Sibel Erduman, Peter Frase’in Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Hayat adlı kitabını tanıtıyor.
Peter Frase’in Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Hayat adlı kitabı, Soğuk Savaş sonrası dönemde kapitalist ideolojinin temel ilkesini yani kapitalizme alternatif yok ilkesini zayıflatıyor. Kitabına “21. yüzyılda iki hayalet geziniyor; ekolojik felaket ve otomasyon hayaleti” diyerek başlıyor.
Kitabı için ‘’Bu kitap olağan bir kurmaca-dışı çalışma değil, ancak kurmaca da değil. ‘Fütürizm’ tarzına da dâhil etmem. Daha ziyade gelecekteki siyasi çatışmalarımızın içinde kendini göstereceği olasılıklar uzamını keşfe çıkmak için sosyal bilimlerin araçlarını spekülatif kurmacanın araçlarıyla birleştirerek kullanma girişimi. Bir tür ‘sosyalbilimsel kurmaca’ diyelim…. İkisi de yani sosyal bilimler ve kurmaca, soyut ve doğrudan algılanabilir olmayan yapısal güçlerin biçimlendirdiği şeyler olarak ampirik olguları ve deneyimleri anlama girişimleridir.” diyor.
Yeni bir şey geliyor
Frase, ‘geçmişe dönemiyoruz ve şu an sahip olduklarımızı da kaybediyoruz, yeni bir şey geliyor’ diyor. Bunun, iklim değişikliği ve robotik, yapay zekâ ile üretimin otomasyonunun neden olduğu sonuçlara dayandığını ve kapitalizmin kontrolünün ötesinde güçleri serbest bıraktığını, kapitalizmin derinleşen krizinin kaosuna, bunun ötesinde neler olabileceğine dair net bir kavrayış olmaksızın sürükleniyoruz diye belirtiyor. Frase’in kitabı günümüz anlık ufkunun ötesinde ortaya çıkabilecek olası kurumsal yapılara bir tür ışık tutuyor ve mevcut eğilimlerin geleceğe yönelik bir tahmini değil robotlaşma ve iklim değişikliğine bağlı olan yapısal olasılıklar üzerinde düşünce üretiyor.
Bunun yanında Karl Marx’ın Komünist Manifesto’da komünist toplumun nihayetinde neye benzeyeceğiyle ilgili gereğinden fazla söz söylemenin ‘geleceğin lokantaları için’ reçeteler yazmak gibi budalaca bir çaba olacağını, tarihi yapanın kitlelerin hareketleri olduğuna inandığını da belirtiyor. Her seferinde esas engelin teknoloji değil siyasi olduğunu söylüyor. 20. yüzyılın başında büyük sosyalist kuramcı ve örgütçüsü Rosa Luxemburg’un ‘Burjuva toplumu bir yol ayrımında duruyor, ya sosyalizme geçilecek ya da barbarlığa dönülecek’ sloganı bugün her zamankinden daha fazla geçerlidir diyor.
Sosyalizm mi barbarlık mı?
Teknolojik gelişmeler toplumsal dönüşümler için bağlamlar sunar, ancak onları asla doğrudan belirleyemezler, değişime aracılık eden şey daima örgütlü kitleler arasındaki iktidar mücadeleleridir. Frase, “mücadeleyi kimin kazanıp kimin kaybettiğidir mesele” deyip solun uzun hayalci spekülasyonlarıyla siyasal iktisadı birleştirme geleneğini ihya etmeyi umduğunu ekliyor.
Frase’in yaptığı, hiyerarşi veya eşitliği kıtlık ve bollukla birleştiren bir dizi olası sonucu göz önünde bulundurmaktır. Bolluk ve Kıtlık üst başlıkları ile hiyerarşi veya eşitlik yan başlıklarından olası dört kombinasyon çıkarıyor.
Eşitlik ve bolluk: komünizm/ eşitlik ve kıtlık: sosyalizm/ bolluk ve hiyerarşi: rantçılık/ kıtlık ve hiyerarşi: imhacılık (eksterminizm)
Geleceğe dair bu anlayışlar kapitalizmin ebedi mevcudiyetinde sıkışıp kalmanın aksine, kapitalizmin ötesindeki dünyaları hayal edebileceğimiz bir politik alan açıyor. Her bir başlıkta giriştiği analiz ve yorumlar tartışmaya açık tabii. Ama bu kısa tanıtma yazısında bunlara detaylı bir şekilde girmek mümkün değil. Bu anlamda kitabı okuyucunun merakına sunup burada iki önemli argüman üzerinde durmak istiyorum.
Ekolojik felaket ve burjuvazi
Ekolojik felaketi ele alırken düsturu; asıl meselenin insan medeniyetinin ekolojik krizlerden sağ çıkıp çıkamayacağı değil, bundan makul ve eşitlikçi bir biçimde ‘hep beraber’ sağ çıkıp çakamayacağımızdır. İklim değişikliği sonucunda insanlığın topyekûn yok olması mümkün olsa da pek olası değildir.
Ve en büyük tehlikenin hep beraber iklim uçurumundan aşağı düşmemiz değil, insan medeniyetinin iklim felaketine ‘uyum sağlaması’ ve bunu etraflarında korkunç bir yoksunluk varken zenginliklerle sarılmış, küçük egemen sınıfın konfor içinde yaşayacağı şekilde yapılmasıdır diyor.
Kadercilik burjuva söylemini istila etmiş eşit derecede budalaca pozitiflik önyargısının kusursuz tamamlayıcısıdır. Negatif düşünce kıyameti getirmediği gibi pozitif düşünce de ütopyayı gerçek kılmaz diyor.
Ekosistemin ayrılmaz bir parçasıyız
Bir diğer önemli argümanı ise, ekolojiye dair değerlendirmelerin genellikle insanlar (ve onların teknolojileriyle) doğa arasındaki ikiliğe yönelme eğiliminde olmasıdır. Yani doğa el değmemiş bir halde varlığını sürdürür ve insanların görevi de onu korumak için doğadan çekilmektir. Bu düşünme biçiminin nihai olarak insanların doğanın ayrılmaz bir parçası olan, doğal, biyolojik varlıklar olduğunun inkârıdır; farklı bir yolla olsa da aynısı, organik dünyadan bütünüyle azade olmak için bilincin bilgisayarla yüklenmesine can atan trans-hümanizm biçimleri için de geçerlidir diyor.
Doğayı olduğu haliyle korumanın veya eski saf haline döndürmenin hiçbir yolu yoktur; en azından bir taraftan da insan toplumlarını korumaya çalışırken mümkün değildir diyor.
Nihayetinde doğa bizi umursamaz, ne menfaatleri ne de arzuları vardır; vardır, o kadar. Hamamböcekleri ve farelerle dolu bir kıyamet sonrası yeryüzü de, Nuh’un gemisindeki çeşit çeşit canlıyla dolu bereketli ve yemyeşil bir dünya gibi ekolojik bir sistemdir. İklimi, ekosistemleri veya türleri korumaya dönük her türlü çabaya nihayetinde, ister doğrudan neslimizi devam ettirmek ister tabiatın yaşam kalitemizi artıran yönlerini korumak amacıyla olsun, insan ihtiyaç ve arzularına hizmet amacıyla girişilir. Etrafı cansız bir yıkımla çevrili mühürlü kubbeler altında yaşayacağımız bir gelecekten kaçınmamızın sebebi, bunun korkunç bir yaşam biçimi olmasıdır. ‘Derin ekoloji’nin insanlığı doğanın başına gelmiş ve yok edilmeyi hak eden bir hastalık olarak gören uç biçimleriyse, insan merkezli ekolojiyi ondan kaçınmaya çalışırken saçmalığa indirgemekle kalır, çünkü kendi nihilizmlerini umarsamaz bir dünyaya yansıtmaktadırlar.
Frase, Fransız sosyolog Bruno Latour’un, Mary Shelley’in bilimkurgu romanı Frankenstein’in (bu arada canavarın değil bilim adamının ismidir bu) bir okumasını yaparken, Frankenstein’in hep yapıldığı gibi teknolojiye ve insanların kibrine karşı bir uyarı olmadığını, Frankenstein’in asıl günahının canavarını yaratmak değil, sevgi ve ilgi göstermek yerine onu vahşi dünyaya terk etmesidir olduğunu vurguluyor. Ve doğayı bilinçli bir şekilde değiştirmekle daha fazla meşgul olmaktan başka çaremiz yoktur diyor. Yazar, Latour’un ‘insani gelişim sürecini ne doğadan özgürleşme ne de ondan bir düşüş olarak, aksine insan olmayan tüm doğal unsurlara daha da bağlı ve yakın hale gelme süreci olarak gören’ bir perspektiftir gerekli olan sözünün altını çiziyor.
Sibel Erduman
(Sosyalist İşçi)