Tüm erkek egemen toplumlarda kamusal alan toplumun erkek üyeleri tarafından düzenlenegelmiştir. Yani yasaları erkekler yapmış, sosyal hayatın nasıl yaşanacağına erkekler karar vermiş, bilgiyi, ticareti, araçları erkekler üretip kontrol etmiştir. Kısacası kadın politik alandan sistemli bir biçimde dışlanmış, yaşadığı ortamın nasıl örgütlendiğinde söz sahibi olmasına engel olunmuştur.
Özel alan ise fiilen kadının denetiminde olsa da, erkeğin ihtiyaç ve taleplerine göre düzenlenir. Ve kadının meşru bir kişi, bir birey sayılabileceği tek konum annelik olmuştur. Bu da ne kadar kutsansa, yüceltilse de aslında kadının bir doğal işlevi yerine getirme zorunluluğunun kaçınılmaz ve değişmez görevlerinin uygulayıcısı olması anlamına gelir, yani aslında doğa yasalarının taşıyıcısıdır, gerçek bir iradesi yoktur. Bu rolden dışarı bir adım atmaya teşebbüs ettiği anda ise, kadın toplum düzeni için tehlikelidir ve bazen alenî, bazen dolaylı olarak cezalandırılır.
Kadının toplum için vazgeçilemez olan doğurganlığının denetim altına alınması ise her daim sosyal kanonun hayati bir parçası olarak görülmüş ve bunun sonucunda kadının belki de tek varlığı olan bedensel bütünlüğü üzerindeki tassarrufları bile sınırlandırılmış, hatta yok sayılmıştır.
Zaten, en fazla bir sene süren bir sürecin, kadının tüm varlığının annelik misyonunun gerçekleştirilmesine dayandığını ispatlayan bir biyolojik zorunluluk olduğu saçmalığını, çağlar boyunca olağan görülecek şekilde kabul ettirmek, bunu kadınların kamusal alandaki varlığını denetlemeye yarayan bir silah haline getirmek, kadın bedeni üzerindeki böylesi sistemli bir kontrol olmadan mümkün olamaz.
Kadın erkek eşitsizliğinden yalnızca eski çağlara ait bir şeymiş gibi söz edildiğine sıkça rastlasak da, bugün de “bazı kadınların” koltuk altı tıraşı olmamasının kabulünden (ki bu kabul tabii ki seksi olabileceği göndermesine dayanıyor) büyük bir gelişme gibi söz edilmekte mesela, bacak tüyleri ise çirkin hatta ayıp kabul edilmeye devam etmekte. Bu da demek ki, kadınların kendi vücutları üzerindeki en temel denetimleri hala bir tartışma konusu, yani herkesin söz hakkı olduğu varsayılan bir alan.
Elbette büyük resme bakıldığında bunlar kadınların ezilmesinin sembolik veçheleri gibi görülebilir. Kadın cinayetleri, tecavüz, ev içi şiddet, taciz gibi özel alana ait baskı biçimleri ile temsil sorunu, gelir eşitsizliği hatta kürtaj yasakları gibi kadınların kamusal alandaki varlığını baskılayan sorunlar, tüm kazanımlara rağmen vehametini koruyor. Ancak sosyal yaşamdaki, ilk bakışta küçük görünebilecek nüansları irdelemeden, erkeklik üzerine konuşmak çok güç olacaktır.
Burada irdelemekten kastedilen de tabii ki cansız bir nesneyi süzercesine, salt merak gidermeye yönelik bir anlama çabası olamaz. Tarih dediğimiz şeyin esas itici gücünün ezilenlerin hak talepleri olduğu ve tüm baskı biçimleri gibi bunun da biz yıkmadıkça hiç bir yere gitmeyeceği bilgisiyle tüm bu sistemleri değiştirmenin, geriletmenin ve nihayet yok etmenin yollarını arama çabasının bir ürünü olarak görülmeli. Elbette sayısız kadının hem kendi hayatlarında, hem sokakta baskıya karşı verdikleri mücadeleleri bir saniye bile unutmadan.
Kapitalizm gerçekten de, kadının doğurganlığı ve ücretsiz emeği yalnızca toplumun devamı değil, kapitalin yegâne kaynağı olan, iş gücünün yeniden üretimi anlamına geldiği için, bu faaliyetlerin en merkezî biçimde kontrol edildiği sistem olmakla birlikte, şüphesiz kadınların en fazla hak kazandıkları sistem.
Bunun sebebi de elbette bilginin üretim ve seyahat hızındaki müthiş artışta ama en önemlisi kapitalizmin ana çelişkisinde, yani farkında olmadan işçi sınıfına verdiği muazzam politik güçte aranmalıdır, burjuvazinin doğal reformcu karakterinde değil.
Tüm bu teorik gevezeliği bırakmadan evvel şunu da söylemek gerekir ki, her ne kadar cinsiyet ayrımını ve kadınların üzerindeki baskıyı temelli sonlandırmak ancak maddi hayatımızın ve toplumsal kurumlarımızın bu sistemlerin altında ezilenlerin iradesiyle yıkılması ve yeniden örgütlenmesi ile mümkün olsa da, toplumun yeniden üretiminde kilit işlevler gören sosyal kurumların sürekliliğinde oynadığımız rolle hesaplaşmak, her zaman, verilecek mücadelelerin asgarisi olarak görülmelidir.
Ve bir daha: erkeklik
Tabii tüm bunlar kadınlığı veya kadın olma deneyiminin tarihte değişmeyen unsurlarını tarif etme çabalarıysa da erkekliğin ne olduğunu açıklamıyor.
Peki nedir erkeklik? Kim düzenler bu erkekliği? Erkekler kadını neyden korur? Erkeklik bir sınıf mıdır, kimlik midir, yoksa bir kült mü? Nasıl ve nerede örgütlenir erkeklik? Kadınlar da erkek olabilir mi?
Tüm bu sorulara kestirme cevaplar üretmek zor. Soyut psikolojik açıklamalar da nasıl değiştireceğimize dair politk fikirler üretmeye yardımcı olmuyor.
Yine de herkes için kabaca aynı şekilde işleyen erkek olma süreçlerinden biraz bahsetmek gerekiyor elbette.
Bilmediğimiz bir şey değil tabii; ergenliğin az öncesi veya hemen başlangıcı ile başlayan, Müslüman erkeklerde sünnet ile cisim bulan ve dar ölçekte erkeğin ilk cinsel deneyimini edinmesi (veya bir kadına sahip olması) olayına kadar devam eden süreç. Her aşaması güçlenme vaadiyle özendirilir, ve her bir başarı elbette gurur, övgüler, sevgi ve erkek olmaya yaklaşıldığının sinyalleri ile ödüllendirilir.
Aslında tüm bu süreçlerin genç erkekler için yıpratıcı hatta yıkıcı etkileri olduğu malum, tüm o beklenti, talep edilmeyen şeylerin getirdiği soyut, zoraki bir sorumluluk ve en fenası beklentilere cevap verememe kaygısı. Ki, belki de tüm bu yaralar, bu süreçlerin yan etkisi değil, kalıcı olmasını sağlayan ve amaçlanan sonuçlardır.
Ancak aceleci davranıp, bunu toplumsal cinsiyeti iki cinsi de eşit ölçüde yaralayan bir şeymiş gibi görmeye gerekçe etmemek gerek. Zirâ, bahsettiğimiz gibi, erkek, erkek olma sürecinin tüm zorlu görevlerinin sonunda bir kabul ve hakimiyet duygusuyla ve elbette pek çok ehliyet ile mükafatlandırılırken kadın için tam tersi geçerli.
Genç kadınlar için kadın olma süreci kutlanan değil gizlenen bir şey. Âdet ile (bkz. hastalık) başlayan, ve vücut gelişimiyle tırmanan bir ayıp ve mahremiyet eğitimi daha çok. Vücudunun artık kendine ait olmadığının belletilmesi ya da. Elbette çoğu kadın için ev işçiliğinin de çıraklık döneminin başlangıcı.
Biyolojik penis vs. toplumsal penis
Maalesef penisten bahsetmeden erkeklik tartışması yapmak yine de mümkün olmuyor. Ve sanırım bir parça daha az spekülatif olmak adına kendi deneyimlerimle devam etmem daha doğru olacak.
Ben, devletin gözünde sünni Müslüman olmama karşın, sünnet olmayabileceğim kadar bu geleneklere karşı ilgisiz, hatta pek çok açıdan bunlara karşı bir evde büyüdüm. Dolayısıyla penisimin toplum için ne denli önemli olduğunu evde değil, sene başlarında üçer beşer yazın sünnet olup okula gelen çocukların anıları sayesinde öğrendim. Ve elbette gün geçtikçe yalnızlaşıyor, benimle sona kalan bir kaç çocuğun da sünnet olup geldikleri gün hiç gelmesin istiyordum. Zira, sünnet olmadan asla erkek olamayacağım, hatta sünnet olmazsam penisimin ucundaki derinin kalbime yürüyerek beni öldüreceğine dair hikayeleri her gün duymaya başlamıştım.
Tüm bunlara ve sünnet olmam için, yaşım ilerledikçe artan rüşvetler teklif eden pek çok akrabaya rağmen, bir çocuğa sünnet olmama insiyatifi verdiğinizde olmamayı seçebiliyor olşunu da akılda tutmakta yarar var.
Sünnet olan çocuklar bu kadar korktukları, canlarını yakan, anlayamadıkları ve herkes önünde ağladıkları için utandıkları ama bir yandan hem duygusal hem de maddi olarak mükafatlandırıldıkları bir olayın boşuna yaşanmadığından emin olmak için aynı şeyi yaşamayanları cezalandırmaya çalışırlarken, ben ise bu şekilde de erkek olabileceğim umudunu kaybetmemek için benim gibi sünnetsiz olanların varlığına bel bağlıyordum.
Sonuçta nihayet, gerek “pozitif” gerek “negatif” anlamda penisim benim için çok önemli olmuştu.
Tabii Türkiye’de aynı gerilimin Hristiyan olduğu için sünnet olmayan çocukların üzerinde bambaşka bir etki yarattığı gerçeğini de buraya not düşmekte fayda var. Bir soyunma odasında sünnetsiz olduğu fark edilince: “Ermeni misin lan sen? Beyler Ermeni bu!” şeklinde dakikalarca tacize uğrayan çocuğu hiç bir zaman unutmadım. Ermeni ne demek bilmiyordum tabii, ama ödümün koptuğunu çok iyi hatırlıyorum. Buradan da tabii olarak bir diğer muktedir kimlik olan Türk’lük ile erkeklik arasında bir bağ olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.
Elbette gelişme dönemi ile başka bir kriz başlıyor, biyolojik olarak erkek olma imtihanı. Üstelik belki de hepsinden daha ürkütücü bir yanı var, geri dönüşsüz ve üzerinde hiç bir kontrolünüzün olmadığı bir değişim bu. Boy, pos, kas gelişimi, tüyler, hepsinde en önde olan, en erkek olan, sosyal hiyararşide derhal yükseliyor. Ama elbette yine en belirleyici olan penisinizin ne kadar geliştiği (ne kadar büyük olduğu) ve “çalışıp çalışmadığı”.
Bu kaygının her daim canlı tutulmaya çalışıldığını da unutmamak gerek tabii. Ben daha bir kaç gün önce bir kaç gün önce, bitkisel ilaçlar ürettiği izlenimi yaratan hiç bir alışverişim olmayan bir şirket tarafından, telefonla, “cinsel performansım” hakkında sorguya çekildim mesela. “Te allam” deyip kapatmasam şüphesiz penisimin boyundan memnun olup olmadığım da da imâ edilirdi.
Gelişimi geç veya yavaş olanlar feci şekilde güme gidiyorlar tabii. Bir arkadaşımızın canına okuduğumuzu hatırlıyorum mesela. Elbette tüm aşağılamalar “erkekliği” ile alakalıydı. Ve elbette heteroluk ve erkeklik birbirine içkin kavramlar olduğundan, “yumuşaklığı”, “yuvarlaklığı” ile ilgili şakalar havada uçuşuyordu.
Tabii matah bir şey yaptığımızı sandığımızdan, gidip de erkek hocalardan birine hikayeyi anlattığımızda “yapmayın etmeyin” demek yerine karnını hoplata hoplata güldüğünü de hatırlıyorum, zirâ “matah” bir şey yapıyormuşuz belli ki. Ben de herhalde daha önce kendi penisimle ilgili yaşadığım kaygıların öcünü bir başkasını aşağılayarak alıyor, nihayet yeterli, normal ve erkek olma hâlimi sağlama almaya çalışıyordum.
Bir de bir “oyunumuz” vardı, adı konmamış bir oyun elbette, hatta bir çeşit sözleşme belki daha çok. Sinsice birbirimizin arkasından yaklaşıp “dayıyorduk” (söylemenin daha güzel bir yolu yok ne yazık ki). Tabii ki gâfil avlanan aşağılanmış oluyordu. Öyle ağır bir aşağılanma değil elbette, sonrasında gülüp geçiliyordu, nihayetinde hepimiz erkektik, gerçekte bu “aşağılayıcı” pozisyonda olmamız düşünülemezdi. Esas aşağılanan kadın cinselliğiydi, kadının pozisyonunda olmanın nasıl küçük düşürücü bir şey olduğunu teyit ediyorduk bir anlamda. Ve elbette erkeğin, “aktif olanın” cinsel ilişkinin gâlibi olduğunu. Oyunun ana motiflerinden birinin “pasif” olanın iş bitene kadar durumdan haberdar olmaması olması da elbette dikkate değer.
Sonra da elbette kavgalar, sportif rekabet, “milli olma” kaygısı vs. Ben hepsinde sonuncuydum bu arada.
Peki kadınlar da erkek olamaz mı?
Hem evet, hem hayır. Şu anlamda evet: evet kadınlar da güç sahibi olabilir, erkeklere mahsus görülen mevkilere gelebilirler. Ayrıca kadınlar da kadınların ezilmesinin bekçiliğini yapabilir, tecavüzü koruyabilir, boşanmaya kürtaja karşı çıkabilir yani cinsiyetçi ve kadın düşmanı olabilir. Sonuçta hakim fikirler herkes içindir. Yalnızca güçlü tarafın güçsüz tarafı kaba kuvvetle zapt etmesiyle tahakküm yürümez. Ezilenin ezilmesinin meşruiyetine, hatta gerekliliğine ikna olması gerekir.
Bu manâda da evet, erkekliğin hâkim olduğu bir toplumda bir kadının, erkeklerle özdeşleştirilen mevkilere, alanlara girmesine müsade edildiğinde toplumsal anlamıyla kadın olmaktan uzaklaşır, geniş anlamıyla kadınların yaşadıkları hayatlara kendini yansıtması zorlaşır, veya ondan bu beklenir.
Bu durumun, bazı eski toplumlarda, iktidâra dahil olan kadınların, kadınlarla evlenmek zorunda olması, onlara kocalık, çocuklarına babalık etmelerinin gerekmesi seviyesinde bâriz biçimlerde ifadesini bulabildiğini biliyoruz.
Ve şu yüzden hayır: çünkü kadınlar istedikleri kadar güç elde etsinler, onu ellerinde tutabilmek için inanılmaz bir çaba göstermeleri, devamlı kendilerni ispat etmeleri gerekir. Buna rağmen hak ettikleri için değil, kadın oldukları için oldukları yere gelebildikleri sürekli kendilerine “hatırlatılacaktır”. Ve elbette ahlâki yükümlülüklerinin ağırlığı da artar. Erkeğin ise aynı yerde olmasının meşru sayılması için genelde, bir penis sahibi olması ve erkeklerle seks yapmaması (veya çaktırmaması) yeterlidir. Ayrıca bu mevkilerde kadın kimliğini tâlîleştirmeyen, gücünü kadınların durumunu iyileştirmek için kullanabilecek insanları pek görmeyiz.
Tabii ki politik meşruiyetti anneliği ile ölçülür. Politikanın en militan alanlarında bile, kocasını ve tüm çocuklarını kaybetmiş olan Mary Harris, Mother Jones olur, Havva, Havva Ana olur. Yakınlarının mezarı olabilsin diye mücadele eden insanların bile taleplerinin yakıcılığı yetmez, anne olmaları gerekir.
Üstelik bir kadın istediği kadar cinsiyetçi olsun, cinsiyetçiliğin ve şiddetin potansiyel nesnesi olmaya devam eder. Hakettiğine kendini inadırabilmiş olması ise gerçekten hak ettiği anlamına gelmez.
Sadede doğru…
Peki tüm bunlardan nasıl bir politik anlam çıkarmak lazım? Bunlar yalnızca eskilerden kalma bir takım adetler midir? İnsan doğası mıdır yoksa? Güçlü olduğumuza inandırılmamız kimin işine yarar?
İktidar, malumunuz, örgütlü şiddeti elinde toplamadan varolamazsa da salt kaba şiddet ile de ayakta kalamaz, kendini yeniden üretemez. Rıza üretmesi zorunludur.
Bunun için de verdiği hizmetlerin yalnızca kendisi tarafından verilebileceğine ve bazılarının değiştirilemez bazı özellikleri sebebiyle kendine daha yakın olduğuna, diğerlerinden daha güçlü olduğuna, yani güce ortak olduklarına ikna etmesi gerekir. Yani, Türk Kürt’ten, hetero hetero olmayandan, erkek kadından üstündür.
Çünkü objektif politik çıkarları ortak olan insanlar, ancak devletin özel varlığıyla teminat altına alınabilen bazı ayrıcalıklara, doğal farklara sahip olduklarına ikna edilmezlerse, kendilerini ve birbirlerini o çıkarlar doğrultusunda tanımlamalarının, ve hareket etmelerinin kendinin sonunu getireceğini devlet bilir.
Üstelik kadınlar söz konusu olduğunda konu rıza üretmekle sınırlı değil. Kadın bedenini ve kadın emeğini yönetmek, toplumun ve iş gücünün yeniden üretimini yönetmek demek. Ve devlet teker teker her kadını kontrol edemez tabii ki.
Gerçi her türlü toplumsal değer hiyerarşisi de biraz böyledir, devlet, herkese verdiğini iddia ettiği hakları, gerektiğinde bazıları için ihlal edebilceği meşruiyet alanını yaratmak zorundadır. Yani bu, birilerine insan gibi davranmaması icâp ettiğinde, diğerlerinin onda kendilerini görmelerine mâni olmasını sağlar.
Ayrıca, -bir iki süslü soyutlama daha ilave etmek gerekirse- devletler tarihteki iktidarlarda kendi yüzlerini, meşruiyetlerinin kaynağını ararlar. Bu kimisi için Roma olur, kimisi için Osmanlı, kimisi için Mısır veya Çin imparatorluğu. Ve baktıkları her yerde, kadının konumunun geri kalan herşeye kıyasla ne kadar az değiştiğini, neredeyse tarih-dışı olduğunu göremeyecek kadar kör değilerdir. Bu yüzden de bunun fazla kurcalanmasından hoşlanmazlar.
Güç kimin gücü?
Peki mesela “biz” erkekler, gerçekten de güçlü müyüz?
Elbette değiliz. Sürekli utanç, yetersizlik, öfke arasında gidip gelen cinsel arzularımızın birilerine üstün gelmekle karşılanacağı beklentisiyle yönetiyoruz kendimizi. Sürekli kabul edilmemiz gerekiyor, edilmediğimizde de incindiğimizle, korktuğumuzla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bize vaad edilen onca gücün gerçekten var olduğuna inanmamıza, bunca şeyin boşuna olmadığına ikna olmamıza yarayacak alanlar arıyoruz devamlı. Ve tüm bu gücün ne kadar uçucu, hatta zahirî olduğu devamlı bize hatırlatılıyor, güvenmek, sevmek, utanmak, veya en azından belli etmek bile zayıflık olabiliyor.
Ve tabii ki, iş gücü olarak doğuyor, -yeterince şanslıysak eğer- nefret ettiğimiz okullarda okuyup, nefret ettiğimiz işlerde çalışmaya katlanabilmek için, 65 yaşında mutsuz ve sağlıksız bir şekilde, havası biraz daha temiz ve sessiz bir yerde olmanın hayaliyle yaşıyoruz.
Peki, “vah bize, yazık bize” mi? Tam öyle değil.
Eğer sistemli bir politik araç olarak bir güç vaad ediliyorsa, bu güç istediği kadar sınırlı, istediği kadar çok daha güçlü insanlarca yönetiliyor olsun; bir yerlerde bir şekilde ifadesini buluyor olmak zorunda, yoksa insanları güç vaadiyle yönetmeye devam edemezsiniz.
Bu yüzden ikiden fazla kadının, bir araya geldiklerinde dedikodudan başka şeyler konuşabileceklerini düşünmek istemiyoruz.
Bu yüzden kadın arkadaşlarımızı dinlemek yerine onlara akıl vermek daha kolay geliyor.
Bu yüzden, güçsüz, kişiliksiz, kontrolsüz ve kestirilemez olan şeyleri “kadınsılaştırarak” tarif ediyoruz. Bu yüzden çiçek kadar “narin”, çocuk kadar “temiz” olmak gibi korunaksızlığı, iradesizliği temsil eden, emir gibi sıfatları iltifat diye yutturmaya çalışıyoruz.
Bu yüzden otuzbeş yaşında kadınlardan, hele biraz da temiz yüzlüyse, “kız” diye bahsetmeyi daha “samimi” buluyoruz. Ve tabii ki kızlık ve kadınlık arasındaki farkı tanımlayanın, ister sözlükte ister babaannemize sorduğumuzda heyulâ gibi duran karşılığının bununla hiç bir ilgisi yok.
Bu yüzden sokakta emziren kadınlar üzerinden, tiksintiyle, mahremiyetle meşrulatırıp, yeni çocuk sahibi olmuş kadınlara evde durmayı emretmeye hâd bulabiliyoruz.
Bu yüzden annemizin kendi kontrolünde aktif bir cinsel hayatı olması fikri bizi dehşete düşürüyor ve bu farâzi durumu en aşağılayıcı şey kabul edip, sayısız biçimde tiksinçleştirerek tarif edecek küfürler üretiyoruz.
Bu yüzden tüm varlıklarımızı yönetmemizi sağlayan en gizli bilgilerimizden birisi annemizin “kızlık” soyadı. Onun da ilk iki harfi tabii, o kadar da ölmedik.
Bunlar yüzünden kadınlar dayak yiyor, öldürülüyor, tecavüze uğruyorlar. Ve bu yüzden devlet ve medya tek bilek, tek ağız bu suçları işleyen erkeklerin suçlarını hafifletmeye, kadınlara “bunu bunu yaparsanız başınıza gelecek budur” mesajı vermeye çalışıyor.
Bu yüzden 60 kişinin herkesin gözü önünde azar azar katledilmesine “aşk” benzetmesi yapmayı cin fikirlilik zannedebilecek kadar aşağılık olunabiliyor.
Ve bu yüzden, kadın cinselliğinden, toplu katliamla eş tutacak kadar tiksinen ve korkan devlet, elbette aşağı gördüğü bir halkın, öldürdüğü kadınlarınının çıplak bedenlerini o halka en büyük hakaret olarak görüp, iştahla bunu bir silah olarak kullanıyor ve Türk’lükle beraber erkekliği de okşamayı hiçbir zaman ihmal etmiyor.
Çünkü biz güçsüzsek, birileri bizim seviyemize gelme ümidi olmaksızın bizden güçsüz olmak, en güçsüz halimizle bile bizim korumamıza ihtiyaç duymak zorunda. Hiç değilse çizgiyi aştıklarında istediğimiz şekilde hâdlerini bildirmemizin bir meşruiyeti olmalı. Çünkü kendimize biçecek başka bir değer bize öğretilmedi.
Erkeklik, devletin bize zorla giydirdiği kendi sahte görüntüsünden başka bir şey değil. Kendi vahşetine bizi suç ortağı etmek, zorbalığıyla empati kurmamızı sağlamak için.
Erkekliği öldürmedikçe, ve buna kendi erkekliğimizden başlamadıkça hep güçsüz kalacak, biz güçlü hissedebilelim diye zorbalıkla güçsüzleştirilenlere üstün gelmeyi kudret sanmanın acınası hâlinde kalacağız.
Kendi küçük erkekliklerimizle her zaman güçsüzüz, her zaman bizden daha erkek olan, en erkek olan, erkekliği düzenleyen ve yönetenler olacak.
Biz yalnızca beraber güçlüyüz, gücü gasp edilenlerin zincirlerini kırmayı, kendi minik iktidarlarımıza vereceği zarara rağmen göze alarak güçlenebiliriz yalnızca.
Deniz Güngören
Not: Cemal Bâli Akal’ın “Siyasi İktidarın Cinsiyeti” ve Pınar Selek’in “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitaplarından, birebir alıntı yapmasam da, çerçeve olarak etkilendim ve faydalandım. İkisine de çok teşekkür ederim.