Şenol Karakaş, Sosyalist İşçi'nin 626. sayısında 101. yılında Ekim Devrimi'nin ne anlama geldiğini tartışıyor.
Yüz yıldan uzun bir zaman önce Rosa Luxemburg şöyle yazıyordu: “Tüm kapitalist ilişkilerdeki son sağlamlılığı yok etme, her tarafı en fazla esnekliğe sokma, tüm kapitalist güçleri son sınırına kadar genişletme, göreceli ve duyarlı yapmaktan başka bir şey değildir. Böylece kapitalist ekonominin birbirlerini iten güçlerinin periyodik çarpışmalarından başka bir şey olmayan bunalımlarının derinleşip kolaylaşacağı çok açıktır.”
Gerçekten de Birinci Dünya Savaşı kapitalist sistemin bunalımlarının derinleşmesinin ürünüydü. Avrupa, kendini hiç beklemediği bir savaşın içinde buldu. Savaş, tüm ülkelerde sadece milliyetçi bir dalga yaratmakla kalmadı, şiddetli bir ekonomik yıkım anlamına da geldi. İşte bundan 101 sene önce patlayan Ekim Devrimi krize, savaşa, yoksulluğa, derin istikrarsızlığa, ölümlere ve derinleşen adaletsizliklere karşı işçilerin “Artık yeter!” duygusunun patlak vermesiydi. Rusya’da 1917 yılının Şubat ayında kendiliğinden başlayan sosyal devrim, Ekim ayında, aylar süren mücadelenin ürünü olarak zaferle sonuçlandı.
Ekim Devrimi saf bir işçi devrimidir, bu işçi devrimi Bolşevik Partisi gibi bir işçi partisinin yönlendirmesi, koordinasyonu olmadan iktidarı ele geçiremezdi.
Ekim Devrimi, öte yandan, sadece bir Rus işçi devrimi olarak görülmemelidir. Devrim, hem dünya işçilerinin aktif desteğini kazandı, Almanya’da işçi sınıfı Rus işçilerinin devrimci heyecanını daima destekledi hem de Rus işçileri kendi devrimlerini dünya devriminin bir işaret fişeği olarak görüyordu. Kapitalizmin yarattığı küresel savaş, yoksulluk ve yıkımdan ancak işçi sınıfının küresel devrimiyle çıkılabileceği, tek bir ülkenin sınırlarına hapsolmuş bir devrimin yaşama şansı bulamayacağı çok açıktı.
Rus işçilerinin devrimi gerçekten de işçi sınıfının dünya çapında isyanının habercisi oldu. Devrim Birinci Dünya Savaşına son verirken, kapitalizmin krizine başka bir yanıtın mümkün olduğunu da gösterdi. Almanya, İtalya, Avusturya, Macaristan, Çin, İspanya, antikapitalist alternatifin kendisini açıkça ortaya koyduğu işçi devrimleriyle sarsıldı. Rus işçileri 101 sene önceki eylemleriyle, devrimler çağının kapısını açtı.
Bu kapıdan en son girenler ise Arap işçileri ve yoksulları. 2011 yılında Tunus’ta başlayan isyan dalgası bir yıl içinde neredeyse tüm Arap halklarını içine çekti. Fakat Rus işçilerinin deneyiminin gösterdiği gibi, işçi hareketinin eşi benzeri olmayan patlamalarını yönlendirecek kitlesel işçi partileri yoksa hareketler egemen sınıfların her saniye işleyen bölme mekanizmalarına karşı direnemiyor.
Neoliberalizmin zaferinden krize
Neoliberalizmin zaferinin ilan edildiği dönemde kapitalizmin içten içe derinleşen krizi, Rosa Luxemburg’un görüşlerindeki haklılığı gösterdi. Arap halklarının isyanı bu krize karşı başka bir dünyanın mümkün olduğunu kanutladı. Üstelik, Türkiye’deki tartışmalar da zaman zaman dünyadaki tartışmaların arka bahçesi işlevini görür ve Türkiye’de de kapitalizmin sarsılmaz zaferini ilan eden çok sayıda yazar ve gazeteci kapitalizm açısından işlerin biraz daha iyi gittiği dönemlerde özgüvenle kapitalizm güzellemeleri yapıyordu. Fakat son birkaç aydır yaşanan ve henüz giriş bölümünü izlediğimiz kriz, kapitalizm güzellemesi yapanların değil, Rosa Luxemburg gibi sosyalistlerin haklı olduğunu kanıtlıyor. Türkiye kapitalizminin bu yılki dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar. Son bir yılda mutfak harcamaları 1000 TL arttı ve Türk Lirası dolar karşısında yüzde 40 değer kaybetti. Kriz, sadece kapitalizm güzellemesi yapmayı imkânsız hâle getirmiyor, milyonlarca insanın aynı anda hızlı bir sorgulamaya girmesi anlamına da geliyor.
Egemen sınıflar bölünüyor
“Katı olan her şey buharlaşıyor.” Kapitalizm olağan dönemlerinde bile yakarak, yıkarak, sürekli bir değişimi zorlayarak baş dönmesi yaratırken, kriz zamanları bu baş dönmesi tüm sınıflar açısından ayakta durmayı zorlaştıran bir bulantı hâlini alıyor. Egemen sınıflar kriz zamanlarında kendi aralarında bölünmeye başlıyor; devlet inisiyatif alarak bu bölünmüşlüğü egemen sınıf açısından dayanılabilir bir düzeyde tutuyor. Fakat devletin de iç tutarlılığını yitirdiği, yönetim sisteminde radikal değişikliklerin gözlemlendiği, devletin tüm kanatlarının sadece ‘devletin bekası’ kaygısının dile getirilmesi odağında birleşmiş görüntü arz ettiği koşullarda, egemen sınıf açısından da riskler artmaktadır. Dün “evet” denilene bir gün sonra “hayır” denildiği koşullara bir örnek: Maliye Bakanı’nın övünerek açıkladığı bir uluslararası kuruluşla kriz sürecini atlatmak için anlaşma yapılması, bizzat partili cumhurbaşkanı tarafından kısa sürede çürütülebiliyor. Bu, hem TÜSİAD’ın eklemlenmiş olduğu küresel sermaye çevreleri açısından, hem bizzat TÜSİAD açısından, hem de TÜSİAD’a eklemlenmeye çalışan büyük sermaye grupları açısından tarifsiz bir belirsizlik anlamına geliyor. Krizin henüz başlangıcında siyasal gelgitler sadece egemen sınıf içindeki belirsizlik, güvensizlik ve çelişkileri derinleştiriyor. O kadar ki, cumhurbaşkanı aynı konuşmanın başlangıcında “krizi fırsata çevirmek” gerektiğini söyleyip kriz fırsatçılığını eleştirirken, birkaç dakika sonra Türkiye’de kriz olmadığını ilan edebiliyor. Krize karşı tedbirlerin düzeyi bakanlıklar ve büyük sermaye temsilcileri tarafından ‘istişare’ toplantılarında ele alınırken, aslında krizin yaşanmadığının ilan edilmesi, krizin yarattığı dayanılmaz baş dönmesini egemen sınıf açısından korkutucu bir hâle getiriyor.
‘Beka kaygısı’nın küreselliği
Üstelik, bu baş dönmesi Türkiye egemen sınıfına özgü de değil. ‘Beka kaygısı”nı öne sürmek de Türkiye’ye özgü değil; bu kaygıyı neoliberalizme ve emperyalizmin hoyratlıklarına karşı bir örgütlenme aparatına dönüştüren siyasal eğilimlerin otoriter yönetimleri kitlesel bir destekle hakim hâle getirme çabasının da yerel bir sorun olmaması gibi. Sadece Erdoğan’ın siyasi gücü aşırı bir şekilde kendi ellerinde toparladığı bir dünyada yaşamıyoruz; Macaristan’da, Rusya’da, Hindistan’da gücü siyasal iktidardan uzaklaştırılmasına izin vermeyecek düzenlemelerle ellerinde merkezileştiren parti liderleri bir yandan, güçler dengesinin dağılımının şimdilik buna izin vermediği ABD’de denetleyici bütün burjuva demokratik kurum ve gelenekleri ayak bağı olarak gören ve ırkçılara açık çek veren Trump’ın başkanlığı öte yandan, dünyanın içinden geçtiği evreyi sonu öngörülebilir olmaktan çıkartıyor.
Savaş ve ırkçılık
Suriye, emperyalist kapışmanın deneme tahtası olarak şiddetli bir yıkım yaşamaya devam ediyor. Esad, kendi kişisel beka kaygısını Suriye’nin beka kaygısı olarak sunmakta gösterdiği büyük başarıyla, Rusya’nın (özünü ABD’ye meydan okuma emperyalist güdüsünün oluşturduğu) desteğini arkasına alabildi. Emperyalizm, özellikle ABD hegemonyasının kısmi gerilemesinden kaynaklanan ‘çoklu krizini’ yaşamaya devam ederken, bölgesel devletler, siyaseti bir varoluş-yokoluş ikilemi içinde tarifleyerek, hem ‘olmakta olan ama hem de olacak olan” büyük bir belaya karşı, beka kaygısı etrafında devlet politikalarıyla hareket ediyorlar.
Bu gerilim, 2008 krizinin tetiklediği ekonomik politikalar istikrarsızlığı, belirsizliği ve bu belirsizliğe karşı radikal siyasal eğilimleri tetikliyor. Sadece ırkçılık değil ırkçılığa karşı mücadele etme isteği de sadece krizin yarattığı yoksullaşma değil yoksulluğa karşı direniş, kitle eylemleri de yaşanıyor.
Ekim Devrimi 101 sene öncesinden bugüne baktığında zamanın aynasında kendi suretini görüyor. Bu devrim ve o günün işçilerin mücadele ettiği koşulları andıran dünyada, Ekim Devrimi geçmişimiz, geleceğimiz ama en önemlisi bugünümüzdür!
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)