1949’da yayımlanan roman her şeyin kötü olduğu bir geleceği anlatır. Yani bir ‘distopya’dır.
1949’da yayımlanan roman her şeyin kötü olduğu bir geleceği anlatır. Yani bir ‘distopya’dır. Orwell otoriterliğin eziciliğini, savaşın nedenlerini ve anlamsızlığını, kitleleri yönetme ve değiştirmede iktidarın nasıl bir dil kullandığını, düşünce özgürlüğünün ve bireyin özgürlüğünün nasıl yok edildiğini anlatan, hiç eskimeyecek bir yapıt ortaya çıkarmış.
Çıkarlarını, iktidarlarını korumaya çalışanlar, düşünce ve eylemden hep korkmuş; kendilerini korumak için destek kurumlar, birimler üretmişlerdir: Din, hukuk sistemi, polis gücü ve ordu. Bu dört güç de yeterli gelmemiş, medya vasıtasıyla propaganda yapıp insanları manipüle etmeye çalışmışlardır. Orwell’ın 1984’ü özellikle düşüncenin ve eylemin suç olmasına odaklanır; hem yayın yapan hem de kaydeden tele ekranla, yazılı kaynaklarla toplum kontrol altına alınmaya çalışılır. Çarpıcı olan diğer araçsa romanın ilk sayfasında betimlenen posterdeki “BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE” yazısıdır. Poster her yerdedir. Gözü herkesin üstünde olan, kara bıyıklı, sert bakışlı kişinin yönettiği ülkede her şey kontrol altındadır. Yenip içilenler, davranışlar, yazılanlar devamlı izlenir. Özgürce hareket etmek, düşünceleri dile getirmek büyük suçtur: “Düşünce suçu ölüm tehlikesi yaratmaz, düşünce suçunun kendisi ölümdür.”
Otoriter rejimleri anlama kılavuzu
Tekrarlanan “Savaş barıştır/Özgürlük köleliktir/Bilgisizlik kuvvettir” sloganları bize Orwell’in “Hayvan Çiftliği” romanındaki yedi emrini hatırlatır. Hayvan Çiftliği’nde Stalin Rusya’sının nasıl kurulduğuna tanık olunurken 1984’te hayatın nasıl şekillendiği üzerinde durulur: partinin işleyişi, muhalefetin yok edilişi, özgürlüklerin olmayışı, dış düşmanlarla mücadele ve savaş. Kitabı, sadece Stalin’in üzerinden okumak yapıta ve yazara haksızlıktır. Roman 1929’da başlayan “Büyük Bunalım” ve onun yarattığı daralmayla hız kazanan faşizm, Nazizim, İkinci Dünya Savaşı, iki atom bombası, sonra bombaların gölgesinde tırmanan Soğuk Savaş’ın da bir sonucudur denebilir. Yine de bu, Stalin yönetimi eleştirisinin kitabın omurgasını oluşturduğunu söylememize engel değil. Büyük Birader’in düşmanlaştırdığı Goldstein, Troçki’nin ta kendisidir, Winston’un sakladığı gazete kupüründeki kişilerin yok edilmesi 1936’da Kamanev’le başlayan infazlara gönderme niteliğindedir. Kitaptaki Büyük Birader Stalin gibi gözükse de ona biraz Franko, biraz Hitler, biraz Musollini biraz da günümüz otoriter liderleri diyebiliriz.
Büyük Birader’in oluşturduğu kast yapısının korunması önemlidir. Bir piramit gibi düşünülen kast yapısının tepesinde Büyük Birader oturmakta; yanılmaz, her şeye kadir; tüm zaferler, bilimsel buluşlar, bilgiler, bilgelikler, mutluluklar ve erdemler doğrudan onun önderliğinden doğar. Büyük Birader’le partinin üye sayısı yükselmiş, Okyanusya diye adlandırılan ülkede nüfusunun yüzde ikisinden azıyla sınırlı olan İç Parti devletin beyni, Dış Parti devletin eli kolu sayılmış, nüfusun kalan yüzde seksen beşini “proleterler” denen suskun kitleler oluşturmuştu. Proleterlere, kitapta iki yönlü bir bakış açısı var: Ya küçümseniyor ya da yüceltiliyorlar. Yazar, Winston adlı karakter vasıtasıyla olayları, durumları birçok açıdan değerlendirir. Winston tıpkı partisi gibi, proleterleri başkaldırı dürtüsünden yoksun, sorgulamayan, doğuştan düşkün yaratıklar olarak görür. Partiye göre, proleterler baskı altında tutulmalı.
Bu anlayış bize Marx’ın, “Egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir” görüşünü hatırlatır: İşçiler, okula adımlarını attıkları ilk günden itibaren, ‘büyüklerin’ ve ‘bilgili’ olanların emirlerine itaat etmeyi öğrenir; gazetelerin ve televizyonun, sürekli olarak, insanlara sanayi ve devlet yönetiminde önemli kararlar almaya ancak ayrıcalıklı bir azınlığın yetenekli olduğunu anlattığı bir kapitalist toplumda yaşarlar. Bu nedenle işçilerden hızlı bir değişim beklememek gerekir. Bu noktada unutulan, tüm devrim hareketlerinde olduğu gibi yoksulların, işçilerin öfkesinin hiç kimsenin ummadığı bir zamanda ansızın patlak vereceği ve kaderlerini değiştirmek için mücadele edecekleridir. Winston önceleri partiyle Goldstein’in fikirleri arasında sıkışsa da daha sonra Goldstein’e gönül vermiş ve proletere bakışı da değişmiştir; umut onlardadır, partiyi yok edecek güç ancak nüfusun yüzde 85’ini oluşturan bu hor görülmüş kitlelerde harekete geçebilir.
Çok katmanlı bu kitapta; geçmişin ve geleceğin nasıl kontrol edildiğini, kadınların nasıl değerlendirildiğini, işkence karşısında nasıl bir tutum alındığını, nefret rutinlerini, çocukların durumunu, aşkı, iki kere ikinin nasıl beş ettiğini anlamanın yolu 1984’ü okumayanların okuması, okuyanların da tekrar okumasıdır.
Figen Dayıcık Fırat
(Sosyalist İşçi)