Dünyanın istediğiniz bölgesini seçin, işte tam orada kadınlar ayrımcılığa uğruyor. Kadınların ezilmişliği en eski ve köklü baskılardan biri. Kadınlar, dünya nüfusunun yarısını oluştururken sadece işçi oldukları için değil kadın oldukları için de baskıya uğruyorlar. Sosyalist bir mücadelede ‘kadınların özgürleşmesi’ kilit taleplerdendir.
Neden dünya popülasyonun yarısı ayrımcılığa maruz kalıyor? Bunun nedenini sorgulamak bu ayrımcılığa karşı mücadele etmenin temelini oluşturuyor. Dünya tarihinin çok küçük bir bölümünü oluşturan binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihi cinsiyetçiliğin kaynağı. Kapitalizm ‘sistemde devamlılık esastır’ diyerek kadınların aile içindeki hem anne hem eş olarak rollerini ortadan kaldırıp onları özgürleştirmedi aksine bu rolleri sömürünün gereklerine göre yeniden şekillendirdi. Sistemin kendini yeniden üretim süreci ise ailede bir ‘anne’ rolü olmadan işlemiyor. Bu sistem, işin ve göçlerin baskısıyla kimi aile bireylerinin aile hayatlarını kurban etmesini sağlarken; diğer yandan cinsiyetçi iş bölümünü ön plana çıkararak ailede kadınların ve çocukların rolünü ikinci plana atıyor. Kâra, rekabete dayalı sistemin ve özelleştirilmiş ailenin bu öncelikleri kadınların ezilmişliğinin kapitalizmin içine yapılandırıldığı anlamına geliyor.
Marksizm, insanların kurulmuş saat gibi diğerlerini sömürmek veya ezmek için kurgulanmış olduğunu düşünmez. Bu cinsiyetçilikten homofobiye, transfobiye veya ırkçılığa kadar geçerli bir tutum.
Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Erkeklerin bizden farklı konumlandığını fark ettiğimizde genellikle ilk karşılaştığımız, erillik karşıtlığı üzerinden feminist argümanlar oluyor. Türkiye’de bu pek çok farklı şey üzerinden kurgulanıyor ‘erkek devlet’ kavramı bunlardan biri. Peki devlet gerçekten erkek mi?
Erkek doğanlar
Hakim feminist söylemin sıklıkla düştüğü bir yanılgı olan; erkeklerin doğal bir şekilde, biyolojik olarak ‘ezen’ olduğu argümanı diğer yandan, istemeden de olsa egemen ideolojinin kadınları ‘şefkatli ve daha az rekabetçi’ olarak resmeden görüşünü yeniden üretebiliyor. Bu ve benzeri pek çok hatalı yorum ezilmişliğin nedenini açıklamaya yeterli olmadığı gibi kadın hareketlerinin trans-kadınlar başta olmak üzere LGBTİ bireylere yaklaşımını etkiliyor. Radikal feministlerin bir zamanlar çok popüler olan ‘biri erkek doğmuşsa eril dediğimiz özellikleri taşır’ argümanı da bu yaklaşımın bir özeti.
Aynı düşünce mesela İzlanda’da kadınların ekonomik olarak kazanımlar elde etmesini yüceltebiliyor ve bunu ‘yeni kapitalizm’ diye pazarlayabiliyor.
Sonuçta evet, kadınlar yüksek statülere sahip oldu. Ancak burjuva kadınların, işçi kadınlara bulundukları sınıf itibariyle bir yararının olmadığını gözlemleyebiliyoruz. Burjuva kadınlar, kadın oldukları için bütün işçi kadınların maaşlarının yükseltilmesinde bir etkide bulunmadılar tersine bulundukları sınıfa hizmet ettiler. Aynı şekilde ne Tansu Çiller politikalarını şekillendirirken toplumdaki kadınların temsilciliğini yaptı ne de Merkel Almanya’da yaşayan kadınların çıkarlarını ön plana aldı. Dolayısıyla kapitalist sistem sürdüğü müddetçe, kadınların devlet mekanizmasında yükselen statüsünün tüm kadınların kurtuluşu açısından radikal bir değişiklik sağlamadığını, ‘kadın devletin’ de çözüm olmadığını önümüze serdi.
Kadınlar maruz kaldıkları cinsiyetçiliğin taşıyıcısı rolünü de üstleniyorlar. Mesela babaannemle ben ‘kadın dayanışması’ üzerinden kolayca yan yana gelemiyoruz. Egemen ideolojinin her türlü söyleminin etkisinde olan babaanem cinsiyetçiliğin bir taşıyıcısı olarak, bana karşı cinsiyetçi iş bölümünü ve devleti savunmaya devam ediyor.
Nasıl özgürleşeceğiz?
Herhangi bir konuda gerçek özgürleşme, işçilerin kendi yarattıkları zenginliğin kontrolüne sahip olma mücadelesine bağlı olarak hayat bulabilir. Bu da aslında neden kadınlarla erkeklerin özgürleşmek için beraber mücadele etmesinin önemini açıklıyor. Mücadele etmeden hiçbir şey kazanamayacağız. Tarih boyunca her büyük sosyal hareket, kadınların sorunlarını da gündeme getirdi. 19. yüzyıldaki kadınların özgürlüğü hareketi ismini kölelik karşıtı hareketten almıştı. 20. yüzyılda ise dünya çapında kolonyalizm karşıtı hareketten yine kadın kurtuluş hareketi ismini türetti. Bu yüzyılda da kadınların kurtuluş hareketi ezilmişliği, sömürüyü yaratan sınıflı toplumlar tarihini bitirme ve başka bir dünya kurma mücadelesine göbekten bağlı.
Sınıfsız bir dünya mücadelesini kadın erkek birlikte yürütürken, hem egemenlerin cinsiyetçi politikalarına hem de erkeklerin ‘biz zaten cinsiyetçi değiliz’ argümanlarına geçit vermemek zorundayız. Devrimci marksizmin kadın sorununu nasıl ele aldığını anlamak için Lindsey German’ın ‘Cinsiyet, sınıf ve sosyalizm’ kitabı iyi bir kaynak. Kitap, kapitalizmin kadının aile içindeki rolünü nasıl tariflediği gibi birçok önemli tartışmaya marksist yanıtlar üretmenin yanı sıra başta İngiltere’de olmak üzere kadın özgürlüğü mücadelesinin farklı deneyimlerini aktarıyor. Konu hakkında daha detaylı araştırma yapmak isteyenler Judith Orr’un ‘marksizm ve kadın özgürlüğü’ hakkındaki konuşmalarının videolarına internet üzerinden ulaşabilir.
Şüphesiz kadın özgürlüğü konusunda, kadın erkek, hep birlikte daha çok tartışılmalı. Ancak tartışmak yetmez, dünyada ve Türkiye’de sürmekte olan kadın mücadelesinin büyütülmeli. Özellikle 1960’lar ve 70’lerdeki pek çok deneyim hep birlikte kazanabileceğimiz daha çok şey olduğunu gösteriyor.
İdil Ügüt
(Sosyalist İşçi)