Bir günün içinde değişen yaşamlar

13.07.2018 - 10:39
Haberi paylaş

Cengiz Aktar, 20 Haziran Dünya Mülteciler Gününde Açık Radyo’da yayınlanan “Nereye Doğru” programında ilginç bir olay anlattı.¹

Bosna Savaşı sürerken uzun yıllar boyunca Slovenya’da bulunduğunu belirten Aktar, orada ciddi bir ayı nüfusu bulunduğunu ve Slovenya’daki resmî makamların bu ayıları tek tek sayarak çetelesini tuttuklarını belirtiyor. Bosna Savaşı yıllarında Slovenya’daki bu ayı nüfusunun ciddi biçimde arttığı fark edilmiş ve bunun nedenleri araştırıldığında savaş nedeniyle Bosna’nın batısındaki Bihaç’tan aradaki Hırvatistan’ı geçerek Slovenya’ya ciddi sayıda ayının geldiği anlaşılmış. Daha ilginci, savaşın sona ermesinin ardından bu ayılar Bihaç’a geri dönmüşler. Cengiz Aktar, bu ilginç hikâyenin mültecilerle ilgili şu yalın gerçeğin bir görünümü olduğunun da altını çiziyor: “Kimse keyfinden göç etmez, illa ki bir sorun vardır.”

Ne var ki mülteci meselesi gündeme geldiğinde, özellikle de Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınanlar tartışıldığında, bu yalın gerçek sıklıkla ve yaygın biçimde göz ardı ediliyor. Daha beteri, Suriyeli mültecilerin ülkelerine gönderileceği vaadi seçim meydanlarında coşkulu büyük alkışlar alabiliyor. Avrupa’da mültecileri ülkelerine göndermeyi ya da onları hiç almamayı seçim vaadi olarak aşırı sağcı, ırkçı partiler dile getirirken, Türkiye’de sosyal demokrat olduğunu iddia eden liderlerden de benzer sözler işitmek mümkün.

Bütün dünyayı etkileyen ve giderek daha da derinleşerek bir insanlık krizi hâlini alan mülteciler sorununun yansımalarını son yıllarda edebiyat yapıtlarında da görüyoruz. Aslında çok yeni bir eğilim değil, ama yakın zamana kadar bu tema daha çok kendileri de göçmen olmuş yazarların kaleminden ele alınırdı. Batılı yazarların metinlerinde mültecilerin Batılı bireylerin hayatları ya da toplum üzerindeki etkisi görece yeni bir tema. Jenny Erpenbeck’in Gidiyor, Gitti, Gitmişi de bu sorunu odağına alan yapıtlardan. Romanda bir yandan mültecilerin hangi nedenlerle ülkelerinden kaçmak zorunda kaldıkları ve sonrasında neler yaşadıkları anlatılırken, bir yandan da Batılı bireylerin onların karşısındaki tutum ve algıları sorunsallaştırılıyor.

Romanda geçen şu ara cümle Erpenbeck’in temel meselesinin ne olduğunu açıkça gösteriyor: “Aslında bu vaka filan değil, onun hayatı.” Siyaset ve bürokrasinin birer “vaka” olarak gördüğü ve durumlarının yürürlükteki normlara (bu normların âdil ya da hakkaniyetli olduklarını söylemek de çok zor, hatta imkânsızdır) şeklen uygunluğu dışında hiçbir kişisel özellikleri önemsenip kale alınmayan her bir mültecinin hayatı, öbür mültecilerin hayatlarıyla kimi ortak yanları olmakla birlikte aslında biriciktir. Ne ki biz onların hepsini, dünyanın her neresinde ve ne yaşıyor olsalar da aynı görme eğilimindeyiz. Hatta çok zaman onları görmeyiz bile. Romanın başkahramanı emekli profesör Richard için de böyledir. Gündüz yanlarından geçtiğinde Berlin Alexander Meydanında eylem yapan Afrikalı mültecileri fark etmez, onların varlığından akşam televizyon seyrederken haberdar olur. Üstelik mültecilerin eylemlerine seçtikleri slogan ironik biçimde “Görünür Oluyoruz”dur.

Zaman, artık çok başka türden bir zaman

Gidiyor, Gitti, Gitmiş, aynı zamanda Richard’daki dönüşümün romanı olarak da değerlendirilebilir. Başta yanlarından geçerken mültecileri fark etmeyen emekli profesörün onların dünyasının önce farkına varıp sonra da o dünyayla ilişkilenmesinin hikâyesi. Tahmin edileceği üzere Richard’ın iç dünyasında da karşılıkları var yaşadığı dönüşümün. Ömrünün en verimli yılları Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde geçen Richard birkaç yıl önce karısını kaybetmiş, yakın zamanda da yaş haddinden emekli olmuştur.

Emekli hayatını düzenlemeye çalıştığı sıralarda şehirdeki mültecilerden haberdar olur. Emekli hayatında zaman durmuş gibi geliyordur ona. Çok şey için zamanı vardır, ama bunca zamanı olduğuna alışmasının ne kadar süreceğini bilmiyordur. Uzun yıllar boyunca esas işi düşünmek olduğundan, “hâlâ işleyen düşünme sürecinin ürettiği düşüncelerle ne yapaca[ğını]” da bilmiyordur.

Richard bekliyor, ama neyi, bilmiyor. Zaman, artık çok başka türden bir zaman. Aniden oldu. Böyle düşünüyor. Ve sonra düşünmeye elbette son veremeyeceğini düşünüyor. Düşünme hem kendisi hem de tabi olduğu o makine zaten.

Richard’ın zaman algısındaki değişim sadece emekli olmasıyla ilgili değildir aslında. Çoktandır, Duvar’ın yıkılmasının ardından zamana bir hâl olmuştur. “Halk devleti kırk yıl sonra ansızın çöküverdi, onunla birlikte ona ait olan gelecek de çöktü,” diye geçirir içinden. Bu geleceği “bir gün bütün insanlara nasip olacak, çok uzaklardaki o komünizm denen tümüyle mutlu zamanlar” diye tanımlar. Beri yandan böyle bir beklenti, umut, düş olmadığında, “Bugünün mutlu insanları[nın] neyin peşinde” oldukları sorusuna yanıt bulamıyordur. “Zaman duruyor mu? Hâlâ istenecek bir şeyler kaldı mı?” diye sorar kendi kendisine. Richard’ın düzeni iki Almanya’nın birleşmesinden sonra çok değişmemiştir, adanmış bir komünist olmadığı gibi, birleşme sonrasında da bir piyasa tapınıcısı olmamıştır. İzlemiş, gözlemiştir olan biteni; bu, biraz da mesleği gereğidir. İzledikleriyle arasındaki mesafeyi korumuştur. “Tüm meslek hayatı boyunca bu kadar soğuk kalmış olmasaydı o kadar çok şeyi anlayamazdı.”

Mültecilerden haberdar olduğundaki ruh hâli ve başta aldığı tutum da yıllardır yapageldiklerinin izlerini taşır. Açlık grevi yapmak zorunda kalan mülteciler için üzülür ama onlar “açlık grevi yapıyor diye bu yüzden aç kalması gerekmiyor[dur.]” Hatta böyle yapmanın “düşünsel açıdan da yersiz olacağını” düşünür. Mültecilerden haberdar olduktan sonra onların bir toplantısını uzaktan izler. Kayıtsız değildir mültecilere, ama daha önce olduğu gibi “sadece izlemek ve izlerken de rahat bırakılmak istiyor[dur]. Hiçbir gruba dahil değil[dir,] ilgisi sadece kendine ait, kendi mülkiyetinde ve son derece soğuk[tur].”

Gelgelelim, bu soğukluk, bu bilimsel mesafeyi koruyamaz, korumaz. Başlangıçta, “zamanın ne olduğu konusunda en iyi onun dışına düşmüş olanlarla konuşulabilir herhalde,” diyerek mültecilerle konuşmak, onlara kendileri, başlarına gelenler, şimdi neler yaptıkları vb konularda soru sormak isteği duyar. Çalışma izinleri olmadığı için hiçbir şey yapmadan, yapamadan hükümetin, Senato’nun kendileri hakkında bir karar vermesini beklemek zorunda kalan, önlerindeki zamanı nasıl değerlendireceklerini bilemeyen bu insanların zamanın dışına düştüğü kanısındadır. Romanda belirtilmez ama emekli olmuş kendi hâliyle mültecilerin bu askıda kalmış, zaman dışı hâlleri arasında bir bağ olduğunu da düşünebiliriz sanırım.

Roman ağırlıklı olarak Richard’ın tanıştığı, arkadaşlık ettiği mültecilerin Almanya’ya gelmeden önce yaşadıklarının anlatılmasıyla ilerliyor – aslında vaka olmadıkları, birer hayatları olduğu anlatılıyor. Ama onların hikâyeleri olduğu kadar Batılı insanların mülteciler karşısındaki tutumlarının da hikâyesi Gidiyor, Gitti, Gitmiş. Bu hikâyeler artık birbirinden ayrılmayacak kadar iç içe geçmiş durumda. Bu kadar çok insanın yersizyurtsuzlaştığı bir dünyada halen eskisi gibi, eskisi kadar yerleşik olduğumuzu söylememiz mümkün değil. Mültecilerin oradan oraya hareketleriyle –farkında olalım, olmayalım– gezegen bütünüyle yer değiştiriyor.

Alejandro Zambra’nın Ağaçların Özel Hayatı romanındaki bir sahneye benziyor durumumuz. Zambra’nın romanında baba kızına bir köprünün üzerinden nehre bakarlarken, “Bakışını akıntıya sabitle,” der, “köprü ilerliyor, biz ilerliyoruz, su sabit, akmıyor. Başta zorlanıyorsun ama sonra gözün alışıyor, (…) tekrar bak, bakışını sabitle, ilerlediğini, köprünün ilerlediğini hissedene kadar, nehir bir nehir olmaktan çıkana kadar gözlerini sudan ayırma. Su hızını kaybediyor, şimdi suyun üzerinde, bir teknede ilerleyen sensin.”² Bizim hâlimiz de biraz onlar gibi. Yerimizden hiç kımıldamasak da, GPS’ler, yer bildirimlerimiz aynı koordinatta bulunduğumuzu söylese de, yanımızdan yöremizden o kadar çok insan göç ederek geçiyor ki “suyun üzerinde nehirde ilerleyen” bizmişiz gibi hissediyoruz. Bizi de etkiliyor bu göç dalgaları, sabit kalamamamızda, toprağa eskisi gibi ayaklarımızı basamamamızda yerleşiklerinin çok büyük kısmı sürekli göç eden bir gezegende yaşıyor olmamız da etkili.

Şimdisizler

Richard’ın mültecilerin dünyasına neden ilgi gösterdiği çok da belirgin değildir aslında, çok bilinçli hareket ettiği söylenemez, mültecilerin yaşadıkları sarsıntıları hissetmesini sağlayan, kendi durumuyla onların yaşadıkları arasında belli belirsiz bir koşutluk sezmiş olmasıdır. Hayatının bir döneminin bitip öbürünün başlayamadığı anda, askıdadır – mülteciler gibi.

Programı dolu ve ne yapılacağı belli olan bir gündelik yaşamdan her yöne açık bir gündelik yaşama geçtiği şu sırada sığınmacıların adeta rüzgârın esişine göre şekillenen hayatlarını incelemek için önce neyin başlangıçta, neyin arada durduğunu bilmesi gerekiyor – bir de şimdi ne olduğunu. Bir insanın yaşadığı bir hayatın aynı insanın yaşadığı başka bir hayata dayandığı noktada geçişi belirgin biçimde görmek mümkün olmalı, ki yakından bakılınca bu geçiş aslında hiçbir şey demek değil. (Vurgu eklenmiştir.)

Richard, Afrikalı mültecilerle görüşüp sohbet ettikçe, hepsinin hayatlarında geçmiş-şimdi-gelecek sürekliliğin kırılmış olduğunu görür –oysa yukarıda alıntıda sözü edilen “geçiş”in bir anlamı olması için böylesi bir süreklilik şarttır–, aynı kişinin iki hayatı arasında devasa farklar vardır. “Bir günün içinde o âna kadarki tüm yaşamımız bitivermişti,” der Raşid başına gelenleri anlatırken. Bu fark ansızın vuku bulmuştur, bu yüzden “hiçbir şey demek değildir.” Belki bir zamanlar bir anlamı vardır, ama bu asırda değil. “Bir insanın yaşadığı bir hayatın aynı insanın yaşadığı başka bir hayata dayandığı nokta”nın yeri meçhul, o noktaya ne zaman varacağı da – bir günün içinde varmak olası. Mütevazı bir işçi kendisini bir-iki gün içerisinde Akdeniz’de handiyse batacak bir gemide buluvermiştir, çocuklarını kaybetmiş, eşi memlekette kalmıştır. Karaya ayak bastığı ülkenin dilini bilmiyordur, orada bir şimdisi yoktur, çalışmasına izin verilmiyordur. Bir misafirhanede ya da benzer bir yerde ancak akıllı telefonu aracılığıyla eski hayatıyla bir bağ kurmaya, sanal olarak da olsa geçmiş-şimdi-gelecek sürekliliğini hissetmeye çalışmaktadır. Bu arada, bu işçiyle geçmiş hayatını çölde bir yerden bir yere göç ederek geçiren Bedevinin hayatları da kesinkes aynı değildir, ne ki bu iki göçmenin Almanya’daki şimdisizlikleri bir hayli benzeştiği gibi, ikisi de Almanlar için sadece “Afrikalı mülteci”dirler. Siyaset ve bürokrasi içinse birer vakadırlar.

Erpenbeck romanında Avrupa’daki mülteciliğin nasıl bir şey olduğunu, mültecilerin temel sorunlarının dayandığı bürokratik engelleri ve yasal düzenlemeleri bir roman için ayrıntılı denecek şekilde, didaktizme düşme riskini üstlenme pahasına aktarıyor. Bunları roman ilerledikçe Richard’la beraber öğreniyoruz, örneğin bir mültecinin iltica başvurusundan hangi ülkenin sorumlu olacağının belirlendiği “Dublin II” adı verilen sözleşme ve prosedürü – AB içinde ayak bastıkları ülkedir sorumlu olan, denize kıyısı olan ülkelerle olmayanlar arasında iltica başvurularından sorumlu olmak konusunda ciddi bir fark söz konusudur. “Bir roman için ayrıntılı” dedim, ama bu roman için bu konunun ayrıntılandırılması zorunlu aslında, bu teknik ayrıntı ve bürokratik işleyişin, başlarından geçenleri Richard’a anlatan her bir mültecinin hayatında çok büyük önemi var. Benzer biçimde mültecilerin Avrupa ülkeleri arasındaki uygulama farklarından (“Avrupa içi bir tartışmadan”) nasıl etkilendikleri de önemli; hayatları vakaya indirgenirken bir yandan da bu tartışmada araçsallaşmaktadırlar, bu durumun onların hayatlarına etkisiyse belirsizliklerin daha artması, sorunların çetrefilleşmesidir. “Değil ki harekete geçmek, onu dinlemek zorunda bile olmayan bir ülkede, gerçek bir olayı anlatan bir kişi de sahte sığınmacı olarak tanımlanabiliyor[dur]” örneğin.

Dilin ve zamanın kullanımı

Richard’ın mülteciler konusundaki hassasiyetinin tek nedeni hayatının bir döneminden öbürüne geçmek üzere olması ve bu askıda olma hâlinin çalışmaları yasak olan mültecilerle koşutluk göstermesi değildir. Sohbetleri ilerledikçe uzmanlığının da etkisiyle ilticayla ilgili konulardaki pratik sorunların arkasında saklanmış düşünsel arka planları da hayretle görmeye başlar. Dublin II gibi Alexander Meydanındaki mültecilerle Senato’nun imzaladığı anlaşmayı da ilk anda üzerinde durulmayan dilsel boyutuyla didikler; resmî, hukukî terminolojinin aslında neler söylediğini ve neleri gizlediğini fark eder. “Dilin kullanımı[nın] hiçbir zaman rastlantısal” olmadığını bilmiyor değildir. Doğu Almanya döneminde “partinin merkezî yayın organı[nı] okurken günbegün öğrenmişti[r].” Richard’ın Doğu Almanya’da yaşamış olmasının da Afrikalı mültecilerle kurduğu bağ üzerinde dolaylı bir etkisi olduğunu düşünebiliriz. İki Almanya’yı birbirinden ayıran sınırın hem bir günde ortadan kalktığını hem de 25 yıl geçmiş olmasına rağmen büsbütün yitmediğini yaşayarak görmüştür. Sınırların, yasaların ve bürokrasinin nasıl olup da insan hayatlarını hiçe sayan birer heyula hâli aldığının birinci elden tanığıdır. Hatta zamanın bile bir silaha dönüştüğünün:

Henüz 150 yıldır Almanya denilen bu topraklarda oturanlar kendi alanlarını yasa maddeleriyle koruyorlar, yeni gelenlere karşı zaman denilen mucizevi silahla saldırıyorlar, günleri, haftaları kullanarak gözlerini çıkarıyorlar, ayları silindir gibi üzerlerinden geçiriyorlar ve daha hâlâ seslerini kesmezlerse belki ellerine üç değişik boyda tencere, yorgan çarşaf ve bir de üzerinde geçici ikamet belgesi yazılı bir kâğıt veriyorlar. (Vurgular metinde var.)

Her ne kadar ele aldığı soruna soğuk ve mesafeli bakmaya azmetmiş de olsa zaman geçtikçe böyle davranmayı bırakır. Aslında bu yönde bir karar almaz Richard, ama günbegün öncekinden farklı davranmaya başlar, mültecileri evine davet eder, onlara yardımcı olmak için daha önce yapmadığı pek çok şey yapar, sorumluluklar üstlenir. Tanıdığı mültecilerin “Akdeniz’in dibinde yatıyor da olabilecekleri aklından” hiç çıkmıyordur. Tersini de düşünür bir yandan.

Üçüncü Reich denilen şu dönemde katledilmiş olan bütün Almanların ülkede hâlâ ruhlar halinde dolaştıklarını, o dönemde bütün eksilenlerin, onların çocuklarının ve çocuklarının çocuklarının da bazen sokakta yanında yürüdüklerini düşünüyor Richard. […] Ruhlar ve insanlar arasındaki ayrım çizgisi, nedenini bilmiyor, Richard için her zaman çok ince oldu, belki de daha bebekken savaşın karmaşası içinde kaybolmuş ve ölüler diyarına doğru kayıp gitmiş olabileceği için.

Roman boyunca Richard’ın zaman zaman aklına gelen bir şey de evinin yakınındaki gölde bir insanın boğulmuş olduğu ve cesedinin bulunamadığıdır. Bunun aklından çıkmamasının pratik nedenleri vardır, yaz boyunca ölü adamın varlığı nedeniyle gölde şişme botuyla gezememiştir, göl manzarasına baktığında aklına ister istemez dipteki ölü adam gelip durmuştur. Adamın öldüğünü, cesedinin oralarda bir yerde olduğunu bilince göl eski, bildiği göl olmaktan çıkmıştır. Mültecilerin durumunun da –görünürlük kazanmalarının ardından– Richard için böyle bir hâl aldığı söylenebilir. Onların var olduklarının, yaşayanlardan fazlasının Akdeniz’de boğulduğunun bilincindedir – bu artık görmezden gelebileceği bir şey değildir. Bununla birlikte gölün yine de güzel bir göl olduğunun farkına da ancak göl manzarasını Afrikalı mültecilerle paylaştığında varacaktır.

Göl artık her zaman için içinde bir insanın ölmüş olduğu bir göl, ama buna rağmen güzel bir göl olacak […] Belki yazın bu gölde tekrar yüzecek Richard, ya da geçen yirmi yıl boyunca yaptığı gibi yine kıyısında oturacak ve suyu gördüğü için mutlu olacak.

Richard’ın romanın sonunda çevresindeki dostlarının destek ve katkılarıyla aldığı radikal denebilecek karar, Erpenbeck’in mültecilerin acı dolu hikâyeleriyle ilerleyen romanı umutlu bir şekilde bitirmek istediğini sanmamıza neden olabilir. Oysa mültecilerin hâli ahvali ortadadır, Richard ve ahbapları da bilmiyor değillerdir bunu, hiç değilse Richard’ın görüştüğü avukat durumun vahametini açıkça ifade etmiştir. Yine de Richard Batı dünyasının çağdaş görünümünün arkasındaki ilkel hesaplar, yaşadığı toplum, tebaası olduğu devlet ve kendi eski hayatıyla yüzleşmeyi başarmıştır. Beklenmedik şekilde eski Richard’ı bırakıp bir kez daha başka bir hayata geçiş yapması da toplumsal meselelere kendimizi dışta tutarak müdahil olmanın imkânsız olduğunun bir ifadesi aslında. Müdahil olmaya kalktığımızda yüzleşmemiz gereken nice bireysel-toplumsal tutum, fikir, önyargı ve zihni engellerimiz var. Gidiyor, Gitti, Gitmiş, mültecilerin memleketlerinde ve sığındıkları Batılı ülkelerde neler yaşadıklarının yanı sıra bunların da görünürlük kazandığı bir roman.

Behçet Çelik

(K24)

1 Programın kaydı şu adresten dinlenebilir: http://acikradyo.com.tr/program/44908/kayit-arsivi
2 Ağaçların Özel Hayatı, Alejandro Zambra, çev: Çiğdem Öztürk, Notos Kitap, 2015.

Bültene kayıt ol