriğe sahipti. 25 Ocak 1980 tarihinde grevdeki işçi sayısı 6 bin iken, haziran sonunda bu sayı 60 bine yaklaştı. İşçi sınıfının yanında değişik toplumsal muhalefet güçleri de ayaktaydı.

Burjuvazi ve devlet, gelişen işçi sınıfı mücadelesi karşısında çareyi askeri darbe yapmakta buldu, 12 Eylül darbesi gerçekleşti. 1984 yılından sonra yapılan 1986 Netaş ve 1987 Kazlıçeşme grevleri işçi sınıfının yeni bir döneme girişinin işaretleri oldu. İşçi sınıfı 1989 Bahar Eylemleri ile tekrar mücadeledeki yerini aldı. 1995 yılında, hükümetin sosyal güvenlik politikalarında işçi sınıfı aleyhine yeni düzenlemelere girme çabaları; işçi sendikaları, memur sendikaları ve meslek örgütlerinin oluşturduğu Demokrasi Platformu tarafından sert biçimde protesto edildi. 1995 yılında yapılan grevlere katılım, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı, 200 bin işçi greve çıktı, milyonlarca işçi gösterilere katıldı. İşçi sınıfından yükselen tepki karşısında, hükümet hazırladığı yasa tasarısını geri çekmek zorunda kaldı. Susurluk kazasında ortaya çıkan mafya-devlet ilişkilerini protesto amaçlı olarak 5 Ocak 1997’de Türk-İş tarafından düzenlenen mitinge 300 bin işçi katıldı. 24 Temmuz 1999’da yeni oluşturulan Emek Platformu tarafından Ankara’da düzenlenen Mezarda Emeklilik Yasasını protesto mitingine 200 bin işçi katıldı.

90’lı yıllarda kamu çalışanlarının konfederasyon düzeyinde örgütlenme çabaları hızlandı. Önce KESK, daha sonra KAMU-SEN ve MEMUR-SEN kuruldu. TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ, KESK ve diğer konfederasyonların özelleştirmelere, anti-sendikal politikalara, işsizliğe ve yoksulluğa karşı ortak eylemleri gündeme geldi. Sendikal harekette Emek Platformu benzeri ortak örgütlenmeler oluştu. Sendikalar, farklı duruşlara ve politikalara rağmen, ortak davranmaya ve ortak hareket etmeye başladı.

2000 yılındaki en görkemli eylem, IMF reçetelerinin ve DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin politikalarının protesto edildiği, tüm konfederasyonların katıldığı 1 Aralık “Genel Uyarı” eylemi oldu. 

2007’de 44 günlük Telekom grevi işçi sınıfına moral verdi. Tekel işçilerinin direnişi, tersane işçilerinin kararlı duruşu, 14 Mart 2008’de yapılan direnişin önünü açtı. 14 Mart direnişi, işçi sınıfının 28 yıllık neo-liberal politikalara karşı en net tutumu oldu. Bu genel direnişe 2 milyon işçi katıldı.

2008’den sonra küresel finansal krizin etkisi ile dünya ile paralel olarak Türkiye’de de işçi hareketinde geri çekilmeler yaşandı. Sendikalar grev yapamaz hale geldi, yapılmak istenen grevler hükümetler tarafından yasaklandı. 2015’te yaşanan metal işçileri grevi bu sessizliği bozan en güçlü işçi eylemi oldu. Halen de tek tek iş yerlerinde işçi eylemleri, direnişler devam ediyor.

İşçi hareketlerinin engellenme dönemleri

İşçiler sendika çatısı altında inançları, etnik kökenleri ve siyasal eğilimleriyle çok geniş bir yelpaze içinde, tüm farklılık ve çeşitlilikleriyle bir araya gelirler. Çalışma biçimlerindeki farklılıklara rağmen emekçiler, üretim sürecindeki yerlerinden dolayı ortak sınıf çıkarlarına sahiptirler ve bu ortak çıkarlar temelinde örgütlendiklerinde, birlikte mücadele ettiklerinde kazanabilirler. Kapitalistler, emekçilerin farklı işkollarında çalışmalarını; farklı şekillerde istihdam edilmelerini (kadrolu, sözleşmeli, geçici vb); eski-yeni ya da genç-yaşlı olmalarını; üretim ya da hizmet sektöründe olmalarını; işçilerin birleşmelerini engellemek için bir ayrıştırma aracı olarak kullanırlar. İşçi sınıfı ile kapitalistler arasındaki bu mücadele tarihsel süreçte çeşitli aşamalardan geçmiş, zaman zaman işçi sınıfı önemli kazanımlar elde ederken zaman zaman kapitalistlerin devlet aygıtının gücü ile de gerçekleştirdikleri saldırılar karşısında ciddi kayıplar vermiştir. 

Türkiye’de de işçi sınıfı, doğuşundan itibaren, yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirmek için mücadeleye başladı. Mücadele daha en başından itibaren çeşitli yollarla engellenmeye çalışıldı. 1845 yılında çıkarılan Polis Nizamnamesi bu baskılardan ilkidir. Bir baskı yasası niteliğinde olan nizamname, işçi derneklerinin kapatılmasını, topluca iş bırakanların cezalandırılmasını içermekteydi. İlk fabrikanın kuruluşundan on yıl sonra çıkan bu düzenleme Kıta Avrupa’sında burjuvazinin kazandığı deneyimlerin Osmanlı topraklarına yansımasıydı. Osmanlı topraklarında sanayinin geliştiği sektörlerde yabancı sermayenin belirleyici rolü vardı. Daha yeni ve sendikacılık konusunda tecrübesiz işçi sınıfının üzerine sert önlemlerle gidildi. Fakat çıkarılan yasalar tarihsel ve toplumsal gelişimi engelleyemedi.

1908 yılında II. Meşrutiyet ilan edildi. Kısıtlı da olsa, demokratik bir gelişme söz konusuydu. Meşrutiyetin ilanından sonraki iki ay içinde 30’a yakın grev oldu. Grevlerin büyük bir kısmı, yabancı sermayeye ait işyerlerindeydi. Grevleri yasaklayan Polis Nizamnamesi yürürlükteydi ama grevler engellenemiyordu. Gittikçe daha sert önlemlere başvuruldu. Tatil-i Eşgal Kanunu da yine bu önlemlerden biriydi. Bu kanun, kamuya yönelik hizmetlerde çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasakladı. Grevlere sınırlamalar getirdi. Greve çıkabilmek için bir ön uzlaşma sürecinden geçme şartı getirildi. 1909 yılında 31 Mart olayı üzerine ilan edilen sıkıyönetim, iktidarın işçi sınıfı üzerinde çeşitli kısıtlamalar getirmesine uygun zemin hazırladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında işçiler için çalışma şartları çok daha ağırlaştı. İşçilerin mücadelesinde gerilemeler görüldü. 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla “sükûnu sağlamak” üzere hükümete her türlü cemiyeti kapatmak yetkisi verildi. İşçi sınıfının tüm siyasal ve sendikal örgütleri yasaklandı. Daha önceki yıllarda işçi bayramı olarak kutlanan 1 Mayıs 1925 yılında yasaklandı. 1933’te yapılan değişiklikle, grevleri teşvik edenler için ağır cezalar getirildi. Sendikalar dâhil, her türlü sınıfsal örgütlenme ve propaganda yasaklandı.

12 Mart 1971’de yapılan askeri darbenin ardından Anayasa değişikliği ile memurların sendikalaşma hakkı kaldırıldı, memurların sendika kurmaları ve sendikalara üye olmaları yasaklandı. Bunun üzerine sonraki süreçte memur dernekleri kuruldu. 12 Eylül darbesi, sendikal hareketi de adeta silip geçti, sendikalar kapatıldı, DİSK yöneticileri tutuklandı. 

Son olarak 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında ilan edilen OHAL ile başlayan süreçte engellenen grevler, KHK’ larla getirilen düzenlemeler ve çıkarılan bazı kanunlar sonucunda işçi sınıfı yine ciddi hak kayıplarına uğradı. 

Bu tarihsel silsileden çıkan sonuç, işçi sınıfının ciddi kayıplar yaşadığı dönemlerin hemen her zaman demokratik düzenin bozulduğu, insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı, askıya alındığı ve bazen yok sayıldığı, otokratik yönetimlerin güç kazandığı ve işçilerin örgütlülük oranlarının düşüşe geçtiği dönemlere denk düşmesidir.

Neden işçiler arasında örgütlenmeliyiz?

Dünya üzerinde sanayi devriminin gerçekleşmesi ve fabrikaların kurulması ile birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı diğer sınıfların küçülmesine karşılık her geçen gün büyümektedir. Modern sanayi geliştikçe diğer sınıflar küçülmekte, işçi sınıfı büyümektedir. Yüzyılın başında dünyada 100 milyon işçi varken, bugün bu sayı yaklaşık 2 milyarı bulmuştur. Dünya nüfusu 5 kat artmışken, işçi sayısı 20 kat artmıştır. 

İşçi sınıfı niteliği itibarı ile harcadığı emek gücüne karşılık daha fazla değer üretir. İşçilerin emek gücü ile ürettiği değer arasındaki fazlaya ise kapitalistler tarafından el konulur. İşçiler bu haksızlık karşısında her zaman örgütlenme ve karşı çıkma kabiliyetine ve olanaklarına sahiptir. 

İşçiler tarafından başlatılan en küçük bir zam mücadelesi bile büyük bir sınıf çatışmasına bir ayaklanmaya dönüşebilir, işçi sınıfı eylemleri hızla devrimcileşebilir. İşçiler tarafından gerçekleştirilen sendikal mücadeleler sokaklarda, fabrikalarda barikatların kurulduğu kitlesel bir ayaklanmaya dönüşme ihtimalini de içinde barındırır. 

Ne yapmalıyız?

Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası krizden çıkmak için hükümete destek olmak üzere “Yerli Tüketim Yapalım” kampanyası başlatmıştı. “Yerli tüketim” sloganı bir aldatmacadır. Krizin sebebi, işçilerin yabancı mal tüketmesi değildir. Bunun yanı sıra yerli tüketimi arttırmak için hükümet yasal önlemler almak ve yabancı ürün tüketimini engellemek yetkisine sahiptir. İşçi sınıfı olarak bizler bu tür hedef şaşırtmalara ve krizin gerçek nedenlerini gizleme çabalarına karşı dikkatli olmalı ve buna benzer oyalama taktiklerini boşa çıkarmalıyız. 

Bugün Türkiye’de toplam 32 milyon çalışabilir insan içinde, 1 milyon işveren, 22 milyon işçi, 5 milyon köylü, 4 milyon da kendi işini yapan emekçi vardır. Yani Türkiye’de bir milyon patrona karşılık, 31 milyon işçi, köylü, emekçi vardır. İşçilerin yarısı asgari ücrete mahkumdur. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını aşması için gereken gelir, asgari ücretin dört katıdır. Bu olumsuzlukları bir parça da olsa gidermek için, diğer emekçi sınıflardan farklı olarak işçi sınıfının elinde önemli bir silah vardır: Sendikalaşmak.

Temmuz 2019’da yayınlanan son istatistiklere göre Türkiye’de kamu çalışanları dahil sendika üye sayısı 3,6 milyondur. Yani toplam 22 milyon işçi içinde sendikalı işçilerin oranı yüzde 16,3’tür. Ancak bu işçiler toplam 7 büyük konfederasyonda örgütlenmişlerdir. Sendikal alandaki bu bölünme işçi sınıfının gücünü zayıflatan, mücadelenin etkisini azaltan bir işlev görmektedir.

Memur olarak tanımlanan kamu kesimi emekçilerinde sendikalaşma oranı yüzde 67’dir. Bu oran 2010 yılında yüzde 58 idi. Yani memur kesiminde sendikalaşma oranı artmaktadır. Sendika üyesi olma hakkı olan 2,6 milyon memurun 1,7 milyonu sendika üyesidir. Kamu ve özel sektördeki işçilerin sendikalaşma oranı ise yüzde 14’tür. 13,8 milyon kayıtlı işçinin sadece 1,9 milyonu sendika üyesidir. Bu oran işçi sınıfının en örgütsüz bulunduğu yıl olan 2010 yılında yüzde 9 idi. İşçi olarak tanımlanan çalışan kesim içerisindeki düşük sendikalaşma oranının şüphesiz en büyük sebebi, sermaye sahiplerinin sendikal faaliyetlere dönük saldırılarıdır ve ortadan kaldırılmak istenen iş güvencesidir.

Bunun yanında sendika karşıtı bazı tutumlar da işçi sınıfının sendikalaşmasını ve çıkarlarını korumasını engellemektedir. Bu durumun nedenleri arasında en başta sendikaların giderek bürokratikleştiği iddiası gelmektedir. Böyle bir yaklaşım sonucunda işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü ile sendika dışı örgütlenmeler karşı karşıya getirilmekte ve sonuçları açısından sendikaları reddeden ve sınıf mücadelesini sekteye uğratan pratiklerin önünü açmaktadır.

Bizler tam da bu noktada sarı sendika olarak da belirtilen ve bürokratikleşmiş sendikalar da dahil bütün sendikalarda örgütlenmeli ve sendikal faaliyetleri işçilerin lehine döndürecek baskı mekanizmalarını oluşturmalıyız. Sendikaları tümden reddeden ve sınıf mücadelesini bölen yaklaşımların devrimci bir tutum içerisinde değerlendirilmesi şüphesiz ki mümkün değildir.

İş alanlarında taşeronlaşmanın yoğunlaştığı, aynı işletmenin neredeyse her bölümünün ayrı taşeron şirkete bağlı hâle getirildiği bir iş yaşamı ile karşı karşıyayız. Kapitalistler, sınıfın örgütlenmesini engellemek için taşeron uygulamasını ısrarla ve sistemli bir şekilde yaygınlaştırmaktadır. Bizler ise buna karşı, aynı işyerinde çalışan işçilerin tek sendika çatısı altında örgütlenmelerini savunmak zorundayız. Oysa sendika karşısında sendika, sendika karşısında dernek, aynı işkolunda “sol” iddialı birden fazla sendikanın birbirine rakip olma anlayışları hâlen sürmektedir. Sınıf sendikacılığını savunanların aynı işkolunda sendikal birlik için çalışmaları sınıf mücadelesinin olmazsa olmazıdır. İşkolu ve işyeri temelli örgütlenme modeli günümüzde hâlen geçerliliğini korumaktadır. Sermayenin, böl yönet taktiğine karşı işçilerin birlik ve dayanışması elimizdeki en önemli silahtır.

Çalışan ya da işsiz, sendikalı ya da sendikasız, mavi ya da beyaz yakalı emekçiler birbirinin rakibi değil, işçi sınıfının bileşendir. İşçi sınıfının her kesimine yönelen hak gasplarına, sendikal hak ve özgürlüklerin kullanılması nedeniyle uygulanan baskılara, işçi kıyımlarına karşı hiçbir ayrım yapmadan ortak bir mücadele sergilemeliyiz. Örgütlü yapıların güçlendirilmesi ve sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması için çalışmalıyız. İLO (Uluslararası İşçi Örgütü) tarafından da savunulan, işçilerin iradesiyle belirlenen referandumun yasallaştırılması için mücadele etmeliyiz.

Dayanışma grevi, Hak grevi ve Genel grev hakkının sınırsız kullanılabilmesini sağlamalıyız. Sendika içi demokrasiye işlerlik kazandırmalıyız, üyelerin söz ve karar sahibi olduğu bir anlayış sendikalara egemen olmalıdır. İşçi ve kamu emekçisi ayrımına son verilmesi, tüm işçilerin tek sendikal yapıda örgütlenmesi için mücadele etmeliyiz. Sokakta, evde, semt pazarında, fabrika ve işyerlerinde tüm işçi ve emekçiler olarak hepimiz krizin yakıcı etkisini hissediyoruz. Bu krizi kim yarattı, niçin faturası emekçilere yıkılıyor, sorularına vereceğimiz en önemli yanıt şudur: Kriz kapitalist düzenin bir sonucudur, sorumlusu kapitalistler ve onların hükümetleridir. Daha fazla kar için milyarlık borçları bir kalemde silinen zenginlere karşılık, insanca yaşamın yakınından bile geçmeyen ücretlere mahkûm edenler bu krizin asıl sorumlularıdırlar. Bizler bu krizin faturasını ödemek istemiyorsak çözüm yolu bellidir: Örgütlü sendikal mücadele. Emekçiler, işçiler olarak, sendikalar ve meslek örgütlerinde birleşmeli, ortak bir cephe ile krizi yaratanlara, faturasını emekçilere ödetmeye çalışanlara karşı mücadele etmeliyiz. Onların inançları, kimlikleri üzerinden bölünmelerine fırsat vermemeli, kapsayıcı olmalıyız.

Ferhat Yılmaz

Bültene kayıt ol