"Bu saldırılar dünya çapında ekonomik ve politik olarak krize giren kapitalizmin, krizin faturasını işçi sınıfına ve kadınlara ödetme çabasıdır." Yıldız Önen yazdı.
Son bir senedir siyaseti Covid-19 gündemi belirliyor. Haziran başında normalleşmeye geçiyoruz iddiası ile hayat eski haline dönmüş gibi göründüyse de iki aydır hem hastalananların hem de ölenlerin sayısı hızla artıyor.
2000’lerdeki ekonomik ve ekolojik krize eklenen pandemik kriz neredeyse tüm hükümetleri büyük krizlere soktu, politik istikrarsızlık dünyaya egemen oldu. 2008’lerde Amerika’da başlayan ekonomik krize henüz bir çare bulunamadan gelen pandemik kriz kapitalist sistemi temelinden sarstı.
1989’da yıkılan iki kutuplu dünyanın yerine henüz yeni bir denge bulunamadı. Amerika, Rusya, Çin, AB, AB üyesi ülkeler arasındaki ekonomik, politik rekabet tüm dünyayı olumsuz bir şekilde etkiliyor.
Kırk yıl önce kârlılık krizini çözmek için üretilmiş olan neoliberal politikalar iflas etti. Neoliberal politikaların mimarları dahi artık bu politikaları savunmuyor. IMF’nin yayınladığı bir raporda “neoliberalizm bir hataydı: egemen sınıflar açısından ekonomik büyümeyi sağlayamadığı gibi eşitsizlikleri de derinleştirdi” deniyor.
Ekonomik ve politik krizin yanı sıra, iklim krizi de günümüzdeki en önemli sorunlardan. Kapitalist sistemin kârı ve rekabeti uğruna, milyonlarca canlı türünü, bu türlerden sadece biri olan insanların da çoğunluğunu yok oluşa sürükleyecek, bir kaç on yıl içinde 150 ya da 200 milyon insanı iklim mültecisi haline getirebilecek bir iklim krizi ile karşı karşıyayız.
Egemen sınıfların arasında, iflas eden neoliberal politikaların yerine ne koyacaklarına dair bir anlaşma yok. Birçok ülkede merkezi siyasetler iflas etti, bazı ülkelerde sol alternatifler güçleniyor, ancak çoğu yerde sağ siyasetlerin güçlendiğine tanık oluyoruz. Amerika’da ise sağcı Trump’ın yenilgisi herkese umut verdi.
Sağ otoriter rejimler arasında farklılıklar olsa da ortak özellikleri, hem liderlerin şahsında hem de kitleler düzeyinde var olan cinsiyetçilik, homofobi, kadın düşmanlığı. Kadınların haklarına yönelik saldırılar son derece yaygın ve sistematik bir biçimde küresel düzeyde cereyan ediyor. Aile, doğurganlık, annelik vurguları sağ siyasetin merkezinde yer alıyor. Aile kutsanarak, içinde bulunduğumuz ekonomik krizin yükü, küresel düzeyde kadınların ve emekçilerin üzerlerine yıkılmaya çalışılıyor.
ABD’nin yenilmiş Başkanı Trump, Macaristan Başbakanı Orban, Brezilya Başkanı Bolsonaro, Erdoğan ve daha sayabileceğimiz birçok liderin siyasetinin ortak özelliklerinden biri cinsiyetçilik. Bunlar önceki yıllarda kadınların elde ettikleri kazanımların aileyi, dolayısıyla devletleri tehlikeye attığını doğrudan söylüyorlar. Bunu tersine çevirmek için, aileyi ve devleti güçlendirmek gerekçesiyle, kadınların kazanımlarına saldırıyorlar.
“Kürtaj olan kadınlar bir şekilde cezalandırılmalı.
Kürtaj annelere ve doktorlara idam etme hakkı vermek demektir.
Dörtten fazla çocuk doğuran kadınlar vergiden muaf olacak.
Doğum kontrolü ile halkımızı kısırlaştırdılar.
Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı.”
Bu cümleler Trump’a, Erdoğan’a, Bolsonaro’ya, Orban’a ait. Hangi cümlenin kime ait olduğunun bir önemi yok. Hepsi bunları söylemiş olabilir.
Özellikle kürtaj ve anneliğe dair ifadelerinin anlamı üzerinde durmak istiyorum. Çünkü son yıllarda aile kavramı etrafında kadınlara karşı adeta savaş açılmış durumda. Söylemin bir karşılığı var. Toplumun tepesindeki bir kişi çıkıp anne olmayan kadın yarımdır, evlilik dışı ilişki normal değildir, dediğinde bunun gündelik hayatımıza doğrudan bir yansıması oluyor. Maalesef karşı karşıya olduğumuz sorun sadece cinsiyetçi açıklamalar değil. Haklarımıza dair ciddi saldırılar söz konusu.
ABD, Polonya, Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi birçok ülkede kürtajın ve doğum kontrolünün yasaklanması, kadınlara kocasız yaşayabilecekleri maddi olanakları en alt düzeyde sağlayan nafakanın kaldırılması, eşit işe eşit ücretin kaldırılması gibi birçok mesele yasama organlarının gündemine geldi. İktidarlar bu hakları kısıtlamaya çalıştılar.
Kadınları sadece doğurganlıklarıyla tanımlayan, aile ile bütünleştiren, bedenleri üzerinde tahakküm kuran, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiren, kadınları yoksullaştıran ve kadınlara yönelik şiddet karşısında korumasız bırakan bir süreçten bahsediyoruz.
Türkiye’de kadın haklarını savunması gereken Aile Bakanlığı’nın 2019 yılı bütçesinin ağırlıklı kısmı sosyal hizmetlere ayrılmış durumda. Bu sosyal hizmetler; evlilik öncesi eğitim programı, aile eğitim programı, aile boşanma süreci danışmanlığı, aile ve sosyal destek programı, aile destek merkezleri ve çeyiz hesabı gibi kalemlerden oluşuyor. Yani ancak müstakbel eş, eski eş ya da anne olma durumunda varız, başka türlü yokuz.
Neden kadınlara karşı savaş açılmış vaziyette, neden aile kavramı etrafında bunlar yapılıyor sorularının yanıtları çok önemli.
Kadınlara dönük saldırıların en yoğun olduğu dönemler, işçi sınıfının kazanımlarının tırpanlandığı dönemlerdir. Neoliberalizmin, esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaşması, örgütlü, sendikalı işçi sınıfının ekonomik saldırılara yanıt verebilme kabiliyetini büyük ölçüde elinden aldı. Esnek-güvencesiz-ucuz çalışma kadınlar üzerinden yaygınlaştırıldı. Esnek çalışma modeli kadınlara fırsat olarak sunuldu, ama aslında bu sermayenin talebiydi. MÜSİAD emek piyasasında yapılmasını istediği reformları açıkladığı raporunda “kadın istihdamını arttırmak için esnek çalışma modeli yaygınlaşmalı, part-time çalışma oranları yükseltilmeli, kadınlar da part-time çalışmaya teşvik edilmeli” diyordu.
Neden esnek ve güvencesiz çalışmak özellikle kadınlar için cazip bir şey olsun ki sorusunun cevabı ortada. Çünkü kadınlardan sermayenin, devletin, toplumun asıl beklentisi yeniden üretimi sürdürmek. Yeniden üretim süreci dediğimiz şey, işçi sınıfının bir sonraki iş gününe hazırlık sürecidir. Çocuk doğurmaktan çocuk bakımına, ev işlerinden yaşlı bakımına, tüm ev içi işler bu kapsama girer. Sınıflı toplumun ilk yıllarından itibaren bu işler kadınlar tarafından yapılması gereken işler olarak kabul edilir. Kapitalizmde de bunun devam etmesi için gerekli tüm yasal, ideolojik düzenlemeler yapılmıştır. Kadınların yeniden üretim sürecindeki işleri yapmanın yanı sıra, aynı zamanda bu işlerini engellemeyecek şekilde üretim sürecinde de yer almaları, kapitalist sistemin yararınadır. Erkek işçilerin sayısının azaldığı dönemlerde işgücündeki eksiği kapatmak için veya örgütlü işçilerin gücünün arttığı zamanlarda işçi sınıfı mücadelesini kırmak için, kadınların iş hayatında yer almaları gerekir. Esnek çalışmayı kabul edenler, özellikle düşük ücretli işlerde çalıştırılırlar.
Neoliberalizmde, kadınlara, ev işleri ve çocuk bakımının yanı sıra ev ekonomisine katkıda bulunabilecekleri fikriyle, esnek işler fırsat olarak sunuldu. Kadınların en çok çalıştırıldıkları işler yeniden üretim sürecini engelleyemeyecek işler. 2-3 ay tatil yapılan, yarım gün çalışılan öğretmenlik gibi işler en çok önerilenleri. İşyerleri evlerine yakın yerler olmalı ki hemen eve gitmek ve ev işlerini yetiştirmek kolay olsun.
Bu teşviklerle kadınlar 2000’lerde geçmiş yıllara göre daha yüksek oranda çalışmaya başladı. Daha fazla sayıda kadın, özellikle kentlerde çalışma hayatının bir parçası oldu. 2007-2015 arasında kadınların istihdamı yüzde 21’den 27,5’e çıktı. Ancak tabi bu rakamlar kadınlar ve erkekler kıyaslandığında hâlâ çok düşük. 16 yaş ve üzeri, çalışabilir yaştaki 29 milyon kadının 9 milyonu işgücünde. Aynı durumdaki 28,5 milyon erkeğin 20 milyonu işgücünde. Yani çalışma çağındaki milyonlarca kadın çalışmıyor. TÜİK’in geçen sene yayınladığı bir raporda, kadınlara çalışmama nedeni sorulduğunda, 11 milyon 188 bin kadın “ev işleri” yanıtını vermiş. Yani milyonlarca kadın temizlik, bulaşık, ütü, çocuk bakımı, yaşlı bakımı gibi nedenlerle dışarıda çalışamıyor. Bu rakamlar kadınların asli görevinin hâlâ yeniden üretim olduğunu ortaya koyuyor.
DİSK’in kadın işçilerin çalışma hayatında karşılaştığı sorunları görünür kılmak amacıyla hazırladığı 2019 Kadın Emeği Raporu araştırmasının sonuçları şöyle:
Çalışabilir her 10 kadından sadece 3’ü istihdam ediliyor.
Çalışan her 10 kadından 4’ü kayıt dışı çalıştırılıyor.
2018 Kasım ayı itibariyle kadın işsizliği yüzde 15’i buldu.
İşsizlik sigortasına başvuran kadın sayısı bir yılda yüzde 58 arttı.
1 milyonun üzerinde kadın hiçbir hakkını alamadan işten çıkartıldı.
Kadınlar erkeklerden daha az kazanıyor, ücret eşitsizliği devam ediyor.
İşte aile meselesi bu yüzden kritik. Aile kurumunun bu sistemde ekonomik bir işlevi var. Bu ekonomik işleyişi sürdürebilmek için, kapitalist sınıf ideolojik bir kılıf yaratıyor. Ev içi işlerin masraflarının devlet tarafından üstlenilmemesi için “kadının yeri evidir” propagandası yapılıyor. Kadın işçiyi işten çıkarmak kolay olsun diye, çocuk sahibi kadınlar evde olmalı propagandası yapılıyor. Krizlerde “erkek evin direğidir” denerek ilk işten çıkarılanlar hep kadınlar oluyor.
Kollontay, Bolşeviklerin işçi kadınlara, çocuklarını ellerinden almayacaklarına güvence vermek durumunda kaldıklarını yazar. Hâlbuki aile içindeki işler neden bir tek kadınların omuzlarına yükleniyor, kadınlar bunları yapmak zorunda mı? Başka yolu yok mu bunun? Neden her mahallede ücretsiz kreşler yok, neden ‘akşama ne pişirsem’ diye bir soru sürekli kadınların kafasında, hepimizin derdi olan bu soruyu neden toplumca kolektif bir şekilde çözemiyoruz? Bu soruların cevabı kapitalizmin işleyişi ile ilgili. Kapitalizm altında aile, ailede kadınlar bu işi ücretsiz olarak hallediyorlar. Ailenin ekonomik işlevi bu.
“3,4,5 çocuk doğurun ve onlara bakın” söylemi kapitalizmin ihtiyaçlarına cevaptır, sadece Erdoğan’ın kişisel takıntısı değil. TÜSİAD’ın hazırlattığı bir raporda 2020’de çalışma çağındaki nüfusun Türkiye tarihindeki en yüksek seviyeye ulaşacağı, ama düşüşe geçeceği ve 2050’de artık yaşlı bir nüfus olacağı söyleniyor. Çalışabilecek insan sayısı azalırsa kim çalışacak? Sermayenin derdi, uzun vadeli olarak kendi varlığını garanti altına almak.
Kapitalist sistemdeki ailenin ideolojik işlevini ise en iyi Erdoğan açıkladı: “Ailede çözülme olursa, millet olarak varlığımızın tehlikeye girmesi kaçınılmazdır” dedi. Bu sadece sayısal bir varlık tehlikesi değil. Toplumda ne kadar norm varsa, bunların kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan ailedir. Büyüklerinin yanında bacak bacak üstüne atmadan oturma gibi kurallar itaat etmeyi öğretir; vatan, millet, Sakarya gibi politik tutumları, iki erkek ya da iki kadın birbirini sevemezmiş algısı, bütün bunlar aile kurumunda öğretilir.
Dolayısıyla sağ otoriter rejimlerin boşanmayı zorlaştıran, evliliği teşvik eden, en az 3 çocuk doğurmayı dayatan, doğum kontrolü ve kürtaja erişimi zorlaştıran politikalarının arkasında son derece ekonomik bir kaygı var.
Madalyonun bir yüzü kadınların hayatlarına saldırı ise diğer tarafı da kadınların direnişi. Tüm dünyada kadın hareketi güçlü yanıtlar verip haklarının bir kısmını korumayı başarabildi. Me Too dalgasından 8 Marttaki kadın grevlerine kadar yayılan çok güçlü bir kadın hareketi var. Kadınlar, sokakta “Biz korkudan daha büyüğüz” diyorlar.
İstisnasız sağ otoriter saldırıların olduğu tüm ülkelerde kadınlar kitlesel bir şekilde sokağa döküldü. İrlanda, Polonya gibi kimi yerlerde kadınlar kazandı, diğer yerlerde mücadele devam ediyor.
Son dönemde küresel çapta yaşandığına şahit olduğumuz hareketin önemi sadece 8 Mart’ta daha fazla sayıda kadının sokağa çıkıyor olmasında yatmıyor; otoriter sağcı liderlere karşı en dinamik muhalefeti kadınlar örgütlüyor. Trump’ın göreve başladığı gün milyonlarca kadın ABD’de sokaktaydı. Trump’ın gidişinin sebeplerinden biri, kadınların mücadelesi oldu. Yine Ocak ayında Filipinler’de kadınlar Duterte’ye karşı sokaktaydı. Brezilya’da seçim sürecinde de sonrasında da Bolsonaro’ya karşı, sokakta en aktif muhalefet kadın hareketinden geliyor.
Bütün bu saldırılar karşısında önemli olan şey, bu saldırıların dünya çapında yükselen sağ politikaların bir sonucu olduğunu görebilmektir. Ve verilen ortak mücadelenin bir parçası olarak, birleşik bir kadın hareketini inşa edebilmektir. Sağ politikalara, dünyanın pek çok yerinde direnişlerle karşılık veriliyor. 8 Mart’ta 50 ülkede milyonlarca kadının katıldığı kadın grevleri etkisini sürdürüyor. Hindistan’da, İrlanda’da, Portekiz’de, Amerika’da kadınlar defalarca sokağa çıkarak sağ politikalara karşı direnişi sürdürüyorlar.
Bu saldırılar dünya çapında ekonomik ve politik olarak krize giren kapitalizmin, krizin faturasını işçi sınıfına ve kadınlara ödetme çabasıdır. Bu saldırıları boşa düşürmek için, tüm mücadeleleri bir araya getirecek bir antikapitalist sol siyasete ihtiyaç var.
İklim krizine, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, militarizme karşı birleşik mücadeleye, her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Yıldız Önen