Dila Ak, #SusmaBitsin hareketi, İstanbul Sözleşmesi ve kadın kazanımlarına üzerine yazdı.
Son zamanlarda, Türkiye’nin #MeToo hareketi olarak ifade edilen #SusmaBitsin hareketi gündemde. Twitter kullanıcısı bir kadının, Hasan Ali Toptaş’ın Twitter’da dönen bir videosunu alıntılayıp, “Bu adamın ifşasını bekleyen kaç kişiyiz?” yazması üzerine onlarca kadın Hasan Ali Toptaş tarafından uğradığı taciz vakalarını paylaştı. Birbirinden güç alan kadınlar sayesinde büyüyen hareket ile sadece edebiyat camiasından erkeklerin değil, farklı sektörlerden erkeklerin de taciz veya cinsel saldırıya maruz bıraktığı kadınlar paylaşımlarda bulundu. Taciz veya cinsel saldırı gibi, bir başkasına anlatmanın hayli zor olduğu bir konuda, hareketin bu kadar büyümüş olması, dayanışmanın kadınlara verdiği cesareti gösterir nitelikte. Kadına karşı şiddet ne sadece Türkiye’ye özgü ne de münferit bir olay... Üstelik tüm bu taciz ve cinsel saldırı vakalarında, kadının yalnızlaştırılıp, tacize neden aranarak saldırının haklılaştırılması ve kadının yalnız bırakılmasına karşın, erkeğin korunduğu, itibarının gözetildiği bir yapı mevcut. Üstelik, erkeğin gerçekleştirdiği taciz veya cinsel saldırı kanıtlanmış olsa bile... Erkeğin suçlu olduğunun kanıtlandığı noktalarda bile hala kadının suçlanması, aslında kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği gözler önüne serer nitelikte. Kadın erkek eşitsizliği tüm dünyanın sistemsel bir sorunu. Bu eşitsizlik sistemin tüm katmanlarına sirayet etmiş durumda.
İstanbul Sözleşmesi’nin önemi
İstanbul Sözleşmesi, kadın erkek arasındaki bu eşitsizliğin ortadan kaldırılması ve kadınların her türlü şiddet ve ayrımcılıktan korunması ekseninde oluşturulmuş bir sözleşme. İstanbul Sözleşmesi’yle etkin uygulandığı takdirde kadınların etkin ve aktif korunduğu, bir kadının zarar görmesi durumunda etkin kovuşturmanın yapıldığı ve caydırıcı cezalar ile adaletin sağlandığı, kadınların şiddetten korunduğu ve haklarının gözetildiği koşullar sağlanmak isteniyor. Otoriter sağın yükselmesi sonucu muhafazakâr politikalar ile kadınların kazanımları yok edilmeye çalışılıyor. COVID-19 pandemisinin sebep olduğu sosyal izolasyon ortamı sonucunda, evler içerisinde var olan kadına yönelik şiddet artmış durumda. Üstelik hem Türkiye’de hem Polonya’da İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın gündeme gelmesi, kadınların haklarına yönelik yapılmış başka bir darbe girişimi. Bir yanda yükselen şiddete karşın, diğer tarafta çeşitli gerekçelerle kadına karşı şiddetle etkin bir şekilde mücadele etme imkânı sunan bir sözleşmeden çıkılmak istenmesi de tıpkı kadına şiddetin politik olması gibi, politiktir.
Kürtaj yasal bir hak!
Kürtaj meselesi da kadının bedeni üzerinde söz sahibi olmak adına bir başka örnek. Türkiye’de kürtaj resmi olarak 1983’te 2827 No’lu Nüfus Planlaması Yasasının yürürlüğe girmesinden beri yasal. 10 haftaya kadar olan gebeliklerin sonlandırılması kâğıt üzerinde mümkün. Fakat pratikte kadınlar kürtaj hakkına sahip değiller. Birçok devlet hastanesi kürtaj olmak isteyen hastaları reddediyor. Kadınlar ya özel hastanede yüksek meblağlarda ya da merdiven altı yerlerde sağlıksız koşullarda kürtaj olmak zorunda bırakılıyor. Polonya’da da kürtaj yasağı son dönemlerde tekrar gündemdeydi. Daha önce aynı yasak 2016 yılında tekrar gündeme gelmişti.
Aralıksız mücadelenin önemi
Her üç örnekte de ortak olan bir şey var ki o da kadınların kitlesel olarak, haksızlıklar karşında mücadele etmeleri. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesinden çıkılma gündeme geldiği anda kadınlar kitlesel olarak sokaklara dökülmüşlerdi. Kürtaj meselesi Polonya’da gündeme geldiğinde de kadınlar günlerce sokakları bırakmadılar ve yasanın geri çekilmesini sağladılar. Taciz ve kadına şiddet gibi devletlerin adaleti sağlama konusunda yetersiz kaldığı bir noktada kadınlar birbirlerinden güç bularak tacizci erkeklerin ifşası için birlikte mücadele ediyor.
Bunlar sadece yakın tarihten üç örnek. Kadınların pek çok ülkede, hayatları boyunca şiddet gördüğü, zorbalığa uğradığı, haklarının gasp edildiği bir sistem içerisinde yaşıyoruz. Tüm bu haksızlıkla ve şiddetle, sistemin izin verdiği ölçüde mücadele etmenin yeterli olmadığı çok açık. Sorunun kaynağı sistemin kendisi iken, bu sistemi değiştirmeden, içerisinde yapılan bazı reformist değişiklikler ile başarıya ulaşılabilmesi imkânsız. Bireysel mücadelelerin bizi bir yere götürmeyeceği de aşikâr. Kadınların kitlesel olarak mücadele etmesi, sokağı asla bırakmıyor oluşu giderek daha fazla kadının cesaretlenmesine ve toplumda bir bilinç sıçramasına da sebep oluyor. Haksızlık karşısında ses çıkartmak toplumun da ilerlemesine sebep oluyor. Kadın mücadelesi hem LGBTİ+ mücadelesine katkı sağlıyor, hem de sınıf mücadelesini tamamlıyor. Artık kadınlar seslerini eskisinden daha gür ve daha özgüvenli çıkarıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi de kadın mücadelesinin eksik olduğu yerde olanaksız gözüküyor. Sokakta mücadelenin imkânsız olduğu dönemde bile sokaktan geri çekilmeyen kadınlar korkmadıklarını, susmadıklarını ve itaat etmediklerini gösterdiler. Bu öfke, tüm ezilenlerin öfkesi ile birleştiği zaman var olan sistemi yerle bir edecektir.
Dila Ak
(Sosyalist İşçi)