(8 Mart dosyası) Pembe Hayat'tan Hande Altıntaş'la röportaj

08.03.2016 - 07:19
Haberi paylaş

Marksist.org olarak Pembe Hayat koordinatörü Hande Altıntaş’la bir röportaj gerçekleştirdik.

Altıntaş'la lezbiyen ve trans kadınların kadınlık deneyimleri, erkeklik kurumu, Queer teori, AKP, aile kurumu ve Islamofobi üzerine konuştuk.

Bir süredir LGBT hareketinin daha fazla görünürlük yaşadığını görüyoruz.  Gezi öncesinde bir ivme vardı ve Geziden sonra daha da parladı. Sen hareketin örgütlenme ve aktivizm düzeyini nasıl görüyorsun? Kısa bir değerlendirme alabilir miyim?

Hande: Geziden önce hareket biraz daha akademik düzeydeydi. Geziyle beraber ise genç kuşakla daha güçlü bağlar kuruldu. Gençler arasında LGBT hareketi daha büyük bir tanınırlık kazandı. Tabii Gezi sürecini hatırlarsak bu tanınırlık LGBT’lerin en ön saflarda olması söylemiyle de elele gitti. Burada biraz şişirme var gibi görünse de hareketin önünde yer almak LGBT’lere daha geniş bir kitleye hitap etme olanağı sağladı. Bu algı da pekişti.

Ama Gezinin üzerinden epey zaman geçti ve şu an siyasi olarak bir gerilemenin içinde olduğumuzu düşünüyorum. LGBT hareketi de bununla paralel büyük bir atılım yapamaz şu durumdayken. Bir nevi hareket Gezi öncesi düzeyine tekrar çekiliyor ama bir nitelik farkıyla beraber yaşanıyor bu çekilme. Aktivistler çok çaba sarf ediyorlar. Daha çok alana girmeye çalışıyorlar ama siyasi alan daraldıkça bu çaba somut karşılığını bulmakta zorlanıyor.

Mecliste LGBT sorunlarıyla ilgilenen milletvekilleri var. İki siyasi partinin tüzüğünde açıkça LGBT’ lerden bahsediliyor. Lakin ülkede savaş atmosferi varken, ‘Acaba Türkiye savaşa mı giriyor?’ sorusunun sorulduğu bir ortamda LGBT’lerin sorunları ikincil hâle geliyor. Bu kadar yakıcı bir gündem varken ‘Şimdi dönüp bu mesele ile mi ilgilenecek?’ fikri yaygınlaşıyor. Hem siyasi temsilcilerde hem de bizzat toplumun içinde. Yaptığımız kimi etkinlerin Türkiye’nin içinde yaşanan savaş nedeniyle sekteye uğradığını da görüyoruz.

Soruna dönecek olursak, kesinlikle bir noktaya geldik. Bundan 7-8 sene öncesiyle kıyaslayamayız durumumuzu. Akademik alanda yapılan çalışmaların artması da çok önemli. Bu anlamda da iyi bir noktadayız. Yani 90 sonrası kuşak için Gezi öncesi ve sonrası bir homofobi/transfobi çalışması yapılmış olsa bu oranın düştüğünü göreceğimizi düşünüyorum. LGBTİ hareketi ile tanışıklık arttıkça fikirler de değişiyor. Üniversiteli genç kuşağı bu tartışmalar açan bir akademik ortam var. Şimdi meclise girip basın açıklaması yapan bir grubuz. Bu eskiden hayal bile edilemezdi. Meclis kapısından kovuluyorduk. Yani olumlu gelişmeler olduğu su götürmez ama bunların sürekliliği ya da kalıcı kazanımlara dönüşmesi genel siyasetten bağımsız ilerlemiyor. Alan daraldığında LGBTİ hareketinin ivmesi de buna paralel düşüyor.

Sanki bu dediğin dinamik bir dizi başka hareket için de geçerli. Bir sıçrama oldu ama bu sıçrama AKP’nin gittikçe otoriterleştiği bir süreçle iç içe geçti. Bu beraberinde bir daralma getirdi ama sokağa çıkan hareketleri ya da görünürlük dahil çeşitli kazanımlar elde etmiş bir hareketi de o kadar kolay tekrar kapalı kapılar ardına yollayamıyorsun doğal olarak. Lakin senin de biraz önce bahsettiğin gibi militarizmin parlatıldığı, devlet nezdinde saldırganlığın arttığı ve gerilimin siyasetin merkezi stratejisi hâline geldiği bir dönemde yönetenler ekseni ‘yerli ve milli’ olanla olmayan arasında kurdular. Bahsettiğin dönüşüm müthiş bir dönüşüm. Genç kuşakların fikirlerindeki değişim çok umut verici ama toplumun ‘yerli ve milli’ olanlar ve olmayanlar diye ayrıldığı bir dönemde genç kuşakların da milliyetçilikten etkilenmesi ve yerli ve milli olmayan LGBTİ’lerin de hedef tahtasına tekrar oturtulması çok kolay.

Hande: Kesinlikle. Bunu bizzat yaşıyoruz zaten. Hükümetin son derece kutuplaştırarak yürüttüğü siyaset ister istemez bizi de bir uçta konumlanmaya itti. Bunun işaretini en net LGBTİ hareketi olarak kaç senedir yapılan onur yürüyüşüne geçen yıl saldırarak verdiler. Herkes için beklenmedik bir şeydi bu saldırı. LGBTİ hareketi her zaman şiddetin dışında bir hareket olarak ilerledi. Dolayısıyla devletin LGBTİ hareketine karşı şiddetle saldıracağını da düşünmüyorduk. Devletin şiddeti LGBTİ karşıtı bir tutumun aracı olarak kullandığını gördük. Devlet iki yıl önce ‘bu mesele bu yüzyılın meselesi değildir’ diyordu. Gördük ki gayet bu yüzyılın meselesiyiz ve hedef tahtasındayız. Ben siyasi kriz dönemlerinin Türkiye tarihinde her daim kutuplaşmayı beraberinde getirdiğini düşünüyorum. 70’ler, 80’ler, 90’lar da aslında kutuplaşmanın olduğu dönemlerdi. Toplumda fikirler dönüşmeye başladığında iktidar toplumu tekrar bölmek zorunda kalıyor. Bu bir devlet geleneği diyebiliriz Türkiye’de.

Yani dediğin şu anlamda doğru; genç kuşaklar homofobi ve transfobiyi daha fazla sorguluyor ama aynı zamanda aynı kuşak içinde tehdit dili kullanan ve homofobi ve transfobiyi mobilize eden bir damar da büyüyebiliyor. Bir de sosyal medyanın herkes tarafından kullanıldığı bu dönemde nefret de hızlı yayılıyor ya da hızlı örgütleniyor. Ama durum şu ki biz kazandığımız mevzileri kolay kolay bırakmayız. Açık hedef de olsak örgütlenmeye, mücadeleye devam edeceğiz. Diyarbakır ‘da bile birkaç etkinlik iptali oldu ama genel olarak etkinliklerimize devam ediyoruz.

Hande, Trans hakları odaklı çalışan bir dernekte çalışıyorsun. Bir lezbiyen kadın aktivist olarak trans kadınlarla birlikte yaşadığın deneyimlerinin önemli olduğu kanısındayım. Kadın hakları ya da kadın özgürlüğü içinde bir dizi farklı kadınlık deneyiminin de özgüllüğü göz ardı edilmeden tartışılmalı kanımca. Bu anlamda sen neler aktarabilirsin bize deneyimlerin üzerinden?

Hande: Ben Pembe Hayat’ta çalışmaya başlamadan önce LGBTİ hakları gözümde bir bütündü. Hâlâ kısmen öyle olmakla birlikte, buraya geldikten sonra farklı kadınlık tecrübelerini görme şansım oldu. Kadın hakları hareketi bazen gündemini çok bildik birkaç sorun etrafında belirliyor ve farklı kadınların gündemleri çok merkezi bir yer tutamayabiliyor. Lezbiyen ve biseksüel kadınlar kadın hareketine daha önce dahil oldular. İttire ittire kadın hareketini kısmen ibneleştirebildik. Ama trans kadınların kadın hareketine dahil olması biraz daha sonra oldu. Daha yeni yani. Hani biliyorsun feminizm dalga dalga ya J İkinci dalga feministler içinde “Bu translarla nasıl olacak? Ben de onu bilemedim” fikri hâlâ yok olmuş değil.

Benim bireysel olarak aktivizme başlama tarihim sanırım 2008. O dönem kadın hakları temelli ve lezbiyenliğimizin altını çizerek harekete dahil olmaya çalıştık. Bu önemliydi tabii ki. Burada çalışmaya başladığımda ise trans kadınların deneyimleri ile ilgili derinlemesine bir şey bilmediğimi fark ettim. Önceden trans kadınlarla dayanışmamız “Nefret cinayetlerine hayır! Kabahatler kanununa hayır!” düzeyindeydi.  Biraz ezber diyebiliriz buna. İşin içine girdiğimde ise ayrımcılığın eğitim alanı sağlık alanı gibi bir sürü alanda sürdürüldüğünü gördüm. LGBTİ hakları için ortak mücadele önemli ama bu topluluğun alt kollarında olan bitenle ilgili ayrı ayrı çalışmak gerekiyor. Bu yüzden de trans haklarına doğrudan yönelen bir dernek olması çok önemli. Çünkü çok fazla gün yüzüne çıkmamış problem var ve bunlar hâlâ sürüyor. Ben lezbiyen bir kadın olarak, özellikle de maskülen görünen bir lezbiyen kadın olarak sokakta yürürken “Hmm, kadın mı erkek mi bu?” “Kesin lezbiyen” gibi söylemlere maruz kalıyorum. Ben bir trans kadınla sokakta yürürken benim yaşadığım şey onun yaşadığının onda biri. Trans erkekler de görünürlük konusunda kısmen bir avantaj yaşıyorlar ama trans kadınlar sokakta çok açık bir hedef hâlinde geziyor.

Trans kadınların aile krizleri de daha büyük oluyor sanırım değil mi? Lezbiyen kadınlar olarak da aile ile sorunlar yaşıyoruz ama trans kadınların aile krizi daha ciddi olabiliyor.

Hande: Lezbiyenler açıldıklarında ciddi sorunlar yaşayabiliyorlar ama kimileri açılmamayı tercih ediyor ve aslında hayatına öyle devam da edebiliyor. Ama transsan ve kendi cinsiyet kimliğinde yaşamak istiyorsan çatışmamak gibi bir durum söz konusu olamaz. Yüzleşmelerin yüzde doksan dokuzu da aile ile ilişkinin tamamen kopması ile sonuçlanıyor.

Toplumda ne olursa olsun yanında olacağı anlatılan o kurum seni ilk terk eden kurum oluyor değil mi?

Hande: Kesinlikle. Aslında heteroseksizm normlarına dayalı aile kurumunun ne kadar hesapçı olduğunu gösteriyor. Politik, kırılgan ve ikiyüzlü bir kurum aslında. Ama ne kadar politik değerlendirirsek değerlendirelim kişi üzerinde ciddi bir yıkım ve yalnızlık hissi bırakıyor. Aile dediğimiz kurum da kişilerden oluşuyor ve bu kişilere öfke, özlem vs. bir dizi his besliyorsun. Travmatik özetle.

Biraz da sağlık alanında maruz kalınan ayrımcılıktan bahsedelim mi?

Hande: Tabii. Biz lezbiyen ya da lezbiyen olmayan kadınlar jinekolog anılarımızın bir kısmını öfkeyle paylaşırız. “Evli misin?” diye soruyorlar diye öfkeleniriz. Jinekoloji gibi kadın anatomisi üzerine odaklanan uzmanlık alanları aslında ideolojiden uzak yerler değil. Trans kadınlar ise hastaneye gittiklerinde “Ben sana bakmak istemiyorum” diyen doktorlarla karşılaşıyor. İstanbul’da bir trans kadın doktorun onu muayene etmek istememesi üzerine doktorla tartıştı. Dava açtı. Doktor da karşı dava açtı. Trans arkadaşımız davayı kazanamadı. Doktor ise hakaret davasını kazandı. Yani ayrımcılık yapan failin ona öfkelenen bir trans tarafından sözel olarak yaralanmasının bedelini ayrımcılık yaptığı kişiye ödettiği bir sistem. Ötesi var mı?

Bu ayrımcılıklar insanın oturduğu yerden tahayyül edemeyeceği ayrımcılıklar. Bu yüzden lezbiyen ve trans hakları tam olarak aynı zeminde tartışılamaz. Kaynağı konusunda bir ortaklık var. Heteroseksizm, erkeklerin üstün olarak konumlandırıldığı ikili cinsiyet sistemi, erkek egemen ideoloji iki kadın grubuna da ayrımcılığın kaynağı ama bu ayrımcılığın pratik tezahürleri özgünlük gösteriyor ve ayrı ilgiyi hakkediyor diye düşünüyorum.

Ayrımcılıkların kaynağı erkeklik dediğimiz gıcık kurum.

Peki Hande erkeklik dediğimiz şeyi biraz açarsak iyi olur sanki. Erkeklik bir kurum olarak çokça tartışılıyor. Eğer özcü yaklaşmıyorsak ve erkeklik kurumunu biyolojik ve anatomik kökenle açıklamıyorsak bir açıklamamız olmalı. Sen nasıl görüyorsun?

Hande: Şöyle bir geyikle başlayayım: olanları imha edip, yeni doğanları güzel yetiştirirsek sorun çözülebilir. :)

Açıkçası bu noktada biraz umutsuz hissediyorum bu konu ile ilgili. Erkeklik birçok şeyle ilişkili. Tabii ki kurumlar var. Ordu, devlet vs. Ama aile herhalde bunlardan en önemlisi. Oradaki roller, işbölümü, orada başlayan pedagoji çok belirleyici. Bu yüzden LGBTİ hareketinin çomak soktuğu yerlerden biri aile. Başka aileler mümkün diye başlayıp “Aman kardeşim ne ailesi” diye varmak istediğimiz yer galiba bu kurumun altüst edilmesi. Aşkın, şehvetin ve çocuk bakımının bu kurumun cenderesinden kurtarılması gerekiyor. Ama nasıl yapacağız bunu? Bu çok kolay bir soru değil.

Aile kurumu zaten bir işbölümü dayatıyor bize, değil mi? Erkekler üretir, kadınlar yeniden üretir diyerek. Yani kadın çocuğu, erkeği, hijyeni, doygunluk hissini yeniden üreten kişi olarak görülüyor. Çalışsa da çalışmasa da. Başlı başına bu kadını ikinci cins yapmaya yetecek bir zemin sunmuyor mu?

Hande: Belki basit bir düşünce ama ben bu konuda şöyle düşünüyorum. Biraz latife yaparak şunu söyleyeyim: heteroseksüel bir kadın olsaydım politik lezbiyen olurdum kesin J Toplumsal bir avantaj var ortada, çok ciddi bir avantaj. Ben erkeklikle ilgili şuna inanıyorum, gerçekten de fiziksel gücün aslında bir noktada nankörce kullanılıp, bu toplumsal avantajın elde edildiğini düşünüyorum. Bu söylediğim biraz basit bir açıklama gibi gelebilir ama erkeklerin çok ilkel dönemlerden beri işbölümü üzerinden elde ettikleri avantajlı bir konum var. “Hadi ben bir avlanayım da geleyim; hadi avlandım, şimdi ben hepinizi güvende tutacağım J Çünkü kemiklerim iri” diye bir düşünce silsilesi ile parodi edilebilecek bir süreçten bahsediyorum. Açıkçası bunun çok kaybedilmek isteneceğini düşünmüyorum, istemiyorlar da zaten. Ne devlet bunu ister, ne ordu bunu ister. Kişiler de bu avantajdan faydalanıyor. Kimse bunu bırakmak istemediği için, feministler erkek düşmanı cadı kadınlar oluyor. Gerçekten de şunu isterim, bir noktada hafızaları sıfırlansın erkeklerin. Kadınların da sıfırlansın hatta. Bizim de yeniden üretmeye dönük pratiklerimiz oluşmuş durumda, o toplumsal rolleri çok ciddi boyutta benimsemiş ilerliyoruz. Bu konuda da özeleştiri vermek gerek, ben de annem yemek yapsın istiyorum. “Hadi anne bir şey yap da yiyelim” diyorum, yapmayınca sinirleniyorum.  Herkesin içinden temizlenmesi gereken bir şeyler var.  

Erkeklerin her biri de aynı ayrıcalık düzeyine sahip değil toplumda. Pembe Hayat’ın sitesinde Elif isimli bir trans kadınla yapılan röportajı okumuştum. İstanbul’da bir fabrikada çalışıyor. Oradaki erkek işçi ve kadın işçiler de ayrımcılık uyguluyor Elif’e. Bu işçiler Elif’le aynı maaşı alıp aynı koşullarda çalışıyorlar. Düzcinsel ya da natrans olmalarının onlara yaşattığı avantaj fabrika kapısından girdikleri anda aslında anlamsızlaşıyor. 12 saat mesai yapıyor, muhtemelen asgari ücret alıyor, ulaşım sorunundan barınma, çocukların eğitimi vs bir sürü problem yaşıyorlar. Aslında o işçilerin de dünyayı değiştirmeye çok ihtiyacı var. Elif’i eziyor olmalarının, içinde yaşadıkları eşitsizlik durumunu pekiştiren bir şey olduğunu kavramaları lazım.  Ama bu bağlantının kurulması bir mücadele konusu başlı başına. Belki bu insanlar harekete geçtiğinde değişecek fikirler. Tekel işçileri ve Pembe Hayat ilişkisinde olduğu gibi. Buradan başka bir konuya geçmek istiyorum: queer. Queer lafı bir anda kişileri de hareketi de niteleyen çok kullanışlı bir kavram oldu. Sence queer teori bir perspektif açtı ve öncekine göre daha ileri bir siyasi noktayı mı işaret ediyor? Yoksa bu kavram LGBT hareketinin içinde bir azınlık tarafından sahiplenilen ‘yaramaz’ bir terim mi?

Hande : Bence iki tarafı da var. Queer piyasaya ilk düştü, konuşulmaya başlandı ve uzun süre kimse bir şey anlamadı,  akademik geldi. Kaynakların çoğu İngilizceydi. Tepki çekmek istemem ama ben de çok iyi bilmiyorum queerin tarihini, çıkışını vs. Türkiye’de yansıması üzerinden gözlemlerimi paylaşabilirim. Queer siyasi duruşa çok atfı olmayan estetik ve kısmen biçimsel bir stille geldi. Queer’in aslında sınırsızlığa ve kimliksizliğe işaret ettiği politik bir tarafı var. Ama Türkiye’de henüz öyle bir pratiğe dönüşmüş değil. Queer kelimesi kimliklerin siyasetteki baskın konumunu sarsamadı. Biz hâlâ kendimizi basamaklarla tanımlamaya devam ediyoruz; ben bir trans kadınım, ben bir lezbiyenim vs.

Toplumsal cinsiyet biçimlerinin birbirine karışması ve akışkanlık sanırım kimliklerin üzerindeki baskının ortadan kalkmadığı durumlarda kolay tecrübe edilir bir şey olamıyor. Yani lezbiyen olduğun için çok baskı görüyorsan bu kimliğin senin için önemsiz ve başka bir şeyle ikame edilebilir olması ya da kaynaşması mümkün olmuyor olabilir mi?

Tabii ki, bir anda herkesin “su gibiyim, queerim” diye ortaya çıkmasını beklemiyorum. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim. Türkiye’de yaşadığımız en büyük zorluklardan bir tanesi kendimizi tanımlamak zorunda bırakılmamız. Yani bu kimlikler üzerindeki baskı değil sadece. Söz sahibinin kim olduğunun bilinmek istenmesi. Genel olarak bir yerde bir kelam ediyorsanız kim olarak ne olarak söylediğiniz önem taşıyor, bir lezbiyen olarak mı söylüyorum, bir trans erkek olarak mı? Ona göre dinlenecek o. Bu insanda çok ciddi bir sıkışmışlık yaratıyor. Son dönemde bunu çok sık yaşamaya başladım, trans erkek miyim, lezbiyen miyim? Bu ikileme düşen insanlar tarafından çok fazla sorgulanmaya başladım. İnsanın çok fazla yorulduğunu görüyorum bundan dolayı. Bizde henüz şu oluşmadı; senin ne olduğunun bir önemi yok, söylediklerinin önemi var. Henüz oluşmadığı için, queer kavramının da gündelik hayatta çok sağlam olarak oturmadığını görüyorum. Etrafıma baktığım zaman, kalabalık değiliz yani, “Ne olursan ol gel, hepimiz birbirimizi çok severiz” gibi bir söylem var gibi ama aslında öyle de değiliz. Herkes bir şeylerin kılını tüyünü yününü ayıklıyor. Eleştirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bizim gerçekliğimizden daha uzak bir şey. Evet, akademik olarak geldi, hoş geldi. Biz de öğreniyoruz, konferanslar oluyor, büyüklerimiz geliyor J Bizim için henüz çok gerçekçiliği yok. Biz siyasi ortam olarak çok riskli şekilde büyümüş insanlarız. Bununla baş etmeye çalışan insanlarız. Türkiye’nin şu anki ortamı bile hiçbir şekilde buna müsaade edecek bir ortam değil.

Bu teorinin ilk ortaya çıkışı belki biraz şununla ilgili oldu; bir yandan heteroseksizmle tartışırken, bir yandan da kadın ve erkek ilişkilerini çok biyolojik temelli okuyan ve bu kadınlık ve erkeklik kategorilerini en baştan sorgulamayan feminist anlayışlarla tartıştı. İkinci dalgayla LGBTİ hareketinin yaptığı hesaplaşma biraz da böyle bir tartışmayla oldu, yeni olan buradan besleniyor. Bu belki Türkiye’de de politik durum ne olursa olsun, ortadan kalkmış bir şey değil. Savaş koşulları olsun vs. bu tartışma hep var. Biz bunun adına queer diyelim ya da demeyelim. Mesela Diyarbakır’a gidildi. Sanırım Demhat gitmişti oraya bir trans kadın olarak. O koşulların içinde de bu faaliyet hep sürüyor aslında. Çünkü öncelik sırası yapamıyoruz. Örneğin Türkiye’de bir savaş karşıtı sokak hareketi başlasa LGBTİ hareketi bunun ciddi bir parçası olur.

Hande:  Şunu söylemek istedim aslında,  queer bizi ikili cinsiyet sistemine hapsolmuş kadınlık ve erkeklik hâllerinin dışında düşünmeye itti. O hesaplaşmalar da çok ciddi beslendiğimiz bir yer oldu. Hem LGBT hareketine ivme katan bir şey oldu hem kadın hareketinin dönüşümünde çok faydalı oldu. Tavır olarak, yaşayış olarak bizi biraz daha rahatlattı. Daha önce bahsettiğim gibi, “biseksüel trans olur mu?” gibi tartışmaları yapmaya başladık. Bizim ufkumuzu tabii ki açtı. Ama Türkiye’de hâlâ güçlü bir kimlik siyaseti var. Siyasi pratikleriyle birlikte queer olmak sanki bizim için biraz daha zaman isteyen bir durum diye düşünüyorum.

Queer hareketi doğru yorumlayan, performans olarak kendisi de işleten insanlar sayesinde, en azından insanlar bir şeyleri görmeye başladılar. Ben hiçbir şey olamayabilirim diyen insanların cesurluğunu görmeye başardılar. Bizim toplumsal olarak sıkıntımız bir şey olma kaygısı. Bir şey olmam lazım, hiçbir şey olmazsam ne olur? Hep bunun korkusu var bizim içimizde. Hiçbir şey olmamanın verdiği o rahatlık ve kendilik duygusunu aslında biraz daha iyi görmeye başladık. Bu bir açılım bizim için. Çok içine girememiş olsak da.   

Politik, akademik zeminlerde tartışması çok fazla yapılıyor ama hareketin zeminini oluşturan bireylerde o düzeyde bir algı yok. Pembe Hayat’a girdiğimden beri şunu gözlemliyorum. İşin özneleri ile çok fazla muhatap olunduğu zaman şöyle bir şey çıkıyor ortaya. Gey ve lezbiyen hakları çalışan biri olsaydım az çok liseyi, üniversiteyi bitirmiş, etkinlikleri takip eden bir kesimle çalışırdım. Ama bizim özel olarak haklarını çalıştığımız kesim, zaten eğitim hakkından çoktan mahrum kalmış bir kesim. Zaten oraya queer diye bir şeyle girmek, “hadi oradan ya” denen bir durum. Ben daha çok o taraftan değerlendiriyorum, dolayısıyla gerçekliği oturmayan bir yerde kalıyor. Çünkü trans gerçekliğine baktığımız zaman, çok kendini aşmış, hareketin içinde konuşan belli translar var. Ama bunun dışındaki çoğunluk, “işimi yapayım, evime gideyim, can güvenliğim olsun, kocam olsun ve hayatım böyle gitsin. Sıradan bir hayat istiyorum” diyor. Bu da anlaşılır değil mi? Bir alacaklılık durumu var orada.

Türkiye’de belki çok örgütlü olmamıza rağmen Gezi’de ortaya büyük bir hareket çıktı ve herkes birbiri ile bir düzeyde temas ediyordu. Dernekler, çeşitli hak örgütleri vs faaliyetlerini süreklileştirmiş kurumlar ve hareket yükseldiğinde de geri çekildiğinde de var onlar. Ama hareket yükseldiğinde sanki bu dernekleri ve sivil toplum örgütlerini aşan bir özgürlük mücadelesinin her alanına değen daha geniş bir yapı ihtiyacı doğuyor. Böyle bir şey olsa, bakabileceğimiz, birlikte hareket edebileceğimiz bir şey oluşacak. Öznesi ve inşacısı aynı zamanda transların, lezbiyenlerin yani bu hareketin de olduğu bir yeni sola ihtiyaç olduğunu düşünüyor musun? Bütün bu meseleleri açık açık tartışan karma bir örgütten bahsediyorum. Homofobinin, transfobinin tartışıldığı. Böyle bir solun eksikliğini hissediyor musun?

Hande: Yıllardır siyasi bir tarama yaptığımız zaman, evet yeni bir sola ihtiyaç var. Harekete gerçekten ihtiyaç var. Ama LGBT hareketinin, sınıfsal mücadelenin kaçıncı maddesinde yer alacağı noktası her zaman LGBT harekette sol harekete karşı bir şüphe olarak var. Bunu biz aşabilmiş değiliz, orada bir güvensizlik var. Bu da pratikle aşılabilecek bir şey.

LGBT hareketinin kendisi bir çok şeyin içinde var ama değil mi? Barış için kadınlar sokağa çıkıyor, LGBT hareketi de çıkıyor mesela. Yatağan işçilerinin yanına gidiyor vs. İki sene önceki Ankara Onur yürüyüşünde en çok Soma ile ilgili slogan atılmıştı.  LGBT hareketinin diğer hareketlerin yanına gitme ve selam yollama gibi güçlü bir pratiği var.

Hande: Herkesle, her mağduriyetle ciddi bir organik bağ kurmak istiyoruz aslında. Herkes bir yerden eziliyor, canı acıyor. Konuştuğumuz gibi  kadın hareketi ve trans hareketin nerden yara aldığı ile ilgili, yine ortak bir yer var. Burada da ortak bir yer var; işçilerle dayanışmasında, ağaçlar ormanlar katlediliyor vs bütün bunların geldiği yer aynı yer. Hepimiz aynı yerden acı çekiyoruz. Dolayısıyla yeni bir sol hareket oluşabilir, ve denilse ki “LGBT hakları birinci sıradadır, öncelik sınıfsal devrim olsun sonra bakarız anlayışı yoktur ortada” falan bir umut doğabilir J Aslında şöyle bir handikap da var. LGBT hareketi olarak sol tarafa bir selam çakıyorsunuz, bu defa da şöyle bir şey ortaya çıkıyor. Sağ görüşlülerden yani merkez sağdan LGBT’ lerden şöyle bir tepki geliyor: “ bu hareketin siyasi duruşu mu olacak?” Böyle bir eleştiri de yiyoruz.

 Hande, bu hareket çok sınıflı ve politik açıdan da homojen değil. Ama LGBT hareketi burjuva LGBT’lerle çalışmıyor. Daha çok orta ve alt sınıfla çalışılıyor. Çok zengin LGBT bireyler hareketin içinde değiller. Bu anlamda LGBT hareketi işçi sınıfı içindeki bireylere nasıl ulaşıyor? Bir diğer sorum da politik çeşitliliği düşündüğümüzde LGBT hareketi bununla nasıl baş ediyor? Görünen o ki hareketin aktivizmini yapanların ortak bir perspektifi var. Her şeyde 100% konsensüs olmasa da bir uzlaşma var.

Hande: Özellikle örgütlü olmak istemeyerek yoluna devam edenler de var. İlk soruna cevap vereyim öncelikle. Hareket içinde akademik bir çizgi var, lazım da. Türkiye’de LGBT hareketi deyince, ciddi anlamda derneklerle yürüyen bir şey.  Derneklerin yürüttüğü hareket, derneklerin içinde yer alan insanların fikirlerinden de etkilenen bir şey. Buradaki en büyük sorumluluk şu; tabanla bağı kuran dernekler. O nedenle de buradaki görev şu;  tabanla ilişkiyi kurmak, ihtiyaçları çok iyi belirlemek, analiz etmek, toplumsal avantajları dezavantajları çok iyi belirleyerek bunu hem akademi ile paylaşmak hem de bunu her yere taşımak. Bunu yaparken de en önemli şey şu; o yüzden az önce “yeni bir sol olsa, belki..” diyorum. Çünkü bunun tabanında “hayır, asla” diyenler de var. “Evet, kesin olmalı” diyenler de var. Ben anlamam, ben sadece sosyal haklarımı istiyorum diyenler de var. Tabi ki bunların temininde hareket olarak biraz daha sınıfsal hareketlerin etkisiyle yol alabileceğimizi düşünüyorum.

Bir süredir canlanma olsa da Türkiye’de geniş kitlesel bir sınıf hareketi yok. Bunun da LGBT hareketi üzerinde bir etkisi var sanırım.

Hande: Hareket daralınca insanlar örgütlenmekten de korkar hâle geliyor. Derneklerde insanların örgütlenmemesine yönelik politikalar yürütülüyor. Ama derneklere bile üye olurken insanların elli kere düşündüğü bir toplumsal yapıdayız şu anda. “Fişlenmeyeyim. Hiçbir yere elimi sürmeyeyim” noktasındayız. Diğer sorun neydi?

Politik farklılıkları yürütmek de zor bir iş demiştim.

Hande: LGBT hareketinin yürütüldüğü alanda çalışmak aslında çok daha zor. Çünkü sol kökenli harekette çalışıyor olsan, doğrular belli, istekler belli. Fakat burada çok karmaşık bir siyasi tabandan bahsediyoruz. Herkesin istekleri çok farklı, ama elde edilmek istenen haklar ortak. Dolayısı ile LGBT hareket her hareketle de biraz kesişmeye çalışarak, selam vermeye çalışarak, ortak bir paydada ilerlemeye çalışıyor.

Sol içinde de belki kısmen LGBTİ hareketi içinde de çok uzunca bir süredir AKP’li bir Türkiye’de yaşıyor olmamızdan da kaynaklı AKP karşıtlığının “din sömürüsü yapıyor bunlar” üzerinden okunduğu bir siyasi gelenek var. LGBTİ hareket içinde din tartışması hep hayatımızda oluyor. Homofobiyi açıklarken “bütün bunların sebebi din” diye biten tartışmalar çok fazla yapılıyor. Kadın sorunu için de böyle. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Hande: Ben de bazen eleştirilerimde İslamafobi sınırına gidip geliyorum. Bunda benim hiçbir şeye inanmıyor olmamın da bir etkisi var. “Beni istemeyen dini ben zaten istemem” diyen eşcinseller çok fazla. Bir kısmı için gerçek İslam bu değil vs. Biz dernek olarak hiçbir şekilde buraya elimizi sokmuyoruz. Din çok toplumsal bir şey. İnanılmaz dinamikler oluşturabilen bir şey. Ama bireysel olarak baktığım zaman, insanların aslında kendi içlerinde bunu merkeze koyduklarını görüyorum, inanmayan da bunu merkeze koyuyor, inanan da. Dinin Türkiye içinde çok fazla bir ayrım yapma etkisi var zaten. AKP’nin süreciyle gelen, 17 Aralık vs ile daha da artan bir süreç.

AKP’nin nasıl kitlesel bir parti olduğu düşünüldüğünde özel olarak eşcinsel düşmanlığı üzerinden örgütlenmediğini görüyoruz sanki. Yani homofobik bir din söylemi geliştirerek de kitleselleşmedi aslında. Homofobi’yi gezi sonrası daha çok kullanıyorlar. HDP’ yi yıpratma stratejisi olarak da bolca kullandılar.

Hande: Bence Ortadoğu’ya yönelmeleri ile başladı bu süreç. Yani mezhepçi bir hattın çizilmesi ve daha din temelli bir söylem. Ben devam edeceğini de düşünüyorum. Ayrımcılığa karşı yasa tasarısı tartışmalarında tasarıya ‘cinsel yönelim’, ‘cinsiyet kimliği ayrımcılığı’ ibareleri konmadan meclise gönderilmeye çalışıldı. Bununla ilgili kampanyalar, basın açıklamaları yapıyoruz. Bizim ismimiz geçecek mi bu tasarıda? Bence geçmeyecek. Bunu hiçbir zaman göze almayacaklar. Türkiye’de zaten taban siyaseti yapılıyor, tabanını hesap ediyor; bunu vermezsem ne olur hesabı yapıyor. Bu tasarıda bu kavramları kullanmamak AKP için kayıp anlamına gelmeyecek. Türkiye’de çok köklü bir karizmatik otorite hevesi var bence. Atatürk geldi ve şimdi de Atatürk’ü olamayanların Tayyip’i geldi. Onlar da bunun tadını çıkarmaya çalışıyorlar. Ne taraf olursa olsun, biz bir tokadı yiyoruz.

Çok teşekkürler Hande sohbet için.

Hande: Rica ederim.

Röportaj: Canan Şahin

Bültene kayıt ol