1979 İran devrimi, 1789 Fransız devrimi ve 1917 Ekim devrimi; bütün bu devrimlere baktığımız zaman (süreç içerisinde ortaya çıkardıkları sonuçlardan bağımsız olarak söylüyorum) hepsinde eski devlet mekanizmasının çöktüğünü yeni bir toplumsal düzenin inşa edildiği görüyoruz. Kendi içine girdikleri siyasal ve toplumsal krizi bir devrim sonucu aştıklarını ve yeni toplumsal sınıflar ile yeni bir politik sürecin önünü açıp yollarına devam ettiklerini biliyoruz.
Devrimsel süreçlerin en önemli öğelerinden biri, devrim öncesi gerçekleşen politik tartışmalardır. Bu tartışmaların önde geleni ise "devleti,toplumsal ve siyasal düzeni içine girdiği krizden nasıl kurtarabiliriz"dir. Toplumun bir kesimi ve o toplumun aydınlarının bir bölümü statükoyu koruyarak ve geleneksel yapımızı koruyup muhafaza ederek var olan krizi aşabiliriz derken, diğer bir kesim ise devleti koruyup kollayarak veya belli reformlar yaparak bu kaosu aşamayız ancak devleti var olan devlet mekanizmasını bir devrim sonucu ortadan kaldırarak içine girdiğimiz bunalımı krizi aşabiliriz demekteydi. Dolayısıyla devletin doneleri ile yapı taşlarıyla oynamayan Osmanlı ve Türkiye gibi ülkeler, içine girdiği krizi veya krizleri üst tabakayı baz alan bir reform süreciyle aşmaya çalışırken, yazının başında da ifade ettiğim gibi 1979 İran, 1789 Fransa ve 1917 Rusya, kendi siyasal krizlerini bir devrim ile aşmayı ve bu sayede yeni bir toplumsal düzen kurmayı başardılar.
Günümüzde unutmamak gerekir ki, kendi krizlerini devrim ile aşanlar, kendi krizlerini sözde reform ile aşanların gerek ekonomiksel olarak, gerek siyasal ve kültürel olarak çok gerisinde kalmakta, kendi krizini devrim ile aşanların gölgesinde kalmaktadır. Osmanlı'dan günümüze bu topraklarda statükoyu, var olan kokuşmuş ve çürümüş devlet mekanizmasını koruyup kollayarak veya devleti demokratikleştirip dönüştüreceğine inanan, iktidarından muhalefetine geniş bir kesim var. Rejimin günahlarıyla yüzleşeceğine, rejimin demokratikleşeceğine ve rejimin halklaşacağına bel bağlamış, esasen rejimden kendisine pay kapmak isteyen, rejime ortak olmak isteyen ve bu durumu da süslü laflar ile perdelemeye çalışan Türkiye’deki politik dinamikler, tarihin tekerrür etmesinden başka bir işe yaramamaktadırlar.
Rejimi, resmi ideolojiyi ve resmi tarih ile cepheden hesaplaşılmadan, bu rejimi tartışma konusu yapmadan gerçek anlamda demokratikleşip özgürleşebilir miyiz? Mevcut siyasi partilere baktığımız zaman birçoğunda bu misyonun olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla halkların ve ezilen sınıfların gaspı ile kurulmuş olan bu rejim, tarihsel olarak kapsayıcı olmayan, tekçi ve diktatöryel bir anlayışın üzerine oturmaktadır. Osmanlı'dan günümüze uzanan bir sorgulama süreci olmadan, kuruluşu ve bu kuruluştan sonra ortaya çıkan baskıcı kurumsallaşmayı tartışmadan, yeni bir kuruluş paradigması ile ortaya çıkmadan en ufak bir yol bile kat edemeyiz.
Tarihin trenini kaçıran, geç kapitalistleşmiş Türkiye Cumhuriyeti gibi ülkeler, gelişmiş batı ülkeleri ile aralarındaki farkı, yaptıkları üst tabayı kapsayan reformlara rağmen korumayı başarmış, gelişmiş kapitalist ülkelerin tarihsel süreç içerisinde zaman ve mekanın değişmesine rağmen gerisinde kalmayı, tarihsel olarak ilerlemeyi başaramamıştır. Tanzimat’tan başlayıp günümüze kadar devam eden bu reform sürecinin esasen amacı, batıyı, gelişmiş, sanayileşmiş, tarım toplumundan, sanayi toplumuna geçmiş olan ülkeleri yakalamak değil; bu ülkelere uyum sağlamak, bu ülkelere farklı bir biçimde entegre olmak ve yedeklenmektir. Kemalizmin muasır medeniyet ve AKP’nin Batı bloğu ittifakı içinde yer almasının da yegane nedeni budur.
Esasında bu topraklardaki siyasi dinamiklerin, Mustafa Reşit paşadan Mustafa Kemal’e, ondan da Tayyip Erdoğan’a, batı ile batı kapitalizmi ile gerçek anlamda bir dertleri olmamış, bu topraklardaki üst tabakadaki bütün çekişmelerde "batıya entegre yeterince olamadık", bunun özcesi "ülke içinde sömürü koşullarını yeterince derinleştiremedik"tir. Dolayısıyla Tanzimat’tan günümüze batı ile orantısız, eşit olmayan bir işbölümü vardır. Bu orantısızlık nedeni ile kendi iç huzurunu ve refahını yakalamayan, giderek ülke içinde sorunların arttığı, sosyal eşitliğin ve adaletin bir türlü sağlanamadığı, halklar arasındaki yabancılaşmanın, düşmanlaşmanın tavan yaptığı, komşu ülkeler ile gerginliklerin her geçen gün artığı bir ülke hâline gelmiştir bu topraklar.
Dolayısıyla iki yüz yıla yakın bir zamandır bu topraklarda yıkılmakta olan bir binaya sürekli restorasyon yapılarak, sürekli boyanarak binanın yıkılması, çökmesi engelleniyor. Hasta adam Osmanlı’dan günümüze, belli reformlar ile kurtarılmaya, iyileştirilmeye çalışılıyor. Hasta adamın ölümü, esasında geciktirilmeye çalışılıyor. Hasta adam ölmeli yani rejim değişmeli, yeniden halkları ve bu topraklardaki bütün ötekileri kapsayacak, sosyal eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldıracak bir yeniden doğuş olmalıdır.
Mehmet Can