Fransa’da kökleri çok eskiye giden antisemitizm 1880’li yıllarda tekrar yükselişe geçmişti. Almanya yenilgisiyle neredeyse eş zamanlı ilan edilmiş Üçüncü Cumhuriyet ve ülkedeki kamplaştırıcı atmosfer monarşist klerikal unsurlar ile radikal cumhuriyetçiler arasında güç mücadelesini şiddetlendirmişti. Bu kamplaşma toplum içerisinde eşitlikçi söylemlerin gerilemesine, antisemit ve ırkçı yaklaşımların artmasına neden olmuştu.
Fransa’nın çalkantılı siyasî ortamında Katolik banka Union Générale’in iflas etmesi adeta antisemitik propagandanın merkezini oluşturmuş ve bu durumdan “Yahudi sermayesi” suçlu tutulmuştu. Gazeteci yazar Édouard Drumont’un La France Juive (Yahudi Fransa) isimli kitabı yine bu dönemde binlerce adet satmıştı. Kitabında mutlak kötülüğün timsali ve Fransız ruhuna en korkunç hasarı verecek hastalıkların sebebi olarak Yahudileri gösteren Drumont 1891 yılında milletvekili olarak meclise girdiğinde Yahudilerin Fransa’dan kovulmasını talep etmiş, 32 milletvekilinin de desteğini almıştı. Daha sonra antisemitik gazete La Libre Parole’u (Özgür Söz) çıkarmaya başladı. Bir de tarihin en büyük para skandalı bu dönemde patlak vermişti. Hükümet yetkililerinin Panama Kanalı’nı yapan şirketin içine düştüğü malî krizi görmezden gelip rüşvet alması ve şirket ile hükümet arasında aracılık yapan iki kişinin Yahudi olması, rüşvet almakla itham edilen milletvekillerinden daha çok ilgi çekmişti.
“Hain” Yahudi
On dokuzuncu yüzyıl böylece sona ererken, sadece Fransa’yı değil tüm dünyayı sarsan (Yahudilere uyguladığı pogromlar artık gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş olan Çarlık Rusya’sı bile Fransa’yı barbarlıkla suçlamıştır) Dreyfus olayının tesadüfen yaşanmadığını söyleyebiliriz. Zira yenilgiler, iflaslar, başarısızlıklar silsilesi içerisinde toplumsal arınmayı sağlamanın birinci yöntemi “hain” bulmaktır. Dönemin Fransa’sı ordusuyla, kilisesiyle, basını ve mahkemesiyle bu “hain”in bir Yahudi olduğuna kanaat getirmişti.
“Görünen kısmı” ile Dreyfus vakası 1894 yılında Paris’teki Alman Askerî Ataşesi’nin çöp kutusunda Fransız ordusuna ait bilgiler içeren bir kağıt parçasının bulunmasıyla başlar. Topçu bölüğünden bilgi sızdıran bir casusun varlığına dair şüphe uyanınca, ivedilikle soruşturma açılır. Soruşturmanın idaresi antisemit olduğunu saklamakta hiçbir beis görmeyen Yüzbaşı Sandherr’e verilmiştir. Sandherr suçlayacağı kişiyi bulmakta hiç zorlanmayacaktır. Alsaslı Yahudi Yüzbaşı Alfred Dreyfus’ü birinci dereceden şüpheli ilan eder. Genelkurmay şüpheliyi basına sızdırır. Daha önce de sayfalarında “Fransız Ordusuna Sızmış Yahudiler” gibi histerik antisemit listeler hazırlayan gazete La Libre Parole için Dreyfus’un casusluğunu duyurmak büyük bir zevktir. Fakat nottaki yazının Dreyfus'e ait olduğunu kanıtlamak kolay değildir. Yazı uzmanı Gobert, hazırladığı raporda yazının Dreyfus’e ait olmadığını bildirir. Buna istinaden derhal yazının Dreyfus’e ait olduğunu kanıtlayan bir başka Yahudi düşmanı “uzman” bulunur. Yüzbaşı Sandherr, Dreyfus’un yazısını taklit ettirerek dosyayı kabartır. Ve uydurma raporlarla Yüzbaşı Dreyfus’e vatana ihanet suçu ile dava açılır.
Dreyfus hiçbir şey saklamadığı, casus olmadığı, evinin aranmasını istediği hususunda ısrar eder. Masum olduğunun apaçık görüleceğinden kuşkusu yoktur. Fakat antisemit gazete La Libre Parole Yahudi subay Dreyfus’ün Fransa’nın millî sırlarını Almanya’ya sattığının kesin kanıtları olduğunu haberleştirmeye başlamıştır bile. Üstelik bazı Fransız devlet adamlarının Dreyfus ile işbirliği yaptığını da yazan gazete devlet yetkililerine ayrı bir baskı unsuru oluşturmuştur. Savaş Bakanı Mercier, bu baskılar sonucu Le Figaro gazetesine Dreyfus’ün suçluluğunun “neredeyse” kesin olduğunu açıklamıştır. Lakin kapalı oturumlar ardında süren yargılamalar sonucu Dreyfus suçlu bulunmuş ve ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Cezasını çekmek için Şeytan Adası’na yollanacak olan Dreyfus’un 5 Ocak 1895’te Askerî Akademi’nin avlusunda halkın “Yahudilere ölüm!” ve “Hainlere ölüm!” haykırışları eşliğinde apoletleri sökülür. Dreyfus, Fransız Guyanası’ndaki Şeytan Adası’na gönderilmek üzere gemiye bindirilir, “cezasını” çekmelidir.
Der Judenstaat
Davayı Paris’te takip eden gazetecilerden biri olan Theodor Herzl, iftiraya uğramış, tecrit edilmiş ve antisemitizmle kuşatılmış Yüzbaşı Dreyfus’ü Yahudi halkının sembolü olarak görüyordu. Tanıklık ettiği adaletsizliğin ve antisemitizmin boyutu Herzl’i Der Judenstaat (Yahudi Devleti) kitabını yazmaya götürmüştür. Siyonizm’in kurucularından biri olarak kabul edilen Herzl’in tezi, antisemitizmin tedavisi olmayan bir hastalık olduğu ve Yahudilerin ancak kendi devletlerini kurarak antisemitizmden kurtulabileceği yönündeydi. Yahudilerin bulundukları ülkelerde uyum içinde yaşamaya çalışması, asimile olması, o ülkenin sanatına, ticaretine, bilimine katkı çabası hiçbir işe yaramıyordu. Sonraki yıllarda Herzl, Dünya Siyonist Örgütü’nü kurdu ve Basel’de ilk Siyonist toplantıyı düzenledi.
Ailesi Dreyfus’un masum olduğunu kanıtlama çabasından vazgeçmez. Dreyfus’un eşi Meclis’e bir itiraz dilekçesi verir, parlamenterlerin konuyu gündeme getirmesi için çaba sarf eder. Bu sırada bambaşka bir gelişme rüzgârın yönünü değiştirir. Soruşturmayı yöneten ırkçı Yüzbaşı Sandherr görevinden alınır ve yerine Yarbay Georges Picquart atanır. Picquart, Dreyfus davasını yeniden ele almaya karar verir; çünkü Alman Askerî Ataşeliği’nde yeni bir belge bulunmuştur. Bu belge Binbaşı Esterhazy’nin casus olma ihtimalini güçlendiren bir belgedir. Zira Esterhazy’nin Alman Elçiliği’ne çok sık gittiği ve borçları olduğu gibi bazı durumlar Picquart’ın içindeki şüpheyi daha da büyütür.
Yapılacak tek şey Esterhazy’nin el yazısıyla Dreyfus’u mahkûm eden nottaki yazıyı karşılaştırmaktır. Nottaki yazının Esterhazy’ye ait olduğunu anlamıştır, dava dosyasındaki diğer belgelerin de sahte olduğu aşikârdır. Picquart’ın gerçeği ortaya çıkarma çabası öncelikle hiç ilgi görmez. Konuyla ilgilenenler de Picquart’a sessiz olmasını öğütler, zira bir Yahudi’yi aklamak için gösterilen gayretin Picquart’ın başını yakacağı ortadadır. Bu noktada Picquart ısrarından vazgeçmez, bu nedenle anti sömürgeci hareketlerin yükseldiği Tunus’a gönderilerek cezalandırılır. Sürekli tehdit edilir ve tehlikeli görevlere atanır, sürgüne yollanır. Çünkü Dreyfus davasında geri adım atmak ne ordunun ne de hükümetin işine gelmektedir. Yahudi sanığın aklanması Genelkurmay’ın saygınlığını yitirmesi demektir. Ordu Katolik kilisesine bağlıdır. Kral yanlısı Savaş Bakanı siyasal geleceğini tehlikeye atmak istemez. Üstelik sadece Savaş Bakanı değil, askerî yenilgiyi ve başarısızlığı yıkacak birini bulan ve yükselen antisemitizm üzerinden kariyerini sağlamlaştıranların sayısı az değildir.
“Suçluyorum”
Fransa’nın Almanya’ya yenilgisi görüldüğü üzere Fransa’da yükselen ve Alman düşmanlığı üzerinden kurgulanmış milliyetçiliğin intikamcı duygularını antisemitizm üzerinden ortaya çıkarmasına neden olmuştur. Davanın bir tiyatro senaryosu haline çevrilmesinde payı bulunanlar Fransa’nın yıkılmasına izin vermeyeceklerini, ordunun haysiyetini her şeyden üstün tutacaklarını söylemekten vazgeçmiyor, Picquart gibi “Yahudi işbirlikçilerine” karşı birleşilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Sağ politik cephe bu atmosfer içerisinde Yahudi düşmanı gazeteci Edouard Drumont başkanlığında Anti-Semitik Fransız Ligi’ni kurmuştur. Yaptığı yayınlarla Yahudileri, masonları ve komünistleri Fransa’nın yegâne düşmanı ilan edip toplumu linçe davet eden aşırı sağcı cepheye karşı edebiyatçı Émile Zola etkili bir kampanya başlatmaya karar verir.
Zola gerçekler ve adalet için bir dizi mektup yazar, ilk önce bu mektuplar yeterince ses getirmez, Esterhazy’nin suçla ilgisi olmadığına dair yalan raporlar üretilmeye devam edilir. Picquart ise hapishaneye yollanır. Zola adalet talebinden vazgeçmez, “Suçluyorum” isimli yazısı ile toplumda ciddi bir etki uyandırmayı başarır. Hakkında orduya hakaret davası açılacak olan Zola yazısında kimseden çekinmediğini açıkça gösterir: “Ah! Birkaç rütbelinin, Devlet’in güvenliğini saygısızca bahane ederek, çizmeleriyle ulusun üstüne basarak gerçek ve adalet çığlığını gırtlağına tıkamaları, bütün bu çılgınlıklar ve saçmalıklar, çılgınca düşlemler, yoz polis uygulamaları, engizisyon ve zorba uygulamalar... Kamuoyunu saptırmak, yoldan çıkarılmış olan kamuoyunu, onu sabuklamaya götürecek ölçüde bir ölüm görevinde kullanmak da bir suç. İçinden atamaması durumunda insan haklarının savunucusu büyük ve özgürlükçü Fransa’nın ölmesine yol açacak iğrenç Yahudi düşmanlığının arkasına sığınarak küçükleri ve alçakgönüllüleri zehirlemek, tutuculuk ve hoşgörüsüzlük tutkularını azdırmak da bir suç. Kin yolunda yurttaşlığı sömürmek de bir suç, tüm bilim gerçek ve adalet çağını oluşturma yolunda iş başındayken, kılıcı çağdaş Tanrı yapmak da bir suçtur.”
Zola’nın bu satırları Dreyfus davası için önemli bir dönüm noktası oluşturur. Ve şöyle devam eder Zola: “Suçladığım insanlara gelince: Onları tanımıyorum, hiçbir zaman görmedim, kendilerine ne hıncım var ne de kinim. Benim için önemsiz varlıklar, toplumsal kötülük ruhlarından başka bir şey değiller. Burada yerine getirdiğim edimse, gerçeğin ve adaletin patlamasını çabuklaştırmak için başvurduğum devrimsel bir yol yalnızca.”
Bu tesirli ve cesur yazı üzerine dava yeniden görülmeye başlanırken hiçbir fırsatı kaçırmak istemeyen Dreyfus karşıtları Fransa’da ve Cezayir’de antisemit saldırılar düzenler. Dreyfus yanlıları ise mücadeleyi bırakmayı hiç düşünmüyordur. Oluşan kamuoyu, adaleti ortaya çıkarmaya çalışan insanların artması, Yüzbaşı Dreyfus’ün tekrar Fransa’ya getirilmesini sağlar. Ve Esterhazy itiraf mektubunu yazar. Dava tekrar açıldı kapandı derken, Alfred Dreyfus’un tümüyle aklanması ve haklarının iade edilmesi 12 yıl sonunda gerçekleşir. Zola Dreyfus davasının sonucunu maalesef göremez, çünkü arkasında şaibeler bırakan bir zehirlenme sonucu ölmüştür. Işığın parlamasını istemeyen suçlular ve ışığın parlaması için gerekirse hayatını verebilecek olan doğrucular vardır hayatta Zola’ya göre. Ve gerçek yürümüş, onu hiçbir şey durduramamıştır.
Melike Karaosmanoğlu
(Bu yazı, AltÜst dergisinin 28. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari)