Mart 2020’den beri hayatın her alanında etkisi altında olduğumuz küresel salgın, iş yaşamı ve gündelik hayatın tüm çelişki ve krizlerini derinleştirmeye devam ediyor. Dünya genelinde yaşanan bu kriz ve daralmanın, sosyal politikalardan yoksun ve hâlihazırda demokrasiyle olan bağını da koparmış Türkiye gibi ülkelerde, ekonomik boyutunun yanı sıra toplumsal katılım, temel hak ve özgürlükler gibi pek çok alanda yaşanan ihlaller/kayıplar ile birlikte daha da belirginleştiğini söylemek mümkün. Kapitalizmin yarattığı ekonomik sömürüyü besleyen ve ondan beslenen patriyarkal bir sistem içinde bu tablo kadınlar için daha da derinleşiyor ve gündelik yaşamın her alanını daha da sert bir iklime doğru sürüklüyor. İstihdam koşullarında, fırsatlarda, haklarda zaten eşitsiz politikalar ile mücadele etmek durumunda olan ve kayıt dışı istihdamın büyük kısmını oluşturan kadın işgücü, pandemi ile birlikte daha da kırılganlaşarak mevcut kazanımlarından da geriye düşüyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü, TÜSİAD, Türkonfed, İşKur, TÜİK gibi kurumlar ve sendikaların yayımladığı 2021 yılının son çeyreğine ilişkin rapor ve istatistikler, bir taraftan artan işsizlik ve yoksullaşmaya vurgu yaparken, bir taraftan da bu istatistiklerde yer alan rakamların bu durumu gizlemenin bir aracı olduğunu gözler önüne seriyor.
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi (DİSK-AR) tarafından hazırlanan ve 10 Kasım 2021’de yayımlanan “İşsizlik ve İstihdamın Görünümü” başlıklı raporda ortaya konan verilere göre mevsim etkisinden arındırılmış geniş tanımlı işsiz sayısı Eylül 2021’de 7 milyon 870 bin kişi olarak gerçekleşti. Aynı kategori, TÜİK’in Eylül 2021 Hanehalkı İşgücü Araştırması (HİA) sonuçlarında ise bir önceki aya göre 70 bin kişi azalarak 3 milyon 794 bin kişi olarak açıklandı. Bu rapordaki rakamların belirlenmesinde TÜİK tarafından kullanılan en önemli kriter aktif iş arama kanallarından birini kullanmaktır ve İŞKUR en yaygın kullanılan iş arama kanalıdır. Ancak İŞKUR’a kayıtlı işsiz sayısı artarken TÜİK işsiz sayısını azalmış olarak açıklamıştır.
Çalışma yaşamındaki mevcut eşitsizliklerin, pandemi gibi küresel kriz koşullarında daha da derinleşmesi, mevcut cinsiyetçi politikaların kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Kadınlar, bir taraftan kayıt dışı işler ve hizmet sektörü gibi alanlarda daha fazla yer aldıkları için pandemiden öncelikli olarak etkilenen bu sektörlerdeki mevcut işlerini kaybederken, kısa çalışma ya da işsizlik ödenekleri/yardımları gibi oldukça kısıtlı desteklerden de çoğunlukla ya hiç ya da en az yararlanan kesim oluyorlar. Gündelik ya da yatılı temizlik/ev hizmetlerinde çalışan kadınların büyük çoğunluğu, Covid-19 salgınının başlamasıyla birlikte ya hemen işlerini kaybetmiş ya da özlük/özgürlük haklarından büyük oranda vazgeçerek işlerine devam edebiliyorlar. Ev İşçileri Dayanışma Sendikasının yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye’de büyük bir çoğunluğu kayıt dışı olan gündelikçi ev işçisi kadınlar, Covid-19 krizinde yoğun bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Yatılı olarak çalışan ve önemli bir bölümü göçmen olan ev işçilerinin ise izin kullanmadan ve işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerine uyulmaksızın çalıştırılıyorlar. Hastalanma, işsizlik, yoksulluk gibi risk ve kayıpların yanında, ayrımcılığa uğramak da yine bu en kırılgan iş kollarında çalışan kadınların karşılaştıkları olumsuzlukların başka bir boyutu olarak ortaya çıkıyor.
Kadın çalışanların iş yaşamında karşılaştıkları bu hak kayıpları, ücretlendirilmeyen ev içi emek ve işsizlik sorunları; 2021 yılı son ererken de krizin ağırlığının, var olan eşitsizlikler üzerinde yükseldiğini gözler önüne seriyor. DİSK-Ar’ın araştırma raporuna göre, cinsiyete göre işsizlik oranlarında kadın işsizliğinin tüm işsizlik türlerinde en yüksek kategori olarak görülmeye devam ediyor. Mevsim etkisinden arındırılmış dar tanımlı işsizlik oranı erkeklerde yüzde 10 iken, bu oran kadınlarda yüzde 14,6.
Ayrımcı ve cinsiyetçi politikalar nedeniyle sistematik bir şekilde hak kayıplarına uğrayan kadınlar, göçmenlik, işsizlik, yaş gibi kırılganlıklarla beraber gerek iş hayatında gerekse gündelik hayatta çok daha zorlayıcı koşullar altında yaşıyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı önleyici politikaları ve devletin sorumluluğunu hatırlatan İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin bir kararname ile çıkması, özel alanın da çoğunlukla iş yaşamından farklı olmayan patriyarkal dinamikler ile kadına yönelik ayrımcılığı yeniden üreten bir mekanizma olarak görüldüğünü gözler önüne sürüyor.
Bu çoklu kriz ortamında; toplumsal cinsiyet eşitliği, göçmenlerle dayanışma, temel hak ve özgürlükler, adalet için verilen mücadelelerin yan yana gelmesiyle daha da etkin bir mücadele hattı kurma çabalarımıza devam etmemiz gerekiyor.
Esra Akbalık