Anlaşılan, bu memlekette uzun süren bir huzur dönemi bir türlü yaşayamayacağız. Belki en fazla birkaç yıl… Mesela 12 Eylül darbesi; darbeciler 2-3 sene her bir haltı yediler; sonrasında toplum olarak bir heyecanla onların düzenini aşmak için epey ter döktükten sonra, her ne kadar kusursuz gül bahçesi olmasa da, 80’lerin sonlarında, 90’larda bir parça ‘rahatlamış’ bir dönem yaşamıştık. Ama gene de bu kelimelerin anlamlarını ince eleyip, sık dokuyarak düşünelim. Pek çok sorunun temelini atan neoliberal politikalarla o zaman tanıştık. Biz memleketin batısında, sanki işler fena gitmiyormuş gibi düşünürken, Güneydoğu’da Diyarbakır cezaevinin türevleri “faili meçhullerle” sürüyor; yıllardan beri aka aka gözyaşları kuruyan Cumartesi anneleriyle tanışıyorduk çok sonraları…
Sonraları Susurluklar, 28 Şubatlar derken, eskimiş düzen partilerini “aşan”, “yepyeni” bir partiye teveccüh gösterdik, umutlanmak istedik; AKP adlı o parti de, devletçi otoritarizm ile, tarihi haksızlıklarla hesaplaşacağının, travmalarımızla yüzleşeceğimizin işaretlerini verdi bize. Umuda çok ihtiyacımız vardı; “alın size umut!” dedi. Günde her halükarda 2 kere doğruyu gösteren saatler gibi, söylenenlere değil, söyleyenlerin kim olduğuna bakan kimlik uzmanları, umutlandığımız için bizi saf, aptal ve hain olarak niteledi.
Biz umut duyarken, bizim umudumuzla da hemhal olduğunu gördüğümüz bu yeni partiyle merkeze ve yukarı taşınan yeni sınıfın, iktidarla aynı yatağa girince, kibri tavan yaptı. Bir anda “mühim” oldu. Ve kendisine umut bağlayanlardan uzaklaşıp, eski düzenin bekçiliğini yapan ve ilkelerden çok, bekçiliğin kutsallığına tapan zümrelerle mecburen hemhal olunca, daha garantili, keyifli ve tuzu kuru bir hayat çok hoşuna gitti. Daha önceleri bekçiler onları çok aşağılamıştı; şimdi bekçilerle bir olup, kendilerini o çok özledikleri yerden indirme riski taşıyan herkesi aşağılamayı çok sevdi. Fakir ve aşağılanmış bir genç olarak kapısına yaklaşamadığı konağın şimdi ortağıydı artık. Eskinin hırsını, intikamını almak için tabii ki tepe tepe bütün imkânlarını kullanacaktı. Tabii esas aktörün gerektiğinde taşeronluğunu yaparak…
Üstelik hızla alışıp çok sevdiği bu oyunda, düne kadar kendisini aşağılayan eski bekçiler de epey şekil değiştirip, bu dalgadan gayet iyi nasiplendiler. Düne kadar çağdaş milliyetçilik ya da muhafazakâr milliyetçilik ve de laiklik konusunda mangalda kül bırakmayan, her fırsatta bu yeni “İslamcı” partiye küfreden parlak okumuş yazmışlar, iktisatçılar, kanuncular da bu yeni hizaya teker teker geldiler; yeni kurulan düzenin meşruiyet başları olarak avluya dizildiler.
Yeni sınıfın “İslamcı” ulu önderi, ahbap olarak dışarıda Trump ve Putin gibi başka ulu önderler bulurken, içeride de “solcu” Perinçek, “milliyetçi” Bahçeli gibi eski nizamın hep var olan bekçileriyle sahneyi tamamladı.
Onlar sayesinde memleketimizde her zaman bir meşruiyet sorunu ya da eksiği olan bekçiler muhteşem sadık bir taban buldular kendilerine. Yeni kutsal koalisyon ve bu yeni koalisyonun içinden çıkan her duruma uygun söylem parçalarıyla, (“anti-emperyalizm”, “yüce Türk ırkı”, “din iman”) sayesinde, hem bu taban genişledi hem de geleneksel “beka sendromu”nun meşruiyeti tavan yaptı. Orta Asya’da Ergenekon’dan çıkış efsanesi, düşmanlarla çevrili Anadolu’dan şimdilik güneye doğru çıkmak anlamında, yeni bir hayat kazandı.
Düne kadar, yeni seçkinler Newroz’larda Şivan Perver’le el ele, kol kola sahnelere çıkarken, bu vesileyle, artık kamusal alanlarda Kürtçe konuşan ihtiyar amcaların kafasını kırmak çok büyütülecek bir sorun olmaktan çıktı.
Yargıdan, piyasaya, üniversitelerden medyaya kadar bu yeni seçkin sınıfın elemanları, açgözlü bir şekilde, her şeyi ama herkesi yenmeye, her şeyi elde etmeye soyunmuş durumdalar. Düne kadar ezik bir şekilde sindikleri yerlerden, çok genç yaşlarda yakaladıkları muhteşem bir fırsatla, gururla kürsülere, müdürlüklere geçtiler. Hakim oldular; onları oraya getiren iradenin kendilerinden istediklerini yaptılar, kendileri de keyifle cezalar yağdırdılar. Karşılarına gelen koca koca adamlara ve kadınlara “sen” diye hitap edebilmenin keyfini çıkardılar. Televizyonlara, gazetelere el koydular; “haberci”, “yorumcu” gibi sıfatları kartvizitlerine yazdılar. İstedikleri gibi, istedikleri insana, cevap verme imkânı olmayan insanlara küfrede küfrede haberler yaptılar. Entelektüel olarak, akademik olarak bir türlü giremedikleri, tutunamadıkları ya da diplomasını alamadıkları üniversiteleri zorla, katakulliyle, kurnazlıkla ele geçirdiler. Kendilerinin bir türlü ulaşamadığı yetkinliğe sahip olan gencecik parlak akademisyen kuşaklarını tırpanladılar.
Hrant Dink Vakfı’nın önce Kayseri şehrinde düzenlemek istediği, Kayseri Valiliği tarafından yasaklandığı için, 18-19 Ekim’de İstanbul’da vakıf merkezinde düzenlenecek “Kayseri ve Çevresi Bilimsel Konferansı” gene yasaklandı… Memlekette ortaya çıkan sermaye birikiminin ne kadar muhataralı olduğunu bildikleri için, üstelik bu sermaye birikimi arsızca oluşmaya devam ettiği için, kapitalizmin ne kadar üçkâğıtçı olduklarını bildikleri için, bu mevzuları konuşmanın çok tehlikeli olabileceğini bildikleri için yasakladılar.
Kısa bir parantez açayım: 10-15 sene önce gazetem.net adlı internet sitesinde yazarken, çocukluğumda yaşadığım mahalleden bazı korkunç anılar paylaşmıştım. Özellikle Kıbrıs krizleri sırasında Rum ve Ermeni vatandaşlara dönük şiddeti yazdığımda, birileri beni “hayal görmekle” suçlamışlardı. Yani var olan rejimin üzerinde kurulu olduğu “kurgu”yu sorunsallaştırmak her zaman ya yasak oldu, ya bunu yapanlara fiziksel veya sembolik şiddet uygulandı. Şimdi de yeni sınıfın organları, sorgulanmaya tahammül edemiyorlar. Bu yüzden, sıradan toplantıları (mesela Demokrasi İçin Birlik – DİB toplantısı) da yasakladılar.
Herhangi bir yerdeki herhangi bir seçimi, hayat memat meselesi olarak gördüler. Devasa bir makine gibi kullandıkları devlet gücüyle, her yere girip, kaybetmemek için her şeyi yaptılar. Gene de belediye seçimlerini kaybettiler ama kaybettikleri belediyelerin de kimseye yar olmaması için, onları gerekirse çökertip, “gördünüz mü işte, biz olmayınca nasıl çöküyormuş!” diyebilmek için, Hamidiye sularından belediyenin zırnık kazanmaması için, ancak bir şehrin malı olarak anlamlı olabilecek Sirkeci ve Haydarpaşa garlarının belediyeye bırakılmaması için her türlü taklayı attılar.
Belediye başkanı bir adamın derdini dinlemiştik bir zamanlar. “Herkes Audi’yle giderken benim Passat’la gitmem hiç yakışık almıyor; ne derler bana!” gibisinden medyaya hayıflanıyordu. Sonra (yanlış hatırlamıyorsam) halkının verdiği paralarla Audi’sine kavuşmuştu. Adamın derdi itibardı… Onun gibi bugün yeni güçlü sınıf olmuş olanların en büyük derdi de itibar. Ama ahlakla, dürüstlükle elde edilen bir itibardan ziyade, parayla, arabayla, lüks yaşamla elde edilmeye çalışılan bir itibar. Ya da itibarı sadece maddiyatla veya güçle elde edilen bir şey zanneden bir yeni seçkin sınıf.
Hiçbir şeyden çekinmediler. Her şey satılabilir her şey parayla alınabilirdi. Gerekirse, işler kötüye giderse, “işler kötüye gidiyor” deme imkânını ortadan kaldırmak üzere, savaş bile kullanılabilirdi. Ama “şey acaba bu savaş mantıklı mıdır, nasıl bir şeydir?” deme imkânını da ortadan kaldırdılar. (Nedense, burada bizim memlekette son zamanlarda, Nazi beyefendisi Goering’in Nürnberg mahkemeleri sırasında ettiği şu laf daha sık aklıma geliyor: “Halkı ikna etmek kolaydır; yeter ki ülkenize saldıran bir düşman olduğuna ikna edin ve buna ikna olmayanların da hain olduğunu söyleyin… İnsanlara her şeyi yaptırabilirsiniz, savaşa da sokabilirsiniz.”) Buna karşılık, artık spor da iyice politik ve askeri hayatın dolaysız bir uzantısı haline geldi. 1936 Berlin Olimpiyatlarında Alman sporcuların verdikleri selam, bizim buralarda futbol sahalarındaki selamlar ile karşılıklı göz kırpar hale geldi. Osmanlı ordusunu eğiten Alman subayların öğrettiği “Volk in waffen” (silahlanmış halk ya da “millet-i müsellaha”) şiarı, militarize olmuş ve düşünmeyi bir kenara bırakmış bir toplumun önemli bir kısmının ruhuna sızdı.
Dolayısıyla, biraz umutlandığımız “huzurlu” ortam, Gezi’nin etrafında örülen komplo edebiyatı ve korkunç bir dezenformasyon inşası (esas aktörlerin bir türlü özür bile dilemedikleri “Kabataş’taki bacımız”, “camide içki içtiler”) ile başlayan süreç, başarısız darbe girişimi / başarılı bir organizasyon olarak 15 Temmuz ile birlikte tam bir kabusa dönüştü.
“Sadece bizde yokmuş” diyerek sevinmeli miyiz, yoksa tam anlamıyla kahrolmalı mıyız, bilmiyorum ama ortak bir huzursuzluk ve negatif bir ruh hali giderek bütün dünyayı ele geçiriyor. Huzursuzluğun içinden çıkan yüce iradelerin hepsi konuşurken adeta Olimpos ya da Kaf dağı gibi yüksekten bir yerlerden aşağıya doğru salladıkları şimşekler eşliğinde konuşuyor. Mesela Çin’in yüce zaferi için Çin halkının köle gibi çalışmasını sağlayan ekonomik ve politik zorbalığın en tepedeki temsilcisi Şi Jinping, Hong Kong’a da, Uygur Türklerine de parmağını sallayarak: “Çin’i bölmeye çalışanların cesetlerini çiğner, kemiklerini parçalarız” diyor. Brezilyanın Bolsanaro’su da bütün muhaliflerini öldürmenin en iyi çare olacağını söylerken, Hindistan’ın Moodi’si de Assam eyaletindeki bütün Müslümanları kayıtlardan “delete” ederek, gelecekteki muhtemelen kırımların zeminini hazırlıyor.
Ancak anlaşılan, bunların hepsi, birbirlerinin anladığı dilden konuşuyor. Zamanın havası bu. Birbirlerini besliyorlar. Her biri müthiş karizma… Her biri, memleketlerini “yeniden büyük” görmek gibi muhteşem bir kompleksin tezahürü olarak, ruhları okşandığı sürece tatmin olan halklarının yarıya yakınının desteği ile havalanıyor. Her biri, fırsat olsa birbirleriyle savaşarak, en azından savaşıyormuş gibi görünerek, kendi ülkelerinde “kahraman” olmanın hayaliyle yaşıyorlar. Her biri memleketlerinde, ta göbeğinden konuştukları popülizm ile piramidin en tepesindeki “yeni sınıfların” bitmez tükenmez çıkarlarını mükemmel bir şekilde birleştirebiliyorlar.
Alternatif konuşmanın yasak ya da riskli olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Daha önceki zor zamanlarda konuşmaktan daha da zor ve bıkkınlık verici olan bir zamandayız. Ama toplumun en az yarısı, bu yeni sınıfların devasa gücüne, bağrışına ve çağrışına rağmen, onların kutsallıklar eşliğinde anlattıklarına ve pazarlamaya çalıştıklarına inanmıyor. Bunu yüksek sesle söylemek için mecrası yok ama her köşe başında mırıldanıyor.
Bu yüzden, tam da bu adaletsiz güç farkından ötürü, Golyat, Davut karşısında hiçbir zaman kahraman olamıyor.
Ferhat Kentel
(Jineps)