24 Haziran'da sandıktan ne sonuç çıkarsa çıksın, ekonomik kriz kapıda, işbaşına kim gelirse gelsin faturayı bizlere çıkartacağıysa açık. AKP-MHP-BBP ittifakı yenilmeli fakat işçilerin ve ezilenlerin acil taleplerini kazanmak için antikapitalist bir muhalefete ve kitlesel bir devrimci partiye ihtiyacımız var.
Seçimlerde beş dakikada kullandığımız oyla, dört yıl boyunca işbaşında kalacaklara belirliyoruz. Üstelik bu kez vereceğimiz oy, yönetim sistemini de belirleyecek. Seçimler bittikten sonraysa emekçi sınıfların elinde tek yol kalır: Kendi mücadeleleri, protestoları, grevleri.
Beş dakikalık demokrasi bu mücadelelerin gelişeceği koşulları belirlemek açısından önemli. Devrimin gerekliliğini savunan, Lenin'in deyimiyle parlamentoyu "burjuvazinin ahırı" olarak gören sosyalistler, bu yüzden seçimlerde işçi sınıfının mücadeleci kesimleriyle birlikte oy kullanır. Sandık kapandıktan sonra mücadele için en elverişli koşulun ortaya çıkması için seçim kampanyası yaparız.
Sandık kapanmadan yanımızda gözüken burjuva partileri, iş bittikten sonra emekçi sınıfları terk eder. Kapitalist toplumda gerçek iktidar parlamentoda değil, kapitalistlerin işçiler üzerindeki tahakkümünde şekillenir. Üretim araçlarının sahibi zengin ve örgütlü azınlığın tercihleri, parlamentoda belirleyici olur, işbaşına gelenler onlar için yönetirler.
Kriz ve düzen partileri
Meclisler bu yüzden ekonomik kriz zamanlarında 'kemer sıkma' adı verilen, kapitalistlerin zararını halka ödeten kararları oylar. İşbaşındaki yönetim ister muhafazakâr olsun ister seküler, "aynı gemideyiz" diyerek daha fazla fedakârlık ister. Karşısındaki muhalefetse hem kapitalistler hem de çalışan sınıfların çıkarlarını uzlaştırmak adına davranarak farklı bir çözüm önermez.
Yaklaşan borç krizi karşısında, rakip iki tutum bunun bir örneği. Kurduğu zorba düzen ve yarattıkları istikrarsızlıkla, yeterli kaynağa sahip olmayan ekonomiyi döndürecek borç bulmayan AKP, "güçlü ekonomi" vaadiyle küresel sermayenin desteğini kazanmak istiyor. Rakibinin, dünyayla kavgalı olduğu için, ekonomik krizi karşısında çaresiz olduğunu söyleyen Muharrem İnce ise kendi yönetimlerinin kolayca borç bulabileceğini söylüyor.
İster muhafazakâr ister laik olsun yönetenlerin aldığı borçların faturası her zaman işçi sınıfına ödetilir: Zamlar ve hayat pahalılığı, yeni vergiler, ödenmeyen maaşlar, işten çıkarmalar, angarya çalışma, maliyetin düşürülmesi adına iş güvenliğinin ortadan kaldırılması...
Seçimlerden sonra bu "acı reçeteye" karşı çıkacak bir muhalefete ihtiyacımız var. Borç döngüsünü devam ettirip, "kemer sıkın" diyecek olanlara karşı "daha fazla fedakârlık yok" diyecek bir antikapitalist muhalefete ihtiyacımız var.
Peki ama bu muhalefet nasıl sağlanacak?
Grev, gösteri yasakları ve işten atmalarla geçen OHAL döneminde işçi sınıfının çeşitli kesimleri, mücadeleye devam ederek kazanmayı başardı. Madeni sattırmayan Zonguldak maden işçileri, grev yasaklarını grev yaparak aşan ve ücretlerde kazanımla çıkan metal işçileri, onları takip ederek kazanan lastik işçileri gibi. Bu mücadeleleri yürüten işçi sınıfı, işyerlerinde sendikal örgütlenmelere sahiptir. Her fabrikada yürütülen mücadelede öne çıkan işçiler koordineli hareket ederek sendikaları da harekete geçirmektedir. Elde ettikleri kazanımlar ise işçilerin örgütsüz, koordinesiz, henüz mücadeleye karar vermemiş olduğu diğer fabrikaları da belirlemekte ve etkilemektedir. Örgütlü işçilerin başarısı, büyük çoğunluğun çıkarlarına dönük ortak taleplerde birleşerek, suni bölünmeleri alt etmiş olmaları.
Devrimci parti olmadan olmaz
2015 yazındaki metal fabrikalarından diğerlerine yayılan mücadele dalgasından bugüne örgütlü işçi kesimlerinin kazanımlarının dersleri, antikapitalist muhalefetin örgütlenmesinin yolunu da gösteriyor: Örgütlü işçi sınıfını kazanmak. Onun harekete geçmesi ve beraberinde örgütsüz çoğunluğu da mücadeleye katmasına yardımcı olmak.
Bunu ancak bir devrimci parti başarabilir. Dünyayı değiştiren mücadelelere yön vermiş gerçek devrimci partiler, fabrikalarda, işyerlerinde, farklı mücadele alanlarında mücadelede öne çıkmış işçi aktivistlerin siyasi koordinasyonudur.
Hazine yardımları, medya araçları olmayan aktivistlerin örgütlenmesinin yolu, bu düzeni değiştirecek gerçek çözüm önerileridir.
Devrimci parti gibi bir siyasal araca sahip olmadan, işçi sınıfı kazanamaz. 2011'deki Arap devrimleri, devrimci partinin birleştiriciliği olmadan gerçekleşen ayaklanmaların, hakim sınıflar tarafından nasıl bastırılacağını gösterdi.
24 Haziran bir sondan çok, mücadelenin önündeki engellerin aşılması için elverişli bir dönemin başlangıcıdır. Sandığı bırakmalı ve örgütlenmeye bakmalıyız.
İşçi sınıfı son sözünü söylemedi
Sadece Türkiye'de değil dünyada eli sopalı yönetimlerin kurulduğu bir dönemde geçiyoruz. Zorba yönetimler, yönetenlerin derin krizinin bir sonucudur. Karşılarında ise henüz yenilmemiş işçi sınıfları var.
Faşizm, devlet terörü, hesap vermez keyfi bir iktidarın baskıları ile tanımlanır. Bunlar sınıflı toplumların tarihi boyunca, zengin azınlığın çoğunluk üzerindeki iktidarını şiddet aygıtıyla pekiştirmek devletin temel yöntemleridir.
1930'ların dünyasında Almanya'da Nazilerin, İtalya'da faşistlerin, İspanya'da falanjistlerin kurdukları diktatörlüklerin farkı, işçi sınıfının atomize edilmiş, devletin tek tek bireyleri uzantısı haline getirmeyi başarmış olmasıdır.
İşçi sınıfının atomize edilmesi, irili ufaklı tüm kolektif örgütlenme araçlarının yok edilmesi, işçi sınıfı partilerinin dağıtılması ve yok edilmesi, giderek kendilerinden başka tüm farklı siyasal, ideolojik ve kültürel akımların yok edilmesiyle sağlandı.
Faşizm, 1918-1921'de Almanya'da, 1920-21'de İtalya'da, 1936'da İspanya'da gerçekleşen işçi devrimlerinin yenilgisi üzerine geldi. İşçi sınıfının kolektif yapısının dağıtılması ve her türden muhalefetin bastırıldığı diktatörler, bu yenilgilerin yarattığı manevi bozgun üzerine kuruldu.
Faşizmin zaferi, mücadeleci işçi kesimlerine karşı işçileşmekten nefret eden kitlelerin silahlı örgütlenmeleriyle mümkün oldu.
Bugün ne dünya 1930'lar gibi bir dönemde, ne de Türkiye'de işçi sınıfı için her şey bitmek üzere.
Hitler'e benzetilen Trump, insanların sırf siyah oldukları için polis tarafından öldürüldüğü ABD'deki koltuğunda rahat değil. Dünyadaki tüm diktatörlere cesaret ve destek veren Trump, seçildiği günden itibaren karşısında büyük bir mücadele buluyor. ABD'de aşırı sağcıların iktidarı, birçok kazanılmış hakkı gasp etse de, işçi sınıfı atomize edilmiş falan değil. Trump ve ırkçılar açık ki ilk seçimde gidecekler.
Macaristan'ın diktatörü Orban, büyük çoğunluğun oylarıyla seçildiği gün Budapeşte sokaklarında 100 bin kişi tarafından protesto edildi. Dünyada en fazla idamın yapıldığı yerlerden biri olan İran'da halk diktatörlüğe karşı ayaklandı. Katil Duterte'nin Filipinler'inde, milliyetçi Mondi'nin Hindistan'ın da despotluk varsa mücadelede de var. İşçi sınıfının zayıf ya da güçlü örgütlenmeleri, irili ufaklı sosyalist örgütleri var. Putin'in Rusya'sında her türden zulme rağmen muhalefet ayakta ve diğer ülkelerdeki gibi sırasının gelmesini bekliyor.
Sağcı ya da solcu, on yıllardır yöneten merkez partilerin çöküşü ve ekonomik kriz gibi birçok büyük sorunla karşı karşıya olan kapitalist devletler, en başta en çok korktukları şey olan emekçi sınıfların ayaklanmalarına karşı despot yönetimler dayatıyor.
Bu, faşizm gibi mutlak yenilginin yaşandığı bir duruma değil, her türden baskıya rağmen mücadelenin devam ettiği zorlu fakat devrimci fırsatların olduğu koşullara işaret ediyor.
Trump nasıl despotlara ve faşistlere cesaret verdiyse, zorbalara karşı yürütülen mücadelelerden birinin zaferi diğerlerine cesaret ve destek verecektir.
Gün, sızlanma, kara kara düşünme değil, bu büyük küresel mücadeleyi büyütme günüdür.
Volkan Akyıldırım