Acı ilacı içmeyeceğiz!

09.09.2018 - 09:30
Haberi paylaş

Son bir yılda mutfak harcamaları 1000 lira arttı.

Fiyatlar yükseliyor, her şey zamlanıyor, ücretler artmıyor, eriyor.

İşten çıkarılma korkusu işyerlerini sardı.

Boçlarının "yapılandırılması" için kuyruğa giren patronlar, "acı ilaç" yani krizin faturasının emekçilere ödetilmesini istiyor.

Yönetenler ise kapı kapı dolaşıp borç arıyor, onların derdi patronları ve bankaları kurtarmak, zararı halka ödetmek.

Türkiye ekonomisinin her yerinden gelen bozulmalara, bir krize dönüşüyor.

Yönetenlere göreyse ekonomide bir sorun yok. Doların yükselişi ve TL'nin değer kaybetmesi, "dış güçlerin" saldırısının bir sonucu.

ABD'nin Pastör Brunson'un tutukluluğu üzerine gelen yaptırımları, "dışarıdan saldırı" iddiasına kanıt olarak sunuluyor.

Şimdi "dış güçlere" yani ABD emperyalizmine karşı patronlarla kol kola girmemiz, fedakarlık yapmamız isteniyor.

Gerçekte yaşanmakta olan iki ayrı krizin iç içe geçmedir.

Ekonomik kriz

Türkiye kapitalizminin çarkları dış borçlarla döner. 1994, 1999 ve 2001'de yaşanan krizler, bugünkü gibi birer kaynak kriziydi.

Ne zaman borçlar alıp başını giderse, onları ödeyecek yeni borçlar bulunamaz hale gelse kriz feryatları başlar.

Bugün yaşanmakta olan 2002'den yakın döneme kadar en büyük holdinglerinden en küçük işletmelerine kadar girdiği borçlanma döngüsünün çöküşüdür.

Geçtiğimiz dönemde ABD'de faizler düşüktü. Türkiye, yabancı yatırımcıların para sattığı yerlerden biriydi. Bankaların açtığı kredi muslukları ile patronlar borçlandıkça borçlandı.

Borçları ödeyebilmek için yeni borçlar aldılar.

Fakat 2013 sonrası dünyada durum değişti. ABD Merkez Bankası faizleri yükselterek, yabancı yatırımcıları kendine çekti. Güçlü dolar politikası ve Trump'ın ticaret savaşları, liranın da arasında bulunduğu bir çok para biriminin değer kaybedişine neden oldu.

2018, Türkiye'ye akan sıcak paranın kesildiği yıl oldu. Yabancı sermaye geçen sekiz boyunca Türkiye'den kaçarken, yerli sermaye de ona eşlik ediyor.

Yönetenlerin "hiçbir sorun yok" dedikleri ekonomi, sermayenin tercihleri tarafından belirlenen politikaların bir sonucu olarak yine krize girdi

Yaşanmakta olan dolar üzerinden borçlanıp lira ile satış yapan şirketlerin borçlarının artık ödenemez hale gelmesi ve yeni borç kaynakları bulunmamasıdır.

Tam da burada siyasi sebepler karşımıza çıkıyor.

(Özel) Emekçiler krize ilişkin ne diyor?

Siyasi kriz

Türkiye kapitalizmi, tarihi boyunca Batı kapitalizminin bir parçası oldu. Yabancı sermayenin büyük bölümü ABD ve Avrupa Birliği'nden gelmektedir.

Son iki yılda doruğuna çıkan siyasi anlaşmazlıklar ve gerilimler sonucu, Türkiye tarihi müttefikleri ile kavgalı hale geldi. Bu kavga, Türkiye'de yaşanan siyasi gelişmelerin de eklenmesiyle yabancı sermaye kaçışını hızlandırdı.

Kürt sorununda devletin tutum değiştirmesi ve Suriye savaşına katılım, 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL, AKP-MHP ittifakının yeni yönetim biçimi olarak başkanlığa geçiş, ekonomi yönetiminin Erdoğan etrafında merkezileştirilmesi, baskıcı yönelimler ve geleceğe dair belirsizlik, ilk elden sayılan sebepler.

Baskın seçim ilanıyla, siyasal istikrarsızlık had safhaya çıktı. Fark içeren sonuçlara rağmen ekonominin geleceğine dair bir iyimserlik yaratmadı.

Trump'ın Erdoğan ile kavgası bunların üzerine geldi. İki bakana yaptırım ve demir-çelik sektöründe ek gümrük tarifleri ilan eden ABD'ye göre Türkiye "ulusal güvenliği tehdit eden" devletlerden biri oldu.

Bu kavganın merkezinde Pastör Brunson duruyor gibi gözükse de arka planda Rusya'dan S-400 füze sistemlerinin alımı, Katar'a destek ve İran'la yakınlık asıl sebepler.

Yaptırımlar ve yeni yaptırım tehditlerinin, ekonomiye etkisi ise yıkıcı oldu. Trump ile Erdoğan'ın kavgası borç krizini şiddetlendirirken, iki kriz iç içe geçerek ağırlaştı.

400 milyar dolarlık borç ödemesi kapıda dururken Katar'dan gelen 15 milyar dolar hiçbir şeyi çözmez.  Türkiye'de emekçileri ABD'ye karşı "milli kurtuluş savaşına" katılmaya davet edenler, şimdi ABD ile ilişkileri normalleştirmek, Avrupa Birliği ile düzeltmek için çırpınıyor. Çünkü Eylül ve Ekim aylarında yüklü dış borç ödemeleri var ve 2019 yılı boyunca da devam edecek.

Ne Türkiye'ye ne de başka bir ülkeye, Trump'ın yaptırımları asla kabul edilemez. Bu yaptırımların ekonomik sonuçlarını en fazla ödeyenler işçiler olacaktır.

Fakat Türkiye'yi yönetenlerin yerli-milli dedikleri çatışmacı siyaset de duvara çarpmıştır. Onlar bugün kavga ettikleri ile yarın anlaşabilirler. Fakat yarattıkları siyasi krizin büyüttüğü ekonomik krizin faturasını yine bize çıkartacaklar.

2019 bütçesi hazırlıklarında sosyal harcamaların kesilmesi ve patronların istediği acı ilacı içeren ekonomik saldırı programı bunun hazırlığı.

Mücadele

Kriz yaratan şirketler ve bankalardır, siyasi sorumlusu ise sermayenin bütün kanatlarının çıkarlarına hizmet eden Erdoğan ve AKP'dir.

Erdoğan, IMF'den çıkmakla övünse de AKP, önceki dönemde uygulanan küresel kapitalizmin ekonomik programını aynen devam ettirdi.

Özellleştirme dalgasını, küresel piyasalarla tam entegrasyonun sağlanması izledi. İşçi haklarına ve kazanımlarına yoğun saldırı uygulanırken, bankalar ve şirketler AKP döneminde devasa servetlere ulaştı.

Şimdi bu servetlere konup, zararlarını halka ödetmek istiyorlar. Eğer acı ilaca karşı koymazsak kaybeden işçiler olacak.

Milliyetçilik tam da bu zamanlarda dört bir taraftan pompalanan patronların ideolojisidir. Başarılı olduğu takdirde kazanan kapitalistler olacak.

İşimizi, ekmeğimizi, geleceğimizi savunmak için mücadele etmekten başka yol yok.

***

Türkiye kapitalizminin borç krizi

Türk lirası, bu yılın ilk sekiz ayında dolar karşısında yüzde 40 oranında değer kaybetti.

Dolar, dünya kapitalizminin temel para birimi. Yerli para birimleriyle ticaret yapanlar da hesaplamayı dolar üzerinden yapıyor. Doların yükselişi, maliyetleri ve fiyatları artırıyor.

Türkiye kapitalizminin bu yılki dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar. Bunun, 185 milyarı dış borç ödemesi. Bir yılda ödenmesi gereken dış borcun 104 milyar doları bankaların, 80 milyar doları şirketlerin, 6 milyar doları genel yönetimin ve 675 milyon doları bankaların. Dış ticaret açığının 50 milyar doların üzerine çıkmasıyla birlikte kaynak sorunu devasa bir duruma geldi.

Lira'nın her 1 kuruşluk değer kaybı bu borca 1,1 milyar liralık yük anlamına geliyor.

Dövizle borçlanan şirketlerin bu borcu ödeyebilmek için piyasadan durmadan dolar almasıyla, bankalar döviz nakit sıkıntısı çeker hale geldi. Rağbet görmeyen lira hızla değersizleşirken, azalan ve değerlenen dolar yükselmeye devam ediyor.

Liranın değer kaybedişi, dolarla borçlanıp lirayla satış yapan şirketleri ve borçlu oldukları bankaları etkiliyor. Borçların geri ödenip ödenemeyeceği, yeni borçların nasıl bulunacağı bugün yaşanan ekonomik gerilimin başlıca sebebi.

Yaşanmakta olan, birçok güncel siyasî ve ekonomik gelişmeye bağlı olarak Türkiye kapitalizminin borç sorununun kronikleşmesidir.

- 2017'de 3,1 trilyon liralık gayri safi yurtiçi hasıla elde edilirken, kapitalistlerin iç ve dış borçlar1 2,2 trilyon liraya ulaştı.

- Dev holdinglerden orta ve küçük ölçekli işletmelere, şirketlerin bankalara olan kredi borçları da 1,8 trilyon lirayı buldu.

- Bireysel borçlar, Mayıs itibarıyla 510 milyar lira oldu. 32 milyon kişi, kredi kartları yüzünden bankalara borçlu. 7 milyon kişi icralık olurken, 25 milyon kişi davalık durumda.

- Türk şirketlerinin Eylül'de 6 milyar dolar, Ekim'de 9 milyar dolar dış borç geri ödemesi gerekiyor. Gelecek yıl sonuna kadar ödenmesi gereken borcun tutarı ise 69,5 milyar dolar. Bu borcun 51 milyar doları bankalara, 18,5 milyar doları ise kapitalistlere ait.

- Hazine'nin iç borçları Haziran ayı itibarıyla yılbaşına göre 25,8 milyar lira artarak 561 milyar liraya yükseldi. Hazine'nin dış borçları ise 6 ayda 68 milyar lira arttı ve 409 milyar liraya ulaştı.

- Bugün itibari ile kamu ve özel sektörün toplam borcu, 3,9 trilyon liraya çıkmış, yani Türkiye'nin millî gelirini aşmış durumda.

- 2002'de 359 milyar lira olan iç ve dış borçlar, üç kat artarak 2009 yılında 1 trilyon lirayı aşmıştı. 2009'dan 2017'ye kadar toplam borç yine üç kat artarak 3,6 trilyona çıktı.

***

Hepimiz aynı gemide miyiz?

Ekonomik kriz dönemlerinde her zaman aynı yaygara kopar. Bir yandan patronlar, bankacılar, iş dünyasının temsilcileri, bir yandan da hükümet sözcüleri ve medya, hep bir ağızdan aynı lafları tekrarlar: “Hepimiz aynı gemideyiz. Vatanı ve ekonomiyi kurtarmak için hepimiz dişlerimizi sıkıp fedakârlık etmeliyiz.”

Bu laflar birçok kişiye mantıklı gelir. “Türkiye bir bütündür, ekonomi kötüye gittiğinde herkes etkilenir, demek ki hep beraber fedakârlık etmeliyiz.” Değil mi?

Değil. Niye değil?

Birincisi, hepimiz aynı sınırlar içinde yaşıyor olabiliriz, ama ekonomide hepimiz aynı konumda değiliz. Bazılarının büyük servetleri var, bankalarda büyük paraları var ve en kötü ekonomik koşullarda bile büyük gelirleri var. Büyük çoğunluğumuz ise, zaten kriz olmadığında bile ay sonunu zor getiriyoruz. Ayda 1500 lira alan bir işçi için fedakârlık demek aç kalmak demektir.

İkincisi, zaten krize karşı uygulanan politikalar hiçbir ülkede hiçbir zaman herkesi aynı şekilde etkilemez. Kamu çalışanları işinden atılır, patronlar atılmaz. İşçilerin ücretleri kesilir veya dondurulur, zenginlerin gelirine dokunulmaz. Devletin sosyal harcamaları kısılır, bu harcamalardan yararlanan emekçiler zararlı çıkar, patronların zaten umurunda değildir. Fiyatlar artar, evet, herkes etkilenir, ama geliri 1500 lira olan mı daha çok etkilenir, bankalarda milyonlarca lirası olan mı?

Üçüncüsü de şu: Krizin sebebi, bankaların ve şirketlerin yıllardır dolar cinsinden borç alıyor olması. Şimdi fedakârlık yapması istenen herhangi bir işçi, emekçi veya yoksul kişi herhangi bir dolar borcu aldı mı? Alınan o borçlar bize mi harcandı? Hayır. O borçları alan patronlar ve bankalar yıllarca kârlarına kâr kattılar. Kârlarını bize mi dağıttılar? Hayır. Kâr ederken iyiydi de, borçlarını ödeyemez hâle gelince mi aynı gemide olduğumuzu hatırladılar!

Aynı gemide değiliz. Borçları kim aldıysa, o borçları kullanıp kim kâr ettiyse, krizin faturasını da onlar ödemelidir. Vatan millet edebiyatına karnımız tok.

***

Antikapitalist çözüm var!

Patronların acı ilacından başka bir yol var.

Bankaların ve 500 büyük şirketin bir yıllık geliri, Türkiye'nin acil döviz sıkıntısını çözmeye yeter.

Emekçiler vergilerini tam öderken, kapitalistler bu yükü hiç paylaşmadı. Pek çok kapitalist zarar gösterip vergi vermekten kaçıyor. Erdoğan hükümeti kapitalistlerin vergi borçları ile ilgili af üzerine af çıkartıyor. Herkesten kazandığı oranda vergi alınsa, bu gelir devletin kasasını doldurmaya yeter.

Kanal İstanbul, nükleer santraller büyük israflardır. Bu tür israflardan vazgeçilirse eğitim, sağlık ve ücretlerden kesinti yapmaya gerek kalmaz.

Krizin faturasını patronlar ödesin

Liranın dolar karşısında yaşadığı hızlı değer kaybının, fakirleşmenin, kurdaki oynamaların sorumlusu işçiler değildir.

Cirosu 53 milyar 948 milyon 110 bin lira olan TÜPRAŞ’la 1063 lira asgari ücret alan bir işçi neden aynı faturayı ödesin ki?

Krizi kim çıkardıysa faturayı onlar ödemelidir!

Taleplerimiz:

- Dev şirketlerin gelirleri, borçları ödemeye yeter. Fedakârlığı holdingler yapsın.

- Herkes servetine göre vergi ödesin. Zenginler vergilendirilsin. Yoksulluk sınırının altındakilerden gelir vergisi alınmasın.

- Temel gıda ürünleri için tavan fiyat belirlensin, gıda ürünlerinin fiyatları düşürülsün.

- Temel ihtiyaç maddelerindeki KDV kaldırılsın.

- Ücretlere derhal enflasyon oranında zam yapılsın.

- Emekçilerin banka borçları silinsin! Fedakârlığı bankalar yapsın.

- İşten çıkarmalara hayır!

- Sağlık ve eğitimde, kamu çalışanları ve emeklilerin maaşlarında kesintilere hayır! Sosyal harcamalarda kesintilere hayır!

- Tazminat hakkına hiçbir şekilde dokunulmasın.

- Grev yasaklarına hayır!

- Silahlanmaya değil emekçiye bütçe!

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol