Tuna Emren
ABD’li yazar ve yönetmen Ryan Murphy bu kez 80’lerin New York’una, hani şu ünlü ‘ballroom’ alt-kültürüne götürüyor bizleri. Nam-ı diğer balo gecelerine... Toplumun en dışlanan kesiminin yaşamına dair son derece dürüst bir anlatıya tanık oluyoruz burada. Siyah ve hispanik kuirler bir yandan hayatta kalabilmek için mücadele verirken bir yandan da haftada bir gerçekleştirilen balolarda “biz buradayız, alışın” diye haykırıyorlar.
Madonna’nın Vogue videosundan bildiğimiz, tavırların vurgulandığı ‘Voguing’ dansı da aslında bu balolarda ve bir başkaldırı yöntemi olarak çıkıyor ortaya. New York’un tüm seçkinleri gibi bir ara Madonna’nın da balo gecelerine tebdil-i kıyafet sızmaya çalıştığı söylenir. Fakat New York soylulaştırmasının karşısına böyle bir alt-kültür çıkaran siyah kuir topluluğu, kapılarını (çok sevdikleri halde) Madonna’ya bile kapatıyor.
Şehrin en savunmasız toplumsal azınlığı aynı zamanda en çılgın eğlencelerin de yaratıcısı. Dans, müzik ve performans sanatları balo gecelerinde trans kadınların kendilerini ifade etme ve tavırlarını sergileme biçimine dönüşüyor.
“Kutsal aile” ezberi
Aile kurumunu yere göğe sığdıramayan neoliberal güzellemelere tokat gibi bir yanıt niteliğinde ‘Pose’.
“Refah Evi”nin genç dansçılardan oluşan ailesinde, baloya hazırlık gecesinde başlıyoruz bu müthiş serüvene. Elbette alışkın olduğumuz türden bir aile değil bu. Ama eksiği yok, fazlası var.
Elektra Abundance’ın, geceleri parklarda uyurken bulduğu, cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık nedeniyle evlerinden atılmış, bir eve sığınmazlarsa hayatta kalma şansları bulunmayan savunmasız gençleri kendi çatısı altında toplayarak annelik yaptığı bu ailede onlardan tek bir beklentisi var; kendilerini geliştirip balo ödüllerini kazanmaya devam etmeleri.
Baloların özü de bu zaten; ağırlıklı olarak siyahlardan oluşan kuir topluluğu birbirlerini ayakta tutabilmek adına birbirleri ile yarışıyor. Bu gençlere bir yuva ve hayat sunabilmek adına kurulmuş birçok aile var. Balolarda bir araya geliyor, eğleniyor, kendilerini geliştirip “daha fazlasını da başarabiliriz” düşüncesine tutunuyor ve toplumdan alabildikleri kırıntılarla yetinmeyip görünürlük, saygınlık talep eden bir topluluğun temellerini atıyorlar.
Trans kadın oyuncular tarafından yazılıp canlandırılan Pose karakterleri kız kardeşlik ve annelik kavramlarını sorgularken, her karakterin kendi kimliği etrafında gelişen çeşitli dinamiklerle günümüz siyasi ve toplumsal eğilimlerine de gönderme yapılıyor. Pose aileleri, dışlananların yuvası: Sıcacık, sevgi dolu, güvenli ve dayanışmadan ödün verilmeyen mükemmel bir gelişim ortamı.
Nefrete inat, yaşasın hayat!
LGBTİ+ görünürlüğü tarihin en zorlu mücadelelerinden biri.
George Floyd’un ölümünden birkaç gün sonra ABD’de iki siyah trans kadının dehşet verici şekilde katledildiğini öğrenmiştik. “Huzurun nasıl bir his olduğunu bilmek için illa ölmek zorunda mıyız?” diye soruyor dizinin en sevilen annesi Blanca Evangelista.
Pose’da öncülerini izlediğimiz LGBTİ+ mücadelesi Stonewall İsyanları’ndan bu yana değişken bir deneyim olarak sürüyor. Örneğin, dizinin son sezonunda HIV/AIDS mücadelesinin yaşandığı 90’lı yıllarda, balo ailelerinin dayanışmasının getirdiği kazanımlarını da gösteriyor Murphy. İhtişamlı bir gösterinin AIDS krizi karşısında (yeniden) hayatta kalma mücadelesine dönüştüğü, kimilerinin hayallerini gerçekleştirdiği, kimilerininse hayal kurmaya devam ettiği bu dünyanın kendini gerekçelendirmeye ihtiyacı yok: Biz özgürleşemezsek hiçbiriniz özgür kalamayacaksınız, diyorlar. Çünkü bu, tüm ezilenlerin ortak mücadelesi.