(8 Mart dosyası) Buse Kılıçkaya ile trans kadın hareketi üzerine röportaj

08.03.2016 - 07:28
Haberi paylaş

Marksist.org olarak Pembe Hayat’ın kurucularından biri olan ve bugün yönetim kurulu üyeliği yapan Buse Kılıçkaya ile trans kadın hareketi üzerine çok temalı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Türkiye’de trans kadınların ilk öz-örgütlenmesi olan Pembe Hayat’ın öneminden Türkiye’deki otoriterleşmeye, diğer hareketlerle trans kadın hareketinin birlikte mücadelesinden Queer teoriye birçok konuya değindik.

Buse, yıllardır trans özgürlüğü ve eşitliği için mücadele eden bir aktivistsin. Pembe Hayat’ın ilk kurulduğu zamanlardan bugünlere de bir hayli yol kat edildi. Pembe Hayat da artık hareketin kökleşmiş örgütlerinden biri hâline geldi. Onuncu yılına girdi. Bu süreçte trans kadınların mücadelede nasıl bir yol katettiğini düşünüyorsun? Genelde olumsuz şeyleri konuşuyoruz. Kadın cinayetleri, trans cinayetleri vs, ki bunları belli ki konuşmaya da devam edeceğiz ama bu yaşadığımız sorunlara rağmen bir kazanım olduğunu düşünüyor musun?

Buse: Trans hakları açısından mücadeleyi Pembe Hayat’tan öncesi ve sonrası diye ikiye ayırabilirim. Pembe Hayat’tan önce de bir mücadele vardı ama translar örgütlü kurumsal yapılar içinde kendini çok gösteremiyordu. Bireysel çabalar vardı. Hatta kimi zaman reklam panosu gibi görüldüğü de oldu. Pembe Hayat ilk basın açıklamasını 2005’in Nisan ayında İnsan Hakları Derneği’nde yaptı. İsmini de ilk o zaman deklare etmişti. O dönemden bu döneme ciddi bir görünürlük sağlandı aslında. Şöyle açıklayayım. Bir örgütün içinde olmak translar için çok ürkütücü bir şeydi. Örgütlü olmak, bir kurumun içerisinde yer alıyor olmak devlete muhalif olmak olarak algılanıyordu ve genel algı şöyleydi: “Biz kimiz ki, neyiz ki? Biz zaten bu toplumun sapık ve sapkınlarıyız. Ne hakkımız olabilir ki? Biz anamız, babamız, atamız, komşumuz tarafından reddedilmiş insanlarız. Bizim dernek yerimiz, büromuz olamaz. Bizi iki gün sonra kapıya atarlar. Örgütlü olursak polis bize daha çok baskı uygular. Örgütlü olursak daha çok görünür oluruz, ailemiz yerimizi bulur. Örgütlü olursak devlete karşı bir duruş sergileriz ve daha çok baskı görürüz.” Bir yandan böyle fikirler ve böylesi bir algı varken, bir yandan da herkesin kendini ifade etme isteği vardı. Çok homojen bir topluluk değil trans örgütlenmesi. Birbirinden farklı etnik kökenleri, yönelimleri, dinleri, cinsiyet kimlikleri var. Politik fikirleri de keza öyle. Dolayısıyla yukarıdakilere ek olarak bu farklılıkların bir arada olması da ürkütücü geliyordu.

Pembe Hayat kurulduğunda seks işçiliği dışında bir alternatif pek yoktu. Ya da var olan alternatifler görünmüyordu. Pembe Hayat o yüzden şöyle kuruldu. Seks işçisi trans kadınların bir örgütlenme yapısıydı. İçinde trans erkek vardı ama o bile derdini kendine ve başkalarına çok fazla anlatamıyordu. Trans kelimesinin toplum nezdindeki anlamı da zaten Bülent Ersoy ile özdeşti. Trans demek erkekten kadına transtır toplumun gözünde. Pembe Hayat’ta da biraz böyleydi. İnsanların kafasındaki algı aşağı yukarı böyleydi. Bir ikinci husus seks işçiliği de bir rekabet alanıydı. Yani birbiriyle aynı caddede aynı sokakta seks işçiliği yapanlar aynı dernekte yan yana gelecekti. Bu kolay tahayyül edilebilir bir şey değildi. Kaos olur diye düşünülüyordu. Özetle çeşitli sebeplerden ötürü ciddi bir korku hakimdi. Trans kadınlar arasında günlük ihtiyaçlara ve risklere göre şekillenmiş enformel bir politik ağ vardı. Yani birinin başına bir şey geldiğinde, ki bu hastalık ya da şiddet olabilir, küçük gruplar hâlinde arkadaşlar bir dayanışma ağı örerler ve bu yaşanlar üzerinden de çeşitli önlemler alırlardı. Yani hem dayanışma hem de güvenlik önlemleri günlük deneyimler üzerinden şekillenmişti.

Ama sonra Esat’taki olaylar yaşandı. Polis çok sert saldırdı. Sonra Esat’taki translar Eryaman’a sahip çıktı ve Eryaman’daki olaylar merkeze sıçradı. Sivil toplum örgütleriyle ve kadın örgütleriyle bir dayanışma gelişti. O zaman translar yalnız olmadıklarını gördüler. “Biz yalnız değiliz aslında. Bu sorun toplumsal bir sorun. O zaman biz kendimizi tekrar tanımlamalıyız ve gözden geçirmeliyiz” ile başlayan bir süreçti. Yani yoğun bir kendimizi sorgulama sürecinden geçtik. İnsanlar çoklu kimliklerini de daha fazla keşfetti. “Ben trans olmanın dışında Aleviyim, Çingeneyim, Ulusalcıyım” gibi tespitlerle ilerleyen süreçte derneğe gelenler translar bu kimlikle yan yana tanımladıkları kimliklerle de geldiler. Bu kısmen dayatmacı bir yön taşıyordu. Birlikteliği inşa etmek uzun zamanımızı aldı. Bu yıllar sürdü. Bir yandan insan hakları ihlalleri yaşanıyordu ve translar varoluşlarını hak temelli bir söylemle savunmayı deneyimliyordu. Bu anlamda Pembe Hayat çeşitli sancılı tartışmaları da birlikte mücadele etme çabasını da içinde barındırmış bir trans öz örgütlenmesi olarak doğdu. Bu çok önemliydi. Bugün birçok LG örgütü ve hatta LGBT örgütü Pembe Hayat’ın politikalarına bakarak politikalarını şekillerdirmeye başladı. Birçok yazı çıktı ve Pembe Hayat ikili bi mücadele yürüttü. Sadece dışarıdaki heteroseksist dünya ile mücadele etmedi aynı zamanda kendi içimizdeki homofobi, transfobi, bifobiyi sorgulattı ve “Bir dakika biz neyiz peki?” üzerinden yeni bir dil kurmaya çalıştı. Bu dili kurmakta biraz zorluk çektik açıkçası.

Çünkü herkes yaşadığı ayrımcılığı bir başkasına ayrımcılık uygulayarak dayatmaya çalıştı. Şöyle bir süreç vardı. Kendimizi kabullendirmeliyiz süreci diyebiliriz buna. Bu süreç normalleşme isteğini barındırıyordu. Bu ise kendini normalleştirip diğerini ötekileştirerek yapılabiliyordu. Bunu kırmak zaman aldı. Korkularla yüzleşmek demek bu. Ama bu saydığımız tüm dönemeçler hareketin tarihinde önemli bir yer tutuyor. Burdan başka insanlara değdiğimiz bir sürece girdik. Translar başka kadınlara dokundu. Tekel işçileriyle bir deneyim yaşadık. Onların mücadelesini kendi mücadelesine benzetti translar. Gidip Tekel işçilerine yemek dağıttık. Bu empati kurmayı kolaylaştırdı. Başkasına dokunup emtapi kurmayı. Bu hem trans hareketi hem de diğer hareketler açısından önemli bir geçiş süreciydi. Aslında bu bir nevi inşa süreciydi. Transların hayatında nasıl beden inşa süreci varsa bu da trans politik bedeninin inşa süreciydi. Bu sancılı dönemlerde kimisi için kendini var etme, kimisi için edememe, ayrılma, birleşme gibi bir dizi deneyim yaşadık. Sancılı ama her yönüyle olumluluk içeren bir süreçti. Pembe Hayat transların tüm sorunlarını çözecek bir örgüt olarak doğmadı ama transların hak ihlallerine karşı verdiği mücadelede önemli bir örgüt oldu. Ve diğer insan hakkı ihlallerine karşı da duyarlı bir duruş sergiledi. Beraber yayınlar çıkardık, basın açıklamalarına gittik, dövizler taşıdık. Bu ciddi bir görünürlük kazandırdı. Translar görünür oldu. Geceleri zaten sokaktaydı. Pembe Hayat’la gündüz de haklarımız için sokağa çıktık. Basın açıklaması yaptık, yürüşüşe gittik. Yani görünürlüğümüzün mekansal ve biçimsel açıdan zenginleştiği bir süreç yaşadık. Düşünsene kafamıza poşetler geçirilip Mamak çöplüğüne atıldığımız, Kabahatler kanununa göre sürekli para cezaları aldığımız, çetelerin hedefleri hâline geldiğimiz, kimsenin sahiplenmek istemidiği ve o dönem LGBT örgütlerinin de pek gözlemlemek istemediği bir yerden Pembe Hayat’a geçtik. Şu anda birçok şehirde trans örgütlenmeleri kuruluyor. Bu da aslında Pembe Hayat’ın önemini ve bununla birlikte yapılan tartışmaların ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Pembe Hayat’ın kurulduğu dönemde bir dizi hareket de güçlüydü. Savaş karşıtı hareket, 8 Mart’lar, İklim değişikliği eylemleri, Kürt hareketinin barış mücadelesi vs. Ben birlikte pankart taşıdığımız bir dizi eylem hatırlıyorum. Gezi sonrasında ise gittikçe artan bir otoriterleşme var. Kürt sorununda devlet tekrar savaş seçeneğini gündeme aldı ve Sur’da, Cizre’de yaşananları izliyoruz. Milliyetçi fikirler her gün pompalanmaya devam ediyor. Yeni formül biliyorsun “Yerli ve Milli” olmak. Sorum şu: artan görünürlük ve birikmiş mücadele deneyimleri ile artan otoriterleşme arasında nasıl bir çatışma öngörüyorsun? Bu trans hareketine nasıl yansır sence? Yeni bir mücadele biçimi ya da süreci mi bizi bekleyen?

Buse: Ben umutluyum. Zaten örgütlenmek bir umut işi. Bir araya gelmek bir umut yolculuğu. Yaşadığımız şeyler bir serüven. O yüzden de umutluyum. Biz çok daha kötü dönemler de gördük. Biz şiddet ortamının ne demek olduğunu çok iyi biliriz. Özellikle trans kadınlar şiddeti çok iyi bilir. Kendini ifade edememe, karakollarda işkenceler, isteyenin istediği zaman uyguladığı şiddet, bulunduğun doğduğun yerden atılma, kovulma, evi terk etmek zorunda kalma, sürekli dalga geçilme ve tetikte olma hâli, kurumların hiç birinden yararlanamama, hak mevhumunundan tamamen dışlandığımız pratikleri bizler yaşadık. Hayatımız boyunca yaşadık. Keşke yaşamasaydık. Herkesin kendini özgürce ifade ettiği bir ülke olsaydık da bunları yaşamasaydık. Yani özetle trans kadınlar toplumda ayrımcılığa maruz kalan birçok azınlığın ne yaşadığını en kolay anlayabilecek deneyimlere sahipler. Biz umutluysak herkes umutlu olmalı.

Şu üzücü ama. Gençlerin şiddet sarmalının içinde yeniden yoğrulduğu bir sürece girmiş olmak kötü. Tam rahatlayacağız ve bir çatırdama var derken o otoriter baskının daha da artması ve kendini daha dolaysız, yalın bir şekilde ortaya sermesi insana “Ya ne oluyor? Artık yeter” dedirtiyor. Translar olarak bir dizi şeyi aştığımızı düşünüyorum. Az önce söyleşmiştim, trans kadınlar da farklı farklı kültürlerden geliyorlar. Şimdi bazen kontrol ediyorum internetteki paylaşımları. Bir trans “Kürtler kahrolsun” derken öbür trans “Nasıl bunu diyebilirsin?” diye sorup daha radikal bir cevap veriyor. Kimisi heteroseksüel düzene karşı bir şeyler yazarken kimisi bu düzeni öven şeyler yazıyor. Yani biz bu toplumdan azade insanlar değiliz. Biz toplumun tam da kendisiyiz.

Şimdi farklı farklı kültürlerden, mahallelerden, ilişkilerden gelen translar homojen değil. Ama yılllar önce şöyle bir sloganla yola çıkmıştık: “Gettoları değil, kentin tamamını istiyoruz!” Bu da mücadele eden insanların gettolarından çıkıp “Biz her yerdeyiz” dediği bir noktaya geldik. Bu neyi gösteriyor? Eskiden sadece İstanbul, Ankara ve İzmir’de yaşanan olaylardan bahsederdik şimdi Türkiye’nin her tarafından translar var. “Aaa, burda da mı translar var?” dediğimiz her yerde bir network de var aslında. Birbirleri ile iletişim hâlindeler. Birbirlerinin şehirlerine gidip sosyal medyada da arkadaş olup bir ağ kuruyorlar. Ama toplumda linç kültürü artınca biz de bundan muaf olamıyoruz. Bu kültür gelip bize de çatıyor. Devletin başındakiler kendini bu kültür üzerinden var ederken toplumu da böyle biçimlendiriyorlar. Bu aslında bir algı yönetimi. Bir algı yönetimi var ve bir korku var. Şimdi şurayı görüyor olmamız lazım. Biz hiçbir şeyimiz yokken bir korkunun içerisinden çıktık ve biz buyuz dedik. Korku insanı durdurmamalı. Korkuya karşı nasıl bir refleks geliştirmemiz gerektiğini iyi kavramak lazım. Bizim algımızı yönetmeye çalışanlara karşı da “bir dakika dur. Zaten biz korkuyu ilk sürecimizde yaşadık” dememiz lazım. Bir de biz bu ülkenin en görünürleri olarak mücadele ettik. Bundan ötesi mi var?

Translar önceden Alevisi, Kürdü, Çerkesi oturur beraber aynı evde yemeklerini yerlerdi. Hepimizin lakabı Kürt Deniz, Çingene Sevda vs idi. Bunlar her birimizi var eden şeylerdi ve aynı evin içerisinde yaşardık. Bugün ne oldu peki? Bir kutuplaştırma siyaseti var ve biz de kimi zaman bu kutuplaşmanın içerisine düşüyoruz. En son örnek Cerattepe. Cerattepe’de yaşanan olaylar ülkenin doğusunda yaşanıyor. Çok birbirine benzer şeyler. Hatta benzer değil aynı şeyler. Bir taraftan bu taraftaki mücadeleye sahip çıkarken diğer tarafta yok edilen insanları görmüyoruz. Yani nereye baktığınızla alakalı biraz. Biraz da şöyle bir yanı var. “Biz biraz görünürlük kazandık. Biraz da rahatladık. Sokağa çıkabiliyoruz. Bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” denilebiliyor. Biraz da o etkileşim kalmadı. Çünkü artık ayrı ayrı evler tutar hâle geldik. Ayrı evlerimizle birlikte birer küçük mülkümüz olmaya başladı ve o küçük evlerde kendi heteroseksüel aile yapımızı üretmeye başladık ve o heteroseksüel aile yapısının içerisinde sürüklenir ve ekonomik krizler yaşar hâle geldik. Biraz da yalnızlaştık. Yalnızlaştığımız için korkularımız da arttı. Geçmişte yaşadığımız acıları asla tekrar yaşamak istemeyiz ama bir yönüyle geçmişe bir özlem de duyuyoruz. Bugün geldiğimiz noktada olumlu olan şeyse şu. Trans kadınlar biz varız diyorlar.

Gezi bu noktada çok önemliydi. Çünkü uzun yıllardır mücadele ediyorduk ama Gezi’de çok geniş toplum kesimleriyle birlikte mücadele pratiği de geliştirdik. Örgütlülüğün nasıl önemli bir şey olduğunu da görmüş olduk. Mesela Onur yürüyüşlerine 40-50 kişi katılırken o kadar kitleselleştik ki devlet artık “Yürümezsiniz” deyip tazyikli su sıkmaya başladı. Tomaların önüne direnen insanlar çıkmaya başladı. Bu çok anlamlı. Demek ki çok büyük şeyler başarılmış, Onur yürüyüşü herkesin onuru için yürüdüğü bir yürüyüş hâline gelmiş. Sadece LGBTİ’ler için değil herkes için. LGBT hareketinin güzelliği ve gücü burda yatıyor zaten. Herkesi kapsayan bir hareket olmasında. Birlikte mücadele etme isteğinde. Ama bugünkü politik ortamda illaki bu hareketin içinde de kutuplaşmanın yansılamaları olacak ama yıllar öncesine baktığımızda çok ciddi bir görünürlük kazandığımız ortada.

Dediğin doğru. Mücadele birleştiriyor. Baskı dönemleri ise ayrıştırıyor. Ama yeni mücadele dalgası da hareketleri yeniden birleştirme potansiyeli taşıyor. Yani statik değil hareket. LGBTİ hareketi de toplumsal hareketleri birbirine bağlayan ya da ayrıştıran dinamiklerden etkileniyor.

Buse: Yalnızlık kötü bir şey. Ama bir yandan ne kadar yalnızlaşırsak bizlerin biraraya gelmesi o kadar zorunlu hâle geliyor. Yani onlar bizi ne kadar dağıtmaya çalışırsa biz o kadar birleşmeye çalışacağız. Bu çok ciddi bir kırılma noktası aslında. Sadece trans hareketi için değil kadın hareketi, LGB hareketi, Kürt hareketi, Ermeni hareketi, engelli hareketi vs için de. Herkes kendi çatlağını buldu. Bu çatlağın içerisinde nerede birleşeceğimizi bulmalıyız. Eskiden geyler ve lezbiyenler bir toplantıya gittiğinde aynı karede görülmemeye çalışanlar olurdu. Transları zaten saymıyorum. Şimdi birçok hak temelli örgüt, sivil toplum örgütü LGBTİ toplantılarında kendilerini daha iyi ifade eder hâle geldiler. Şimdi bu örgütler LGBTİ hareketi içinde nasıl bir kürsü bulabiliriz diye düşünüyor. Bu hareketin bir başarısıdır aslında. Bu kapsayıcı siyaset anlayışının bir başarısı. Mesela bizim gittiğimiz herhangi bir toplantıda “Durun hele sizin meselelere henüz sıra gelmedi” denirdi. Düşün birçok konunun ikincil sırada olduğu bir mücadele anlayışında eşcinsel ve trans hareketi zaten son sıradaydı. Yani öncelik sırasının en dibindeydik. Bugün ise ne zaman azınlık hakları konuşulsa LGBTİ mutlaka geçiyor. Ya da herhangi bir ayrımcılık ve nefret söylemi konuşulduğunda LGBTİ’lerden bahsediliyor. Son 10-15 yıllık süreç içerisinde LGBT’ler kime daha çok oy verdi tartışması bile yaşandı. Yani LGBTİ’ler bir kitle olarak önemsenmeye başlandı. Bunun yanısıra alternatif ve muhalif bir kültür de doğdu. Queer film festivali burdan doğdu. Seks işçiliği meselesi hiç konuşulmazdı. 2008 yılında ilk yaptığımız toplantıda birkaç tanıklık, birkaç sivil toplum örgütü ve birkaç siyasi örgüt vardı. Ben o süreçte cezaevindeydim. Bugün ise insanlar konuşurken seks işçiliği terimini kullanıyor. 3 Mart 2008 yılından beri devam eden bir etkinlik hâline geldi.

 Hazır konuyu seks işçilerine getirmişken Buse, seks işçilerinin sendikalaşma mücadelesindeki temel talepler nelerdir, biraz da bundan bahseder misin?

Buse: Sendikalaşma nerede seks işçiliği yaparsa yapsın Seks işçilerinin daha korunaklı ve devlet güvencesi altında çalışabilmesi demek. Yaşlandığında emekli olabilen, sağlık güvencesi olan ve sağlık haklarından yararlanabilen bir seks işçiliği anlamına geliyor. Aslında bir işçinin hangi hakları varsa seks işçisinin de o hakları vardır. Bunun üzerinden şekillenecek bir sendikalaşma.

Bugün bir furya başladı. Trans kadınlar ameliyat olup genelevlere girmek istiyorlar. Çünkü sigorta yatıyor, daha güvenli vs. Yani trans kadınlar da diğer işçilerden farklı bir şey istemiyorlar. Bu amaçla diğer sendikalarla beraber çalışmak istiyoruz. Seks işçiliğinin bir işçilik olarak tanımlanmasını istiyoruz. Yıllardan beri bunun bir işçilik olduğunu söyledik. Bunun tartışılır bir tarafı yok.

 Buse biraz da Türkiye’de kadın hareketi içinde trans kadınların mücadelesine nasıl bakıldığını konuşabilir miyiz? Bu mesele hakkında ciddi bir yol katedildi diye düşünüyorum. Ankara Kadın Platformu, Avrupa Kadın Ağı gibi platformlarda trans kadınların artık daha kalıcı diyebileceğimiz bir yeri var.

Buse: İlk önce şunu iyi biliyor olmak lazım. Beyan esastır diye bir duruşumuz var değil mi? Kadın hareketinin şöyle bir tutumu olamaz. “Bizim içimizde lezbiyen,trans ve biseksüel kadınlar örgütleniyor. Acaba örgütlensinler mi?” diye bir tartışma olamaz. Bu kadınların bir kısmının diğer kısmına bir şey lütfetmesi anlamına gelir. Bu da hiyerarşik ve ezici bir tutum olur. Nasıl böyle lütufkar davranabilirsin? Biyolojik kadın olarak dünyaya gelmiş olmak üzerinden nasıl böyle bir duruş inşa edebilirsin? Ben kendimi doğduğum biyolojik cinsiyetten var edemedim. Hâl böyleyken trans kadınlarının kadınlığının tartışılması onun varoluşunu yok saymak demek. İki kadının birbirini sevebilmesini ya da bir kadının hem bir erkeği hem bir kadını sevebilmesini falan reddetmek çok üsttenci bir yaklaşım. Elbette bunlar hemen çözülen meseleler değil. Biz de zaten kendi içimizde tüm sorunları çözmüş değiliz. Çünkü biz de toplumdan azade değil. Bunları söylerken şunu da tabii gözardı etmemek lazım. Türkiye’deki kadın hareketinin LGBTİ’lerle tanışması, yan yana gelmesi ve o eşiği aşması çok daha erken oldu aslında. Kadın hareketinin kazanımı da trans hareketinin kazanımı da dayanışmacı bir zihniyetten çıkma. Farklı kadınlık hâllerini sorguladığımız bir süreç de devam ediyor. Bu sorgulamalar temas etme olanaklarını arttırıyor ve mücadeleyi büyütüyor. Birbirimize alan açma pratiklerimiz fazlalaşıyor. Bir süre sonra bakıyoruz ki kimi dengeler değişmiş. İlk katıldığımız 25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddete Karşı eylemde trans kadınlara “Ya sizi şöyle araya alalım da baskı gelmesin. Size şiddet uygulanmasın” denmişti. Biz de “Yok öyle yapmayalım, hep beraber yürüyelim. Biz geceleri de dışardayız. Hiç gerek yok korumacı olmaya” demiştik. O dönemden bu döneme artık farklı pankartların arkasında farklı trans kadınlar görebiliyoruz. Farklı bakış açılarına sahip kadınları trans örgütlerinin arkasında görebiliyoruz. Yani bir birleştirici tarafı var, erken tanıştık ve güzel ilerliyor. Ben olumlu buluyorum gidişatı. Sanırım ben iyimser bir insanım genel olarak.

Kadın ve trans cinayetleri ne yazık ki çok sık şahit olduğumuz vakalar Buse. Bu noktada ne düşünüyorsun?

Buse: Aslında iki cinayette de erkek faillerin yaşadığı bir erkeklik krizi var. Toplumda zaten kaotik bir ortam var. Hukuk hukuk değil. Yasalar çıksa da bir şey ifade etmeyebiliyor. Toplumsal cinnet hâlinden kadınlar ve translar en çok etkilenenler. Ama düşünüyorum da bu cinnet hâli iktidar ile ilgili. Doğayı talan eden, hayvanları katleden yani yaşayan herşeyin borsa değerinin düştüğü bir ülkede kadın ve translar da hedef tahtasında. Diyanet fetvaları, kafa kesme videoları vs gündemden düşmüyor ki. Kadınları sürekli belirli rollere hapsetmeye çalışan bir zihniyet bu cinnet halini de yaratıyor. Boşanmak istediği için karısını öldüren bir erkekle, “Translara şiddet uygulamaktan zevk alıyorum” diyen bir erkek arasında erkeklik ve iktidar anlayışı açısından fark yok. Kendi üstün cins olma krizini kadınlar üzerinden pekiştirmeye çalışanlar var. Ve bu anlayış gittikçe doğa düşmanı, hayvan düşmanı bir anlayışla içiçe geçiyor.

Seks işçisi kadınlar toplumdaki krizi yakından hissederler. Sokakta hizmet sattığınız erkeklerin maddi ve manevi ruh hâlleri içinde yaşadığınız toplumun ekonomik ve politik kriz düzeyini de yansıtır. Polisin size muamelesi de tabii ki. Biz söylemsel, bedensel ve ekonomik şiddeti ilk elden tecrübe edenler oluruz.

Şimdi toplumda aşağıda yaşayanlar farklı kimlik, etnik köken, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine sahip olabilirler ve bunlar birarada yaşabilirler. Ama otoriterlikle yönetildiğiniz bir ortamda otoriter zihniyet bu kimliklerin birini diğerinin üzerinde konumlandırır ve böyle kendini var eder.

 Sen iktidar stratejilerinden bahsedince aklıma saldırdıkları Onur yürüyüşü geldi. Uzunca bir süredir saldırılmayan bir yürüyüşe geçen yıl saldırdılar. Bu saldırıyı LGBTİ’leri ötekileştiren bir dil kullanarak da yaptılar. Yani toplumun bir bölümünü homofobik ve transfobik propagandaya maruz bıraktılar. “Ramazanda yürümeselerdi” “Üç kadın soyunmasaydı” diye devam eden bir ayrıştırıcı dil kullandılar.

Buse: Canan aslında bir tane strateji yok. Avrupa’da da örneğin Onur yürüyüşünü kabul eden ama onu ticarileştirerek etkisizleştiren bir strateji izlenebiliyor. Türkiye’de ne yazık ki Onur yürüyüşüne saldırı olduğunda sadece dışarıdan propaganda yapılmadı. İçimizden de Ramazan’da onur yürüyüşü yapılmasın diyenler oldu. “Nasıl üç kadın da soyunabilir?” diyen LGBT’ler vardı. Sorun şu. Bir yandan algı yöneten yönlendirmeye çalışanlar var bir yandan da günlük pratiklerinin bile idrakine varamamış bir insan topluluğu var. Şimdi Onur yürüyüşünün zamanını ve ordaki kimi performansları eleştiren translar kendi sitelerinde gayet anlaşılır şekilde çıplak fotolarıyla seks işçiliği yapmaya çalışıyorlar. Yani aslında bugün savunduğunu iddia ettiği değerler zaten kendine karşı sürekli kullanılıyor ve bunun üzerinden kendi de ötekileştiriliyor. Strateji derken bunu da kastediyorum. Hareketi içerden bölmek yani.

 Haklısın. Bu devletin kullandığı argümanları aslında kendi aleyhine yeniden üretenler oluyor.

Buse: Yani şunu insanlar hiç mi sormuyorlar kendilerine merak ediyorum. Bu ülkede yıllarca Kürtçe kasetler toplatıldı. Kürtçe kaset dinyelenler cezaevine konuldu. İşkence yapıldı. Dövüldü sövüldü faili meçhullere gitti. Trans meselesine bakıyorum. Peruğu olanlar, küpe takanlar, saçı uzun olanlar, renkli kıyafet giyenler de dövüldü sövüldü ve hatta işkencelerden geçti. Yok edilmek istendi. Bir taraftan bakıyorum Ermeni soykırımının nasıl olduğunu büyüklerimiz anlatır. Ermenilere nasıl azap çektirildiğini köylerinden nasıl kovulduğunu bugün biliyoruz. Şimdi bütün bu meseleleri geride bırakmış olmamız gerekirken neden aynı şeyleri yaşayalım. Bunu da mı idrak edemiyoruz? Ahmet Kaya’ya çatal fırlatıldıktan bilmem kaç yıl sonra yarısı “Ben yapmadım” yarısı da “ben orda değildim” dedi. Şimdi neden yeniden Ahmet Kaya’ya çatal fırlatılıyor. Bu dönem değil ki artık. Bir şeyler kabul edilebilir derken tekrar geriye sarmaya çalışanların oyununa neden gelelim ki? Bugün tekrar nefreti ve ayrımcılığı hayatımıza sokmanın bir anlamı yok. Nezaretlerde birlikteydik biz herkesle. Alevi, Kürt, Çingene aynı nezaretteydik. Aynı acıları yaşadık. Şimdi birlikte mücadele zamanıyken tekrar nefretin büyümesine izin vermeyelim.

Tam da son dediğin şey değil mi Buse? İktidar açısından bu saydığın hareketlerin yan yana gelmesi korkutucu bir şey. 6 Haziran seçimlerindeki manzara buydu. Bundan kaygı duydular.

Buse: Anlamamız gereken şey de bu. Bizi korku ve kaygıyla yönetmeye çalışan bir otorite var Türkiye’de. Çocukluğumuza dönelim J Eğer biz ailelerimizin istediği çocuklar olsaydık bugün onlar tarafından çok seviliyor olabilirdik ama kendimiz olmazdık. Bir ailemize yeni bir pratik gösterdik. “Beni etekli de sevebilirsin. Anne, baba. Ben size bana yaşattığınız travmaları hatırlatayım. Ben sizin torun makinanız olmamalıydım, olmadım. Koca bekleyeniniz olmamalıydım olmadım. Beni böyle de sevebilirsiniz” deyip bir korku ortamından kendimizi cesaretle yeniden inşa ettik. Şimdi kendimiz olarak yaşamak istediğimiz bir dünyayı arzuluyoruz. Bunun cesaretle yapabiliriz ancak. İnsanların kendileri olarak yaşamalarına izin verilmeyen bir yerde şiddet ve kaos vardır. Özgürlük yoktur çünkü.

 Sürekli makbul vatandaş olarak kabul edilmemiz için çeşitli normlara uymamız bekleniyor. Kadınlık üzerinden yürütülen propaganda tam da böyle değil mi? Şu kadar çocuk yapan, boşanmayan, asli görevi annelik olan kadınlar. O zaman yerli ve milli oluyorsun.

Buse: Şimdi şöyle söyleyeyim. Heteroseksüel dünya düzeni çöküyor. Bu dünya düzeni ciddi bir krize girdi. Buna ailenin krizi de diyebiliriz. Şimdi sessiz çığlıklar atılıyor. Bunu herkes duymuyor şimdilik. Hatta bu krize yönelik kimi ülkeler eşcinsel evlilikleri de kabul etti. Bu bir mücadelenin de sonucu tabii ama işin bir ucunda da heteroseksüel aile kurumunu bypass etme isteği de var. Ne kadar böyle kadınlık ve aile üzerinden bir dayatma yapılsa da artık bunu taşıyamıyoruz. Kadınlar daha fazla özgürlük istiyor.

: Buse son sorum da Queer üzerine olacak. Dünya hareketinde son yirmi yıldır Türkiye’de de belki son on yıldır gittikçe hareket içinde daha çok tartışılan bir siyaset biçimi Queer. Cinsiyet kimliklerinin, yönelimlerin, pratiklerinin akışkanlığına, stabil olmamasına vurgu yapan bu teori de trans pratiklerine biraz da Butler kaynaklı özel bir gönderme de var. İkili cinsiyet sisteminin aslında bize doğalmış gibi dayatılan sürekliliğinin hiç de öyle olmadığını gösteren ya da daha doğrusu heteroseksüel matriksin varsayılan doğallığını bozup biyoloji ve toplumsal cinsiyet arasında bir altyapı üstyapı ilişkisi olmadığını ifşa eden bir pratik trans pratiği. Bu konuda sen ne düşünüyorsun? Queer tartışmaları sence Türkiye LGBTİ hareketinde nasıl bir karşılık buluyor?

Buse: Queer üzerine bir toplantı yapıyorduk. “Ya bu teori doğru şeyler söylüyor” dediğimizde kimileri “Bir de başımıza bunu çıkartmayın” demişti. Sonra Judith Butler geldi Türkiye’ye. Salon hıncahınç doldu. Butler konuşmasında kitabındakine kıyasla çok daha sade bir dille Queer’i anlattı. En çok referans verdiği örgüt de Pembe Hayat olmuştu. Queer bana şunu söylüyor. İnsanların bir kısmı kendilerini ifade ederken çeşitli kimlikler seçiyor. A, B, C, …Z her neyse. Kimisi ise ifade etmek istemiyor. Yani “bu etiketler ya da kimlikler bana yeterli gelmiyor. Kendimi hiç birine sığdıramıyorum” diyenler de var. Tabii kategorileri çok sorunlu görmeyenler de var. Bence bunda da sorun yok. Cinsiyet ve cinsellik pratiklerini yeterince queer olmamak üzerinden de eleştirmek bir normativite çünkü. Queer’in anlattığı şey şu. Heteorseksüel sistem arıza veriyor. Çünkü bu sistem arızalı. Çeşitli normları doğal, mümkün ve anlaşılabilir sunarak pürüzsüz bir sistemmiş algısı yaratmaya çalışıyor. Bunu bir dizi pratiği doğal olmayan, sorunlu, anlaşılmaz ve hasta diye etiketliyerek yapıyor. Bu heteroseksüel martriks işlemiyor.

Yani Queer hem kimlikleri çoğullaştırdı hem de kimliksizliği de bir olanak olarak ortaya koydu diyebilir miyiz?

Buse: Aslında ikili cinsiyet sistemi dediğimiz bir cinsiyet sistemi var. Ya kadın ya da erkeksin. Ve kadınsan erkekleri, erkeksen kadınları seveceksin. Aklıma İran geldi şimdi. Trans ameliyatlarını finanse eden devlet aslında bu iki kategoriden biri olmayı kabul etmeni istiyor. Şimdi bu ikili cinsiyet sistemi düzgün işleyen bir sistem değil. Aslında hep kendi krizini de yaratıyor. Ben biraz önce bunun çökmeye başladığını söylemiştim. Başka bir döneme geçiyoruz bence. Bu geçiş bu kadar sancılı olmasa keşke. Ama bu geçiş olacak. Bu kalıplaşmış, dar, dışlayıcı ve hiyerarşik cinsiyet sisteminden daha çoğul ama daha akışkan bir cinsiyet sistemine geçeceğiz. Aslında buna direnç bir düzeyde mazoşistik bir eğilim. Acılı bir süreç yani. Yetmiyor artık. A’lar, B’ler, C’ler Z’ler yetmiyor. “Ben bir trans kadın olarak bir trans kadından hem bedensel hem de ruhsal olarak hoşlanıyorum” dediğimde, “Saçmalama” demişlerdi. Ama biliyordum ki benden önce bunu yaşayan trans kadınlar vardı. Ama kamufle ediyordu. Bir erkek sevgilileri vardı ama kadınlarla da yaşıyorlardı. Yani cinsel pozisyonları ve pratiklerini saklamak zorunda kalıyorlardı. Çünkü heteroseksizm senden ya siyah ya da beyaz olmanı ister. İkisinin arasından bir tercih yapman gerekir ve o tercihin kalıplarına uyman gerekir. Buna uymayan insanlar birbirlerine temas ede ede tek tip olmadıklarını görüyorlar. İnsanlar parmak izi gibi. Hiç biri diğerinin aynısı olamaz. Bunun için aynılaştırıcı bir dille yorulmayalım artık. Elbetteki benzerlikler vardır ama bunların çoğu kültürel olarak inşa edilmiş benzerlikler. Bunun dışında ben benim sen sensin. Queer bu anlamda dünya siyasetinde önemli bir teori. Bırakalım insanlar kendilerini düzenlemek isteyen tüm normlara karşı kendilerini yeniden inşa etsinler. Tanımlasınlar ya da tanımlamasınlar. Ama özgür olsunlar. Baskı altında olmasınlar. Sürekli grup aidiyetlerinin ellerinden gideceği korkusu yaşamasınlar.

 Queer meselesine akademinin harcadığı mesai ile hareket arasında bir etkileşim var. Ankara Üniversitesi’ndeki Queer dersleri, Kadın Çalışmaları programı, aynı şekilde ODTÜ’deki Kadın Çalışmaları bölümü vs. genç kuşak üniversiteli aktivistlerin aynı zamanda beslenmesini mümkün kıldı. Bu aktivistler hareketin dışarıdan takipçileri değil inşacıları da oldular. Ama insanın aklına şu soru geliyor. Acaba akademi ile hareketin gündelik dili ve ihtiyaçları arasında bir açı da oluşmuyor mu? Yani ‘yüksek perdeden teori konuşan’ elitizm riski var mı?

Buse: Bence tartışmaktan korkmamak lazım. Olumlu tarafından bakalım. Bu kürsüler farklı kadınlık hâllerinin, farklı cinsiyet ve cinsel yönelim pratiklerinin mümkünlüğünü anlatmakta çok yararlı oldular. Meşru olanla gayrımeşru olan, sistem tarafından anlaşılır görünenle anlaşılmaz olarak görülen arasındaki çizgiyi aşındırdılar. Bu bize alan açtı. Butler’ın geldiğinde anlattığı şey aslında bizim pratiğimizden uzak değildi. Sadece bu pratiği var olan anlayışla teorize edemiyorduk. Ya da zorlanıyorduk. Butler bu konuda var olan pratiğin bir teorisini sunmuş oldu. Yani teori ve pratik arasında büyük bir açı yok. Tabii tartışmalar hayatımıza değdiği müddetçe anlamlı. Yani çok da soyut bir düzlemde yürütmemek lazım. Ama dediğim gibi tartışmaktan da korkmamak lazım. Ben Queer festivalde gösterilen kimi filmler üzerine şaşkınlıkla düşünüyorum. Film diyorum çünkü bir yönetmenin perspektifini anlamaya çalışır gibi insanların perspektiflerini anlamaya çalışmak lazım.

Buse çok teşekkür ederiz röportaj için.

Buse: Ben teşekkür ederim. 

Bültene kayıt ol