Açıkça yabancı düşmanlığı yapıyorlar, kadınların geleneksel rollerine övgüler diziyorlar, korkuya oynuyorlar. Bu kadın figürler aşırı sağın yükselmesinde nasıl bir rol üstleniyorlar?
Avrupa’da aşırı sağ partiler oy oranlarını arttırıyor. Neofaşist, mülteci düşmanı, kadın hakları tırpanlayıcısı, yığınların işsizlik, yoksulluk, gelecek güvencesizliklerini istismar eden bu partilerin seçilmiş yüzlerinin ise kadınlar olması oldukça dikkat çekici. Bu partilerin yöneticileri arasında olup, sürekli öne çıkarılan çok sayıda kadın var. Fransa’da Marine Le Pen, Almanya’da Frauke Petry, Alice Weidel, Polonya’nın başbakanı Beate Szydlo, Norveç İlerleme Partisi başkanı Siv Jensen ve Danimarka Halk Partisi başkanı Pia Kjærsgaard aşırı sağ partilerde yöneticilik mevkisine gelen kadınlardan belli başlıları.
Örneğin Marine Le Pen, 2011 yılında Fransa’daki aşırı sağ Front National (Milliyetçi Cephe)’nin başkanı olan babası Jean-Marie Le Pen’i koltuğundan indirerek, partide bu rütbeye erişen ilk kadın olarak yerine geçti. Babasının “çağdışı kaldığını, radikal fikirler savunduğunu, antisemitik açıklamalar yapıp Holokost’u reddettiğini, bu nedenle partinin kitleler içinde yaygınlaşamadığını” düşünüyordu. Partiyi “gençleştirmek”, “anaakım partiler arasına sokmak” istiyordu. Geçen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci etabında bile oyların üçte birini alabilmesi bunu başardığını gösterdi.
Frauke Petry, 2015 yılında ırkçı Jörg Meuthen ile birlikte Almanya için Alternatif (AfD) partisinin sözcülüğüne getirildi. Göreve gelmesiyle AfD’nin popülerliği arttı, Petry parlarken Meuthen görünmez hale geldi. Seçim sonrası AfD fraksiyonundan ayrıldığını açıklamasına rağmen Petry aşırı sağın en tanınmış yüzü olmayı sürdürüyor. Alice Weidel, seçimlerde AfD’nin baş adayı oldu.
Aşırı sağın güç kazanmasında bu kadınların rolü neydi?
Ya da şöyle de soralım, bu partiler kadın yüzlere neden ihtiyaç duydular? Ve elbette kadınların bu partilerdeki yönetici konumları, bu partilerin güçlenmesini sağlamaları ve bu partilerle birlikte güçlenmeleri kadın hakları için iyi bir şey denebilir mi?
Son soruya açık yanıt: “hayır”!
Ama yanıtlamaya baştan başlayalım...
Pek çok değerlendirme ve kamuoyu araştırması gösteriyor ki aşırı sağ partilerde kadınların yönetici pozisyona getirilmesiyle bu partilerin toplum içinde kabullenilme oranları artıyor, kadınlar “sağ politikanın radikal şiddet yanlısı çekirdeği için ‘iyi bir kamuflaj’ sağlıyor.” Aşırı sağın yönetici kadınları “partinin değişen yüzü” olarak gösteriliyor ve sempati oranını arttırıyor. Partilerin temel argümanları bu kadınların da tüm “aklı başında” kadınlar gibi ev işi, çocuk bakımı ve mesleklerini uyum içinde sürdürdükleri, giderek korkuları artan, güvencesizlik, işsizlik ve kriz kaygısına kapılan kitlelerin duygularını ve ihtiyaçlarını “tıpkı bir anne gibi” gözetecekleri üzerine kurulu.
Örneğin Marine Le Pen, aşırı saldırgan bir konuşmasının hemen ardından halkın dertlerini dert edinmiş anne rolünde bir kadına dönüşebiliyor. Karşıtlarına “tavizsiz sert”, taraftarlarına “yumuşacık bir dost” olabiliyor. Frauke Petry, ağzını açmadan önce “güvensiz, desteğe muhtaç” bir kadın imajı çiziyor. Konuşmaya başladığında ırkçılığın daniskasını yapıyor, saldırganlaşıyor, sınırı geçmek isteyen mültecilere ateş açılmasını talep edecek kadar ileri gidebiliyor.
Kadınların üzerine bu “narin, makbul ve sempatik” kıyafetle, aşırı sağ partilerin hem kullandığı hem de yararlandığı “kadın modelleri” giydiriliyor. Bir yandan muhafazakar kadın rollerini, kadınlara ilişkin toplumsal kalıp yargıları besleyip büyütürken, diğer yandan da aşırı sağın şiddet eğilimli, saldırgan, düşmanlaştırıcı, ötekileştirici argümanlarını da normalleştirmeye, kamufle etmeye çalışıyorlar. Bir yandan erkek egemen bir “zararsız, düşünceli, halkına adanmış ve halkını tıpkı ailesi için yaptığı gibi kötülüklerden korumaya çalışan anne-kadın” modeli toplumun önüne sunulurken, diğer yandan da bu kadınların tüm toplum için büyük zararlar getirecek aşırı sağ politikaların sözcüsü haline gelmeleri korkunç bir manipülasyon.
Kadınlar bugün keşfedilmedi
Aşırı sağ, artık asık suratlı erkeklerden oluşmuyor. Kadın haklarını savunmaksızın, tam tersi en sıradan hakları bile yok etmeyi programına koyan, ama bir yandan da kadınların yüzyıllardır verdiği varolma mücadelesinin üstüne basarak kadınların görünür olmasına sırtını yaslamak zorunda kalan bir çelişkiler yumağı var karşımızda. Aşırı sağcı partiler, kadınlara söz ve yönetici olma hakkı veriyor, onlardan beklediği, kadın kitlelerini geleneksel kadın-erkek rollerine götürmede yardımcılık. Bu işi yapmada kadın yöneticilerin “daha verimli” olduğunu düşünüyor, kadınları öne sürüyorlar. Yönetici konumdaki kadınlar ise en azından şimdilik erkekler dünyasında ayrıcalıklı, hatta Alice Weidel’in durumunda dokunulmaz kadın olmanın tadını çıkarıyorlar. Onları kadın kitlelerine bağlayan hiçbir şey yok. Kadınların da bu kadınlardan kadın hakları için bir beklentisinin olmaması gerektiği de açık...
Ancak bu, aşırı sağın bugün keşfettiği bir şey değil. Aşırı sağın, Avrupa’yı ve tüm dünyayı kasıp kavuran, milyonların ölümüne ve korkunç yıkımlara sebep olan 20. yüzyıl faşizminin “politize olmuş kadınlık modelini alıp devletin hizmetinde bir annelik ritüeline dönüştürmekteki maharetinden” beslendiği açık. Faşizmin insanlığa ve kadınlara vadedeceği bir tek kadın özgürlüğü olmadığını çok iyi biliyoruz... Şimdi Avrupa’da ve tüm dünyada mesele; kadın maskesi takmış faşizmin kadınlara ve tüm topluma ödetmek istediği bedeli kabul etmemek için yapılacaklarda...
Yabancı saldırganlığını makulleştiren kadınlık rolleri
Fransa’da Marine Le Pen, babasını devirinceye kadar aşırı sağ çevrelerde çok net bir cinsiyetçi rol paylaşımı vardı. Bu rolde kadınlar erkeğin gerisinde durmakta, eşlerini, babalarını, erkek başkanlarını desteklemekteydiler. Erkeklerin saldırgan rollerini makul göstermeye yönelik çabaları da beklentilere uygundu. Almanya’da ise ilk kez PEGİDA yöneticilerinden Kathrin Oertel bu rolü yıktı. Oertel, mitinglerde bir yandan sözde şiddeti reddederken diğer yandan İslamlaşma ve yabancılaşmanın ne pahasına olursa olsun durdurulmasına çağıran konuşmalar yaptı. Televizyon programlarının değişmez ismi oldu.
Aşırı sağın kadın yüzlere ihtiyacı vardı. Özellikle de mülteci krizinde halkın korkularını pekiştirmek, yabancı düşmanlığını kışkırtmakta kadınların inandırıcı bir rol oynayacağı düşünüldü. Örneğin Frauke Petry,“Eskiden ülkemizde ne kadar rahat yaşıyorduk. İstediğimiz zaman çıkıp dolaşıyorduk. Taciz- tecavüz korkusu, çocuklarımıza bir şey olacağı endişesi taşımıyorduk. Ama şimdi öyle mi? Bakın Köln’de yılbaşı gecesi neler oldu! Mülteciler gelmeden önce böyle bir şey aklınıza gelir miydi?“ derken AfD’nin erkek sözcüsü Meuthen’den “daha inandırıcı” olduğundan emindi. Partinin baş adayı Alice Weidel, “Sabah erken kalkan fırıncı kadının, akşam geç vakitte evine dönen tezgahtar kadının mültecilerin saldıracağı korkusu içinde yaşadığını, sadece cinsel saldırılar değil kapkaççılık ve hırsızlık olaylarının mültecilerin gelmesiyle arttığını” söylediğinde kulaklar daha fazla açılıyordu.
AfD üyelerinin yüzde 22’si kadın. Genel olarak Almanya’da kadınların partilere üye olma konusunda çekinik davrandığından yola çıkıldığında yeni bir parti olan AfD‘deki kadın oranı oldukça yüksek.
Aşırı sağın kadınlarının aşılamaz çelişkileri
Kadın erkek eşitliğini reddeden, cinsler arasında ataerkil rol paylaşımını savunan aşırı sağ partilerin kadın yöneticileri besbelli ki bir ikilem içindeler. Bir yandan parti yönemine gelmek ya da kalmak için erkeklerle çatışmak zorundalar, diğer yandan ise parti programını olduğu gibi kabul edip kadının geleneksel rolüne dönmesinin propagandasını yapmak zorundalar. Kadınların eşitlik mücadelesini mahkum ederken, yönetici olmalarını ise kendilerine partilerinin verdiği bir ayrıcalık gibi göstermek durumundalar. Yabancıları, mültecileri, farklı düşünenleri, farklı yaşayanları toptan mahkum eden bir partide kadınların haklarını çağa uygun şekilde savunmaya kalkmak ise mümkün değil. Bir yandan “kadın” kimlikleri bir kalkan haline gelirken, diğer yandan bu partilerin toplumda makbulleştirdikleri kadın kimliğinin bu kadınların pozisyonları açısından çelişkili bir durum açığa çıkardığı açık.
Bu çelişkinin alenen göründüğü politikacılardan biri Alice Weidel. Yabancı ve mülteci düşmanı, homofobik AfD partisinden Weidel, eşcinsel, üstüne üstlük Alman olmayan, Sri Lankalı bir kadınla birlikte yaşıyor. AfD’nin aile modeline ters düşen bu yaşam biçimine rağmen ırkçılık, İslam düşmanlığı içerikli saldırgan konuşmaları ve partisinin “hoşgörüsüyle” milletvekili seçildi. Aşırı sağın savunduğu değerler arasında kadın erkek eşitliği ve eşcinsellik yok. Weidel bunu biliyor ama kendine tahammül edildiği, ön cephede mücadele etmesine izin verildiği sürece partinin‚ “Bizde homoseksüel de var” dediği, bu sayede kendini belli çevrelere liberalmiş gibi gösterdiği biri olmaktan rahatsız değil.
Semra Çelik
(Ekmekvegul.net)