Makale, salgın günlerinde kadınların maruz kaldığı baskının boyutunu ele alıyor ve çözüm önerilerini tartışıyor.
Pandemi şartlarını bir kenara bırakırsak bile her toplumda ev hayatının gizliliği ve özelliği söz konusudur. Aile yaşamına atfedilen kutsallık ve gizlilik evin sınırları içinde olan bitenleri toplumun geri kalanının bakışlarına ve olası müdahalesine kapatır. Gözlerden uzakta kalan bu kutsal alanda eşitsizlik ilişkileri en sert şekilde yaşanır çünkü baskı gören taraf olan kadın, izole edilerek erkeğe karşı daha güçsüz ve savunmasız bırakılmış olur. Normal şartlar altında da aralarında gerilim ve geçimsizlik olan çiftlerin sorunları, karantinanın getirdiği kısıtlı alan içinde birlikte kalma zorunluluğuyla arttı. Bu durum her zaman yaşanan aile içi şiddetin artmasına yol açtı. Çin’de ve Türkiye’de kocasından şiddet gördüğü gerekçesiyle çocuklarını alıp şehir dışındaki akrabalarının yanına gitmek isteyen kadınlara, seyahat kısıtlaması nedeniyle izin verilmedi. Hükümet bütün dikkatini virüsün yayılımını önlemeye ve karantinanın etkisini artırdığı ekonomik buhrana verirken, kadınları şaşırmadığımız bir şekilde yalnız bıraktı. Ancak kadınlara uygulanan her türlü şiddet pandemiden çok daha önce de varolan ve Covid-19 hayatlarımızdan çıktıktan çok daha uzun bir süre sonra da bizimle olacak bir sorundur. Salgın var diye kadın cinayetleri sihirli bir şekilde askıya alınmış değil, durumun aciliyeti ise her zamanki kadar yüksek.
Salgın eşitsizliği ortadan kaldırmadı
Kesişimsellik yaklaşımına göre mevcut sistemin içinde toplum zor koşullar deneyimlemek zorunda kaldığında, eşitsizlik ilişkilerinde güçsüz olan kimlikler her zaman bu zorlukları 2-3 katı yaşarlar. Çünkü artık azınlık olmanın getirdiği dezavantajların üstüne bir de söz konusu olağanüstü durumun yarattıklarını kaldırmak zorundadırlar. Örneğin hepimiz bu salgının getirdiği kısıtlamaları, ekonomik ve diğer zararları şu veya bu şekilde deneyimlemek zorunda olsak da evsizler ve mülteciler çok daha zor durumda kalır. Bu kesimlerin stabil bir düzeni olmadığı gibi toplumun geri kalanı tarafından da ayrımcılığa uğramaktadırlar. Özellikle Türkiye gibi sosyal devlet anlayışından oldukça uzak bir ülkede, dezavantajlı durumdaki kesimler kaderine terk edilmiş bir durumda.
İlk gözden çıkarılan kadındır
İşverenler açısından kadın, gerileme ve ekonomik kriz dönemlerinde olduğu gibi, herhangi bir toplumsal kriz karşısında da ilk gözden çıkarılan kesimdir. Çünkü geleneksel olarak evi geçindirme rolü erkeklere aittir; kadınlar, hamilelik ve çocuk izni gibi sorumluluklarından ötürü hiçbir zaman işine yeterince adanmışlık gösterilemediği gerekçesiyle işveren açısından ikinci derece çalışan olarak görülmektedir. Kadının atanmış sorumluluğu ev içi işlerle ilgilenmek ve çocuk bakımını sağlamak olduğu için, kadın çalışanların daha az işe alınması ve aynı işi yapmalarına rağmen erkeklere kıyasla daha az para almaları ve gerektiğinde işten çıkarılmaları normal ve doğallaştırılmış oluyor.
Okul çağında çocuğu olan kadınların yükü, salgın nedeniyle öğrencilerin uzaktan eğitim için eve gönderilmesiyle katlandı. Hem ev işleri hem çocuklarıyla ilgilenmek, eğer çalışıyorlarsa çocukların uyku zamanını kollayarak bilgisayarından işle ilgili görevlerini yerine getirmek zorundalar. Haberlerde sürekli meydanların, parkların, yolların kamera çekimlerini izlememize rağmen, evde olan biten özel alana girdiği gerekçesiyle dile getirilmiyor. Her ailenin kendi özeli aslında son derece toplumun geneli tarafından yaşanan haksızlık, eşitsizlik ve şiddeti bireysel bir problem seviyesine indirgiyor. Evin eşiği dışarıda bırakırken, ev halkını da kaçınılmaz olarak içeri hapseder.
Kahramanlık anlatısının sahteliği
Dünya çapında sağlık servisi çalışanlarının salgınla mücadelede ön saflarda yer aldığını ve aylardır ailelerini göremeyen insanlar olduğunu hepimiz biliyoruz. Hastanelerin ve yoğun bakım ünitelerinin tam kapasiteyle çalıştığı bu dönemlerde, politikacılardan da sürekli bu kalıbı duymamızın bir sebebi var. Çin’de hamile bir hemşire yoğun çalışma temposundan dolayı çocuğunu düşürdü ve sonrasında hemen işine geri dönmesi gerekti. Daha önce bahsettiğimiz eve benzer şekilde, çalışanların özverileri de halkın gözünde romantize edilerek onlara, fantastik çocuk kitaplarındaki “seçilmiş” protagonistler gibi yukarıdan kahramanlık atanarak, aşırı bir yük altına sokulmaları meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Avrupa’da ev içi şiddet mağduru kadınlara ulaşmak için bir adım atıldı. Fransa, İtalya, İspanya ve Norveç’te bir eczaneye girip eczacıya mask19 kodunu söylediğinde eczacı kadının partneri tarafından şiddet gördüğünü anlayıp polis çağırıyor. Bu uygulamanın ne kadar etkili olduğu ya da her topluma hitap edip etmediği tartışılır ama küçük de olsa bir kazanım diyebiliriz. Karantina döneminde sosyal medya platformlarında da post ve hashtaglerle cinsiyet eşitliği ve kadın haklarını savunma mücadelesi dünya çapında devam etti. Online aktivizmin günümüzde bilgilendirme, bilinçlendirme ve kitleleri organize etme gücü olduğu kesin. Yine de cinsiyet eşitsizliği, içinde yaşadığımız sisteme içkin bir sorun olduğundan, çözümün kapsayıcı ve kalıcı olabilmesi için, politika düzeyinde adımlar atılması şart. Yaşanan hemen her olumsuzluk üzerine hükümet yanlılarının ve “siyasetle ilgilenmeyenlerin” abonesi olduğu “şimdi politik konulardan konuşmanın zamanı değil” söylemi kapitalizmin norm ve değerleri, kendisinden çok daha eskiye dayanan patriarkayla birleştiğinde, kadınların sömürüsünün ikiye katlanmasına sebep oluyor. Nihai çözüme ancak mevcut sistemin mekanizmalarının yıkılmasıyla ulaşılabilir.
Ceren Devrim Karabulut
(Sosyalist İşçi)