Charles Darwin’in Türlerin Kökeni, 159 yıl önce Kasım ayında yayınlandı. Sekiz yıl sonra Das Kapital’i yayınladığında Karl Marx kitabını imzalayıp Darwin’e gönderdi.
İrlanda’da Başpikopos James Ussher’ın 1650’de yayınladığı hesaplara göre, Tanrı dünyayı ve insanı ve tüm türleri M.Ö. 4004 yılında yaratmıştı. Ussher bu rakamı, İncil’de kimin kimi doğurduğunu anlatan listeleri inceleyerek, ortalama insan ömrünü ve Kitap’ta sözü edilen olay ve tarihleri hesaba katarak bulmuştu. Aynı hesaba göre, Nuh’un gemisi M.Ö. 2349’da demir almıştı.
Gülebilirsiniz, ama dünyanın 6000 yıldan kısa bir süredir var olduğu, yaklaşık 200 yıl boyunca hiç sorgulanmayan bir gerçek olarak kabul gördü. Ussher’dan birkaç yıl sonra, Cambridge Üniversitesi rektörü John Lightfoot daha hassas ve ayrıntılı bir çalışmayla dünyanın M.Ö. 4004 yılında, 23 Ekim Pazar günü sabah saat 9’da yaratıldığını hesapladı.
Ussher’dan yüz yıl sonra, Fransız doğabilimcisi Georges Louis Leclerc erimiş madenlerden oluşan dünya boyutlarındaki bir nesnenin ne kadar zamanda soğuyup sertleşeceğini hesaplayarak ve kilisenin gazabını üzerine çekmeyi göze alarak dünyanın yaşının 75 bin yıl olduğunu tahmin etti. “Yanılıyor olabilirim,” dedi, “yarım milyon yıl bile olabilir! Zaman, doğanın büyük ustabaşıdır”.
Sadece zaman
Sonra, 1820’lerde İngiltere’nin güney kıyılarında fosiller bulunmaya başlandı. Bunların artık dünyada yaşamayan, benzerleri bile bulunmayan dev hayvanlara ait kemikler olduğunu anlamak uzun sürmedi. Hayvanlardan birine İguanodon adını taktılar. Ama nasıl olabilirdi? Tanrı her şeyi birkaç bin yıl önce aynı anda yaratmıştı. Bu hayvanlar ne zaman yaşamış, ne zaman ve niye yok olmuştu?
Sonra, İskoçya sahillerinin jeolojisini elinin içi gibi bilen James Hutton, dünyanın yüzeyinin sınırsız bir zamana yayılan süreçler sonucu oluştuğunu ileri sürdü. Süreçleri anlattıktan sonra “Başka neye ihtiyacımız olabilir? Hiç, sadece zaman” dedi. Ateist olmakla suçlandı. Oysa, Tanrı’nın dünyayı yedi günde yarattığına inanıyor ve anlattığı süreçlerin sekizinci gün başladığını düşünüyordu.
Nihayet, Charles Lyell tedricî değişim ve sınırsız zaman kavramları üzerinde yükselen, üç ciltlik Jeolojinin İlkeleri kitabını kaleme aldı. Ve bundan sonra artık kimse dünyanın birkaç bin yıllık bir gezegen olduğunu düşünemedi.
Üniversiteyi bitirip Beagle gemisinde beş yıllık yolculuğuna çıktığında, Darwin’in yanına aldığı kitaplardan biri de Lyell’ın birinci cildiydi. Zamanın önemini bu kitap sayesinde kavradı. Bir tür bir başka türe nasıl dönüşebilir? Yeterince zaman olursa.
Zaman oldu. Gezegenimiz 4,6 milyar yıldır var. İlk canlı, o garip, tek hücreli yaratık, yaklaşık 4,2 milyar yıl önce ortaya çıktı.
Lüfer, papatya ve insan
O tek hücreli yaratık dört milyar yılda bana, lüfere ve papatyaya (ve dünyada şu anda bilinen diğer 9 milyon canlı türüne) dönüştü!
Her çocuk (insan çocuğu, lüfer çocuğu, papatya çocuğu) nasıl bir yaratık olacağını belirleyen genlerinin yarısını anneden yarısını babadan alıyor; anne ve babanın genleri kopyalanıp çocuğa geçiyor. O nedenle lüferin çocuğu lüfer oluyor ve ben babama çok benziyorum.
Genler kopyalanıp çocuğa geçerken bazen fotokopi hataları oluyor. Bir gen ‘mutasyon’a uğruyor, farklı geçiyor çocuğa. O gen önemsiz bir gen olabilir, o zaman pek bir şey değişmiyor. Ama çocuğun önemli bir özellliğinin değişik olmasını sağlayan bir gen de olabilir; o zaman çocuğun rengi farklı, boyu uzun veya dişleri sivri olabilir.
Bu farklılık nedeniyle çocuk çevreye daha zor uyum sağlayarak yaşam mücadelesinde sorunlu hâle gelebilir. O zaman zaten erken ölür, az ürer ve o gen yok olur gider. Ama tersi de olabilir. Rengi değiştiği için onu yiyen hayvanlara görünmez hale gelebilir, boyu uzadığı için daha yüksekteki yapraklara erişiyor olabilir, dişleri sivri olduğu için palamut yiyebilecek hâle gelebilir. Yani çevresine daha uygun, yaşam mücadelesinde daha avantajlı bir duruma gelebilir. O zaman uzun yaşar, daha çok ürer ve zamanla o gen nüfusun bütününde mevcut olur. Yeni bir hayvan türü çıkmıştır ortaya.
‘Doğal seçilim’ olmuştur.
Gen mutasyonları hep oluyor. Çoğunun hiçbir sonucu yok. Ama yaratığın doğal çevresine daha uyumlu olmasını sağlayan mutasyonları doğa, bir anlamda, “seçiyor”.
Evrim sürecinin özü aşağı yukarı bundan ibaret.
Nezle virüsü bizim gibi yılda bir üremiyor ve ürediğinde tek bir çocuk doğurmuyor. Hergün üreyip milyonlarca çocuk üretiyor. Dolayısıyla, çok sayıda yeni mutasyon oluyor. Ve bunlardan pek çoğu virüse yeni bir avantaj kazandırıyor, virüs evrimleşiyor.
Nezle gibi basit bir sorunla, üstelik nedenini gayet iyi bildiğimiz bir sorunla, bu yüzden bir türlü başedemiyoruz. Bir ilaç buluyoruz, “Tamam, bu sefer oldu” derken, herif değişiveriyor, bulduğumuz ilaçtan etkilenmeyen farklı bir virüs hâline geliveriyor.
Büyük beyin, konuşmak, sosyallik
Ağaçlarda yaşayan, dik durup yürüyemeyen, maymuna benzer bir hayvan milyonlarca yıl boyunca çeşitli mutasyonlar geçirerek iki ayak üzerinde yürüyen, kılsız, büyük beyinli, konuşabilen, çok sosyal bir hayvana dönüşmüş.
Değişimin her aşaması o hayvana o günün çevre koşullarında bir avantaj sağlamış, kalıcılaşmış.
Ve büyük beyin o kadar büyümüş ki, geri bakıp bu süreci merakla izleyip çözecek, anlayacak hâle gelmiş!
Bunların hiçbiri “teori” değil. Yerçekimi kanununu ne kadar iyi biliyor ve anlıyorsak, evrim sürecini de o kadar biliyor ve anlıyoruz. Genleri, mutasyonları, mutasyonun niye ve ne kadar sık olduğunu, hangi genlerin ne zaman değiştiğini, şempanze ile insanın ortak atasının ne zaman farklılaşmaya başladığını, ondan sonra ne tür hayvanların nasıl değişerek insana doğru evrildiğini biliyor ve anlıyoruz.
Roni Margulies