(8 Mart dosyası) Melike Koçak ile eğitimde cinsiyetçilik üzerine röportaj

06.03.2016 - 10:41
Haberi paylaş

“Varsa yoksa kadın, beden, cinsiyet, cinsellik engeli! E yoksa "makbul kadın" ve "makbul erkek"leri nasıl yetiştireceğiz? Toplumsal cinsiyet rollerini başka nasıl giydirecek ve bu eril sistemin devamlılığını nasıl sağlayacağız ama?”

Gülay Yaşar’ın, öğrenciler tarafından çıkarılan bir fanzinde yer alan ifadeler nedeniyle okul idaresince işten çıkarılan edebiyat öğretmeni Melike Koçak’la, yaşadığı süreç, okul idaresi-öğretmen-öğrenci üçgeninde ve eğitimde cinsiyetçilik konularında yaptığı röportajı yayınlıyoruz:

Geçen yıl Notre Dame de Sion yönetimi, öğrenciler tarafından çıkarılan bir fanzinin "kadın cinayetleri politiktir" sayısının “dozajını” fazla buldu ve buna "müdahale etmeme"ni gerekçe göstererek seni işten çıkardı. Lise öğrencilerinin kadın cinayetleriyle ilgili ürettikleri herhangi bir yayının okul yönetimini bu derece rahatsız etmesinin nedeni nedir? N'oldu o süreçte?

İşten çıkarılmadan önce benimle yapılan herhangi bir görüşme yok. Ben, işten çıkarıldığımı/atıldığımı, postayla gelen bir tebligatla öğrendim. Burada gerekçe belirtilmiyordu. Yaz tatili başlamıştı. Tebligat elime ulaştıktan sonra görüşmeye çağrıldım, sanırım 29 Haziran'dı. Orada birbirine benzer üç gerekçe söylendi, biri fanzindi. Ama bu sembolik olarak diğer iki gerekçeyi de taşıyordu. Ben bunları bianet'te "Bir Öğretmenin Haysiyet Mücadelesi" başlıklı yazımda apaçık ve detaylı anlattım. Süreçte tek bir yere röportaj verdim, o da okulun öğrencilere, velilere gönderdiği maili basınla paylaşmasından sonraydı. İş Mahkemesi'ne başvurduk, davayı kazandık. İşe iade edildim. Ancak okul, karara itiraz edip yargıtaya başvurdu. Dava, şu an yargıtayda. Ben çalışmıyorum.

Hep atlandı, bile isteye bence; "Tavuskuşu", okuldan ve benden bağımsız bir dergi. Ben dahil, kimsenin söz söyleme, karışmaya hakkı, yetkisi yok. Öğrenciler burada kadın mastürbasyonunu anlatan "Altın Günü" adlı bir şiir/metin yayımlamışlar. Bazı metinlerde de "vajina", "penis" kelimelerini kullanmışlar. Bu tonda, dilde, içerikte metinler varmış dergilerinde. "-mış" diyorum, zira ben atıldıktan sonra kendilerine "Yahu, ne var bu dergide bana bi gönderin bakayım." dedim. Böyle okudum. 

Bir de "Kadın cinayetleri politiktir" başlıklı dosya varmış. Bakın, bunun hikâyesini biliyorum. Özgecan Aslan’ın katledilmesinden sonra okulun yazı atölyesinde öldürülen kadınların ağzından mektuplar yazmıştı öğrenciler. Bunları bir kitapçık haline getirip okuldan basmalarını istedik. Burası uzun hikâye. Ben yine bianet'teki yazıya yönlendireyim merak edenleri. Okul bunları basmama kararı aldı, ben dolaylı yollardan öğrenmiştim bunu. Beni konuyla ilgili görüşmeye çağıran mail geldiğinde de önemli değil, görüşmeye gerek yok dedim sadece. Gerçi, bunlar da sonra "itaatsizlik" hanesine yazılmış ya, neyse! Oysa ben, önceki işlerimizden biliyorum ki tartışmaya gerek yoktu. Sonuçsuz bir mücadele. Ben de yorgunum. Ne pedagojik ne edebiyat/dil/kurmaca ne akademik ne de cinsiyet politikaları açısından ortak bir zemin bulamayacağımız bir tartışmaya girmeye gerek yoktu. Nasılsa esas olan öğrencilerle olandı. O yazma süreci, oradaki çalışmanın kendisiydi diyordum kendi kendime. Öğrencilere basılmayacağını söyledim. Yazılar, yazanındır. Onlar da bir kısmını fanzinlerinde basıyor.

Şimdi, ne rahatsız etti? Vallahi benim anlamam kolay değil! Yani ben öğrencilere hem "Bu böyle olmaz, böyle bir dil kullanamazsınız! Yasak, ayıp ve günah vs..." demeyenim hem de okulda yapılan çalışmayı okul basmayınca fanzinde yayımlayanım sanırım.

Ha bi de şu var, velev ki fanzin okulun. N'apar, nasıl çalışırım öğretmen olarak? Ele alınacak, çalışılacak mesele her neyse Türkiye'den, Dünya edebiyatlarından hatta sinemadan -okul içi kulüpte genelde böyle çalışırdım- farklı dil, biçim, anlatımla kurgulanmış metinleri masaya yatırırız önce. Bunları didikler, yapılarını söker, içlerinde dolanırız. Sonra kendileri yazarlar, onları okur tartışırız. Ama ben yine düşünce ve ifade, yaratma, kurma özgürlüğünün önünde parmak sallayan olmam. Burada tek kriter nefret suçu işleyip işlememek, herhangi bir sebeple ayrımcı olup olmamaktır. Tartışılması gereken sadece burasıdır. Aksi, hem pedagojik olarak hem edebiyat dersleri/eğitimi açısından doğru değil; hem de edebiyatın, dilin, sanatın özgün, özel, özerk yapısına aykırı.

Melih Cevdet Anday'ın bir şiiri ders kitaplarında sansürlendi mesela, sonra Edip Cansever'in. Birinde "Tanrı", "Allah" ile değiştirildi; öbüründe "bira" kelimesi yerine üç nokta kondu ders kitabında. Biz bu sansürü tartışır ve yanlış bulurken, kendimiz bunu yeniden mi üreteceğiz? Veli şikayet hatları zırıl zırıl çalışıp o kitap okunmamalı şu kelimeler var çünkü, bu kitap toplatılmalı derken pek çok yerde; biz bu haberlere kızar ve karşı çıkarken kendimiz o yazar olmaz, bu kelime kullanılmaz mı diyeceğiz? Sanat dersinde bir heykeldeki penisi buzlayarak mı göstereceğiz? Biyolojide üreme organlarından söz etmeyecek miyiz? Aaa, olur mu öyle şey diyorsak; edebiyatın günahı ne?

Ayrıca, belki çoktan vaktidir etik kurulların kurumlarda. Ama nasıl? RTÜK değil elbet. Yatay bir kurul/komisyon sözünü ettiğim. Çoğulcu, eşitlikçi, adil, özgürlükçü ve demokratik. Her branştan öğretmen, rehber, öğrenci, idareci... Eşit düzeyde temsille oluşan bir komisyonda okulların sadece edebiyat, sanat işleri değil; tüm projeleri, etkinlikleri görüşülsün ortak karar alınsın. İlkeler baştan belirlensin. Ben hiçbir çalışmanın hele hele bir iki kişi tarafından "kontrol edil"mesini doğru bulmuyorum. Ayrıca hiçbir kontrol/değerlendirmede de bunda cinsiyetçi öğeler var, bu hiç de ekolojist değil, bu oyunda homofobik cümleler geçiyor... gibi nedenlerle tartışılıp işlerin engellediğini, tartışılığ yeniden düzenlendiğini hatırlamıyorum çalıştığım hiçbir kurumda. Varsa yoksa kadın beden cinsiyet cinsellik engeli! E yoksa, "makbul kadın" ve "makbul erkek"leri nasıl yetiştireceğiz? Toplumssal cinsiyet rollerini başka nasıl giydirecek ve bu eril sistemin devamlılığını nasıl sağlayacağız ama?

Tam da burada başa dönersek, yahu neden rahatsız olundu da ben atıldım? Bir taşla iki kuş mu? Biri, Tavuskuşu. Aslında hem öğrencilere hem öğretmenlere bir gözdağı mı? Belki. Ama emin olduğum diğeri. Özgür, özgün, özerk bir dil, bakış, zihniyet, pedagoji ama erkekler hariç. Önce kadınlar. Biraz eğlenelim; ütülenemeyen, dizginlenemeyen, "makbul"olmayanım demek ki. Ayol gömlek miyim, at mı? diyesim geliyor ki atları da bırakın özgürce koşsunlar dizginlemek biz insanın ne haddine? Gülüyorum, vallahi bağışla. Kurumun açıklamasını ben de basından okudum. Benim için “idareyi hiçleştirmek” ifadesi kullanılmış. Bilemedim. Yahu bi dakka edebiyatçı olan benim, edebiyat öğretmeni olan benim dememse neyse... Mesele sadece edebiyat öğretmeni meselesi de değil ki. Bunu diyenden değil demeyenin meslekle ilişkisinden, etiğinden şüphelenirdim ben. Geçti gitti diyelim. Geçsin gitsin ya da.

Eğitim sisteminin idari yapılanması, müfredatı, öğretmen-öğrenci ilişkileri göz önüne alındığında durumu nasıl değerlendiriyorsun peki? Bir kadın olarak bu sistemin içinde hangi düzeylerde cinsiyet ayrımcılığına maruz kalıyorsun, kalıyoruz ya da sence?

Edebiyat müfredatına hızlıca değineyim. Kitaplarda çoğunlukla Türk ve erkek yazarlar var. Örneğin Osmanlı Ermenilerinin öyküleri, şiirleri yok. Olmadığı gibi test ve ders kitaplarındaki pek çok ilkler listesi de yalan, yanlış. İlk roman, ilk tiyatro bilgileri... Zira edebiyat tarihlerini kimlerin yazdığı malum. Dünyadan da yazar, şair neredeyse yok.

Divan edebiyatında mesela Mihri Hatun, Rabia Hatun, Fıtnat Hanım ve niceleri var; ama müfredatta yok. Divan şiirindeki eşcinsellik meselesi, asla yok. 1920'ler sonrasından en çok Halide Edip var, onun dışında neredeyse kimse yok. Sanırım 12. sınıf edebiyat ders kitabında Füruzan'ın "Parasız Yatılı" öyküsü vardı. Nezihe Meriç, Gülten Akın, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Füruzan, Sevim Burak, Tezer Özlü, Nilgün Marmara... yok. Hele son on beş yirmi senin yazan kadınları hiç yok. Ders kitaplarında yer alan metinlerin yazarlarına, şairlerine baktığımızda bile eril bir edebiyatla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Sadece bu da değil aslında Türk, Sünni, Erkek bir edebiyat. Türklük ile Sünnilikin miktarı zaman zaman değişse de patriyarka ablukası ezelden ebed'e programlarda ve her yerde.

Okul içi yaşantının düzenlenişi de çok farklı değil. Kız öğrencilerin bedenleri devlet eliyle biçimlendiriliyor. Bu kendi öğrenciliklerimizden bugüne böyle. Ne bir okulluk ne bir kuşaklık mesele. Etek boylarımızdan, pantolonların darlığı bolluğu ile bedeni sarıp sarmamalarına, gömleklerinin yakasının ne kadar açık olduğuna, açık renk üst giyisilerin altına sütyen takılma vaktinin gelip gelmediğine, hatta rengine... Saçların şekline, boyasına, ojeye... bunların hepsi bedenin şekillendirilmesinin bir parçası. Zira otobüste, bankada, parkta, evde de devam ediyor. Abiler, babalar, anneler eliyle ve diliyle de gerçekleştirilen bir inşa bu. Şu da var, kız öğrenciler diyelim minik de olsa küpe takarken acaba erkek öğrenciler küpe takabiliyor mu okullarda? Bilmiyorum. Tüm bunlarla beden denetim ve gözetim altına alınırken alınması gerektiği de öğretiliyor. Bir yanıyla da elbette taciz.

Erkeklerin kız gibi ağlamaması, topu kız gibi atmaması gerektiğini öğrendiği yerlerden biri okullar. Tuvaletler, soyunma odalarının yapısı cinsiyet ve cinsel yönelimleri gözetiyor. "Yaramaz" bir erkek öğrenciyi toplayacak "cici" ve "uslu" bir kız hep bulunur. O erkek öğrencinin yanına oturtulur. Bacaklarını aça aça oturur bir erkek öğrenci ama kız, "edepli" oturmalıdır. Yiğit ve kahramanca şiir okumalıdır erkek gür sesiyle. Bunları çoğaltabiliriz kendi öğrenciliklerimizden bugüne.

Peki eşcinsel öğrencilerimiz? Nasıl davranacağız? Bilmiyoruz. Kız öğrencinin konuşmasını, erkekliğinden aldığı güçle sen de hep laga luga yapıyorsun feminist feminist diyen bir erkek öğrencinin bu davranışının da bir şiddet olduğunu konuşup, tartışacak mıyız?

Okullar tüm bunlarla yüzleşme, hesaplaşma, özür; yıkım ve yeniden inşa mekanları olacak mı, ayrımcı düzenin devamlılığına şahane katkılara devam mı? Bunlarla uğraşan öğrenci, öğretmen, rehber, idareciler “aşırı, aykırı, sistem dışı, düzeni bozan, marjinaller mi?"

Kendi öğrenciliğim, 17 senelik öğretmenliğimde deneyimlediğim okulların ne bu hesaplaşmalara ne yüzleşmelere ne de yıkım ve yeniden inşalara zemin hazırlayan, yol açan, eşlik eden bir mekân olduğu.

Siz, "hep çok feministsin keşke az sussan da ben..." denen çirkin insan yavrularındansınız. Konuşan, öneren, eleştiren erkekse herkes kabule daha açıktır, kadın hele hele çirkin insan yavrusu bir kadınsa, vay haline! Onun, mutlaka bir erkek tarafından da desteklenmesi, onaylanması gerekir ki erkek ya da kadın fark etmez öğretmenler, idareciler nezdinden kabul görsün. Bu hemen her kurumda böyledir, sadece okullar değil. Çok yaşasın her kurumun çirkin insan yavruları diyelim.

Devlet okullarında da son dönemde artan soruşturmalar, mobing, sürgün ve işten çıkarmalar yaşanıyor. Eğitim alanında giderek yaygınlaşan güvencesiz çalışma koşulları eğitim emekçilerini nasıl etkiliyor?

Güvencesizlik her konuda çalışanların elini kolunu bağlıyor. Şu an bütün okullarda birkaç baskı aracı var. Devlet müfredatıyla, genelgeleriyle, disiplin yönetmeliğiyle baskı altına almaya çalışıyor. Veli, para ödediği için beklentileri ve talepleriyle müdahale ediyor. Ve okul idareleri. Öğretmenler bu üçlü sıkıştırma arasında sistemle kurdukları göbek bağını kesemez hale geliyorlar. Belki de mecburlar. Çocukları var. Bakıcı şart. Ev alıyorlar, araba alıyorlar, çocuklarını en az 15-20 bin liradan başlayan özel okullara gönderip bunun için krediler çekiyorlar. Hiçbiri olmasa ev kirasını, faturasını ödemek gibi bir dolu temel ihtiyaç var. Hepimizin. Sistemle olan bu bağımlı ilişki neticesinde öğretmen de bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere ondan beklenene biat ediyor. Beklenenin dışına çıkmak -hele bugünlerde- büyük bedeller ödemek anlamına geliyor. Soruşturma, sürgün, işten çıkarmaların haddi hesabı yok. Kısa vadede değilse de uzun vadede kazanacak olanlar, okullarında bu anlamda hakiki mücadeleyi verip riskleri göze alarak çalışanlar.

Bence en tehlikeli olanları biat etmiyormuş gibi görünenler. “Çocuklar ben aslında sizin kılık kıyafetinize karışmak istemiyorum ama okul idaresinin benden beklediği bu”, “Ben aslında LGS-YGS konularını anlatmak istemiyorum, edebiyat yapmak istiyorum ama gerçekler bunlar” diyenler. Kim, kimi kandırıyor burada?

Akademik, pedagojik, kültürel, entelektüel anlamda ilkeleriniz varsa ne "-mış gibi" yapmanız ne de biat etmeniz mümkün. Ancak güvencesiz çalışma koşulları pek çok kişiyi kendi içinde paramparça edip, çelişkiler yumağı haline dönüştürüyor. Bir yandan da teslimiyet ve biat kültürünü güçlendiriyor. Benim iş mahkemesine başvurmam, meselenin bu denli kamusallaşmasının bana somut anlamda ne faydası var, inan anlamış değilim. Hâlâ işsizim, imkân ve ihtimaller de hiç parlak değil. Hukuki kazanım elbette çok önemli ama benim aklım, vicdanım her açıdan rahat. Bu karar ve süreç ise benim dışımda önemli. Melike'yi geçelim. Bu mücadele düşünce ve ifade özgürlüğü, kadın mücadelesi olduğu kadar mesleki etik, emek mücadelesi de ki bu, Türkiye'de ayaklar altında. Bugün sağlıkçılar, akademisyenler, hukukçular... hizmet veremez halde. Mesleklerini yapamıyorlar. Biz öğretmenlerin hali de farklı değil.

Devlet okullarını biliyoruz, ancak sendikaların da pek görmek istemediği, görmeyi tercih etmediği özel okullarda yaşananlar oldukça sert. Sermaye ve devletin ortak kuşatması altında öğretmen. Ve okul yöneticileri, sahipleri, patronları bir gerekçeyle ifadenize, savunmanıza başvurmadan sizi tek tek ya da onar beşer yüzer kapı dışarı edebiyorlar ki bazen, çoğu zaman meseleler son derece kişisel de olabiliyor.

Hem eğitim politikası olarak hem de kurduğumuz pratik ilişkilerle eğitimde cinsiyet eşitliğini sağlamaya dönük neler yapılmalı? Bir çözüm, çıkış mümkün mü?

Çok zor soru. Çok iş var. İki çay arasında aklıma gelenleri hızlıca söylemeye çalışayım. Devlet politikası haline gelmeden kolay değil. Sivil inisiyatifler, yereller, sendikalar çok önemli. Ama bizde onların da durumu pek parlak değil.

Sonra müfredatlar. Tamamen değişmeli. Hazırlayan ekipten, hazırlanış yöntemine, içeriğine kadar. Müfredatın kendisinin varlığı tartışılmalı önce. Yerelleşmeli, özgürlükçü, katılımcı inşa süreçleri işletilmeli. Öğretmenler, öğrenciler, bütün çalışanlar eğitim politikaları oluşturulurken söz sahibi olabilmeli. Bu merkezilik ve tek'lik kırılmalı. Okullarda cinsiyet, etnik ve inanç temsiline dayalı akademik, pedagojik, bilimsel, kültürel ve entelektüel kriter ve ilkeler belirlenip etik kurullar kurulmalı. Okullarda yapılacak çeşitli etkinlikler bu çoğulcu, özgürlükçü ve eşit temsile dayanan kurullar tarafından kararlaştırılmalı, değerlendirilmeli. Okullardaki disiplin yönetmeliklerinin tartışmaya açılması ve bir arada yaşama sözleşme/rehberi vs gibi adlarla yeniden düzenlenmesi gerek. Daha esnek, toplumun tüm farklılıklarını ve çoğulculuğunu gözeten şekilde.

Toplumsal cinsiyet derslerinin anaokulundan başlayarak programlara konulması şart. Tuvaletlerden törenlere, oturma planlarından koridorlara asılanlara... hepsinin sil baştan düşünülmesi, planlanması ve belirttiğim gibi hep beraber düzenlenmesi gerekiyor. Örneğin okulun duvarlarına devlet "büyükleri"nin, bilim insanlarının... resimleri asılır. Hatırlayın, hepsi erkektir. Kızlar sözel, erkekler sayısal alana eğilimlidir algısının değiştirilmesi, bunu değiştirecek uygulamarın yapılması gerekiyor. Kız oyunları ve erkek oyunları gibi ayrımların kaldırılmalı; satranç, futbol, bilim ve teknoloji kulüpleri, takımları sadece erkek öğrencilerle dolu olmamalı.

Öğretmenlerin ve idarecilerin eğitilmesi, velilerin eğitim sürecine dahil edilmesi; bunlar çok önemli. Hatta okul yönetiminde, bölümlerdeki öğretmen dağılımında ve her alanda eş temsil neden olmasın? Peki, lezbiyen, gay, biseksüel, trans, interseks öğretmen ya da müdür neden yok? Elbette LGBTİ öğretmenelr, yöneticiler vardır; ancak ya saklıyorlardır ya da fark edildiğinde çoğunlukla işten çıkartılırlar. Kaldı ki iftiraya da en açık kişilerdir. Ayrıca hukuki süreçleri kolay kolay işletemezler. Bu durumun duyulması, bilinmesi sonrası için daha beter kabustur.

Anadilinde eğitimden özgürlükçü lakik, cinsiyet özgürlükçü bir eğitimden bilim, sanat, kültürle, hayatla iç içe bir eğitimi kurmak verdiğimiz mücadele hep bu. Her alanda eşit temsil, katılım, söz ve yetkinin eşit dağılımı. Sadece okullarda da değil hemen her yerde. Mümkün mü? Değil dersek el ele tutuşup atlayalım. Hayal diyorsak, e niye yaşıyoruz; hayalleri hakikat kılmak için uğraşmayacaksak? Yalnız elbette insan bazen ikrah etmiyor değil. Kendimden biliyorum.

Cinsiyetçiliği, toplumsal cinsiyet rollerini eleştiriyor ve tartışıyoruz ama kadın-erkek arasında eşitlikçi ilişkilerin kurulmasının adımları sence neler?

Bak bu da zor soru. Devlet politikası çok önemli. Sadece sivil inisiyatif ve örgütlerle yürütmek hiç kolay değil. Yaşıyoruz. Şimdi bana çok kızılacak ama ben yine de söyleyeyim, bizim kadın mücadelemiz de çokça benzerlerimiz arasında kalmış, belki tıkanmış durumda. Türkiye gibi toplumlarda bunu aşmak çok da kolay değil. Fazlaca biz bize, merkezde sanki. Biz'in dışına ulaşma kanalları bulmak ve yerelleşmek oldukça zor. Ama sanırım pek çok mücadele alanına baktığımızda yine en güçlüsünün kadın mücadelesi olduğunu da söylemek gerek, her şeye rağmen. Hele şu savaş ortamında barış eylemlerinin en sürekli ve güçlülerini kadınlar örgütlemekte. Hemen her zaman olduğu gibi. Direniş nerede olursa olsun okulda, evde, sokakta, kırda, alanda... kadının dirayeti, inadı, sabrı, isyanı hep şahane.

Basın, görsel sanatlar, edebiyat, sinema, bilim... aklımızdan hızlıca geçirelim. Mesela edebiyatta durum ne? Kabaca söyleyeyim, yorulduk da artık, paneller, sempozyumlar, anmalarda konuşmacıların çoğu, jürilerin, editörlerin çoğu, dergi kapaklarına taşınan isimlerin çoğu... erkek. Sağ olsunlar 8 Mart'ta hatırlayıp özel sayı falan yapıyorlar!

Uzatmayayım. Sivil inisyatiflerin çoğalması, desteklenmesi; devletin hemen her kurumunda sil baştan düzenleme yapması, ayrımcılığa karşı topyekün bir mücadele planı-programı yapılıp hayata geçirilmesi, yasal düzenlemeler, basın-medya ayaklarını dahil eden kampanyalar... Önce "Kadın ve Aile Bakanlığı"nın kaldırılması hatta... Hemen her alanda kota ve eşit temsilin zorunlu olması gibi... Hemen şimdi yorgun aklıma ve dilime gelenler.

Yol hâlâ upuzun. Ama bir önceki cevabımda demiştim ya, hayal ve hakikat. Bunun için mücadele. Dayanışma. Elimizden başka ne gelir?

Bültene kayıt ol