Figen Dayıcık Fırat, Ayasofya'nın tarihinden yola çıkarak bugünkü kararın politik yönünü eleştiriyor.
Ayasofya'nın tarihçesini okuduğumda kah öfkelenmiş kah hayranlık duymuştum. Bu devasa ve uhrevi mabedin yapılmasında imparatorluğun yaşadığı para sıkıntısı, emekçilerin çektiği acılar hatta okulların masraflar yüzünden tatil edilmesi öfkelendirir siyaseten durduğum noktada. Kubbesinin büyüklüğü, sütunlarının muhteşemliği, yapıldığı yıllardaki teknolojik imkânları düşündüğümde hayranlık uyandırıcı bir mimari eser olması onun her şeyin üstünde olduğunu gösterir.
Paganizmin izlerini silmeye çalışan, Hıristiyan annesini mutlu etmek isteyen Konstantinus, kuzeyden gelen yağmacılara karşı Roma İmparatorluğunun başkentini Bizantium’a taşımış ve Konstantinepolis kentini yani İstanbul’u kurmuş. Başkentteki ilk işi de şehrin her açıdan görülen tepesine annesi için bazilika tarzında ahşap bir kilise yaptırmak olmuş. 360 yılında kurulan ahşap kilise nice yıkımlar, yangınlardan sonra 532 yılında Efesli iki mimar tarafından inşaasına başlanmış ve 537 yılında ibadete açılmış. Ayasofya’yı yaptıran İmparator Justinianus için bu yapının anlamı büyük. Ayasofya Tanrının evi ve o, tanrının yeryüzündeki gölgesidir.
Ayasofya deyince aklıma yokluk ve varlık âlemi geliyor. Tasavvuf inancına göre bu dünya ve dünyevi zevkler yokluğu, öbür dünya ve Tanrı ise varlığı sembolize eder; Tanrı’nın yansıması olan bu dünyada tüm çabalar ona ulaşmak içindir. Bu yoldaki dervişler, yokluktan varlığa geçme arayışında insan sevgisi, hoşgörü, yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi, Tanrı’nın evinin gönüller olduğu ve gönüller yapmaya geldiği görüşüne varır. Ayasofya ilk yapıldığı günden beri Tanrı’nın evidir. Tanrı tüm dinlerde bir ve aynı olduğuna göre Ayasofya üzerinden dönen bu kavga niye? Bu dünya tüm dinler için geçici olduğuna göre bu neyin hesaplaşması? Hangi dinden olursa olsun gerçekten iman etmiş kişilerin Ayasofya üzerinden tartışmaması gerekir. Demek ki bu yokluk âleminde çok önemli olan bir şeyler var: Para ve güç. İster istemez güç ve para ikilisi aklıma kapitalistleri getiriyor; kendi çıkarları için ne doğayı, ne tarihi eserleri ne de insanı umursamayan kapitalistleri. Sonsuz uykuya varıldığında güç ve para yanımızda olmayacak, bu nedenle bir arada insanca yaşamanın yolunu bulmak gerekir. Bunu bize en iyi öğretecek olan Ayasofya’nın kalın duvarları, heybetli sütunları, huzur veren derinliğidir. Ayasofya, bin beş yüz yıldır yangınlar, depremler, isyanlar, yağmalar, savaşlar yaşamasına rağmen tüm kavgaların geçici olduğunu gösterircesine dimdik ayakta. Eminim yaşananlara gülümsüyordur.
Ayasofya’nın bugününü anlamak için daha eskiye bakmak lazım; sırça köşklerin*, devletlerin, imparatorlukların kuruluşuna hatta toprağı işlemeye başlayan ilk insanlara. Bu insanlar toprağı sürüp ürün almaya başladığında ürün fazlalığı ortaya çıkmış, bu fazlalığa sahip olmak görece rahat bir yaşam sağladığından çıkarlarına düşkün olanlar zenginliği ele geçirmiş. Onu koruma adına kolluk güçleri ve şehir devletler oluşturmuşlar; şehir devletler devletleri, devletler imparatorlukları doğurmuş. Gücü ve parayı eline geçiren yöneticiler, krallar, imparatorlar ve çevresindekiler refah bir yaşam sürerken diğerleri her geçen gün yoksullaşmış, ezilmiş, gerçeği görüp de başkaldıranlar bastırılmış. Her iki taraf için de var olma durumu söz konusu olmuş ve yüzlerce yıldır mücadele edilmiş. Bugün de başkanlar, başbakanlar halk için var olduklarını söylerken belki de insanlık tarihinin en acımasız en kötü günlerindeyiz. Oysa bin yılların bilgi ve deneyim birikimiyle başka bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Bilge Ayasofya bunu görüp gülümsüyordur.
Tarih boyunca imparatorluklar, devletler ona sahip olmak istemiş çünkü onun sembolik bir anlamı var, Ayasofya kimin elindeyse gücün onda olacağı anlamı. Elinde tutanlar, gerçekten de güçlüymüş, peki o güç sahipleri şimdi nerede? Ayasofya gülümsüyordur.
Ayasofya büyülü bir yapı, dinler üstü bir yapı, fetihçi bakış açısına kurban gitmemeli. İbadet edilsin sorun değil, kendi inancımla her gittiğimde ben de ibadet ediyorum, hiçbir din buna engel olamaz. Verdiği sonsuzluk hissi, içindeyken mekân mefhumunun silinmesi uhrevi yönüdür kanımca. Yaşanan acıları, değişimleri hatırlatması, freskler ve İslami blokların varlığı ve onların bir arada olmalarının önemi, Justinianus’un Süleyman'ı geçmesinden duyduğu gurur, Fatih'in fethinin önemi, cihanşumulluk hevesi yani onu elinde tutanın kendini tanrının gölgesi hissetmesi ve dünyanın sahibi olma duygusu, bu duygunun geçiciliği, bu dünyanın Sultan Süleyman'a kalmadığı, gücün değil barışın dilinin öneminin unutulmaması gerektiği de bu muhteşem yapının bana düşündürdükleri.
Figen Dayıcık Fırat
*Sırça Köşk, Sabahattin Ali’nin bir öyküsü