(Bu röportaj, AltÜst dergisinin 24. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari/)
Silahların yeniden gündemimize girdiği günden bu yana iki yıldan fazla zaman geçti: 2013-2015 arasında ölüm haberleri almadığımız, siyasal alanın genişlediği günlerin yerini yeniden ölüm haberleri almaya başladı, siyasetin alanı alabildiğine daraldı. Peki nasıl oldu da bu kadar hızlı bir şekilde çatışmasız günlerden bugünlere gelebildik? Kim, nerede hata yaptı? Geri dönüşü mümkün olmayan bir sürece mi girdik? Bu soruları hayatını barış mücadelesiyle geçirmiş, şimdi de Barış Vakfı’nın yöneticilerinden biri olan Hakan Tahmaz ile konuştuk.
Zeynep Akın: Herkesin en çok merak ettiği soruyla başlayalım istersen. Çatışmalı dönem yeniden başlamış olsa da 'Çözüm Süreci' hâlâ herkesin hafızasında taze. Dolayısıyla pek çok kişi aynı soruyu merak ediyor; yeniden silahların sustuğu günlere dönmek mümkün olacak mı, yoksa geri dönüşü olmayan bir çatışma sürecine mi girdik?
Hakan Tahmaz: Teorik olarak tabii ki masaya dönmek zorunda kalınacak. Ama yakın bir dönemde bir müzakere zemini olur mu derseniz, görünürde böyle bir şey yok. Ayrıca şunun da altını çizmek isterim, biz çözüm süreci dediğimizde doğal olarak hep 2013-2015 arasını düşünüyoruz. Ama bunun öncesi var. Oslo süreci var. Oslo süreci çok konuşmak istenmiyor nedense. Oysa o sürecin çok öğretici yanları var. Biz hem Oslo’da hem de sonrasındaki Çözüm Süreci’nde Kürt sorununu çözme fırsatını yakalamıştık. Bu fırsat da bizim, biz derken kastım Türkiye’nin bütünüdür, sigortamız olabilecek bir şeydi. Yani Ortadoğu karışacak, kaosa sürükleniyor, o zaman biz ayağımıza pranga haline gelmiş, hareket kabiliyetimizi her alanda kısıtlayan sorunda çözüm yoluna gidebilseydik, bölgedeki altüst oluştan daha az etkilenirdik. Ancak bu arayışlardan bir başarı elde edilemedi. Bunun nedenleri ayrı tartışma konusu. Ama geldiğimiz noktada, eskiden bizim sorunumuz olan Kürt sorunu artık bizim sorunumuz olmaktan çıktı.
Ankara bu fırsatı değerlendirmeyi tercih etmedi ve yeni bir yönelime girdi. Ve bu yeni yönelim Kürt sorununun aktörlerinin sayısını artırdı ve boyutunu büyüttü. Ortadoğu’nun geleceğinin bir parçası yaptı. Ya da Suriye sorununun en önemli parçası haline getirdi. Bu nedenle Suriye’de sorunun çözümünde adım atılmadan Türkiye’de Kürt sorununda ilerleme ve çözüm beklemek gerçekçi değil artık. Aktörler Suriye’de ne olacağını görmek istiyor. Kendi elinin ne kadar güçlü olduğunu görmek istiyor. Devlet Suriye’de olup bitenleri devletin beka sorunu olarak gördü ve doğal olarak bu büyük sorunu çözmeden Kürt meselesinde çözüm ya da diyalog arzusu içinde değil.
Ben aynı zamanda Barış Vakfı yöneticisiyim. Barış çalışmasıyla ömrünü geçirmiş bir insanım. Aktörler açısından durumun böyle olmuş olması bizim, yani barış isteyenlerin bu durumu olduğu gibi kabul etmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Bugün hâlâ Türkiye’nin bu politikayı terkederek kendi sorunumuzu çözmek için çaba sarfetmesi, buna yönelmesi mümkündür. Bunun için çabalamak zorundayız. Taraflar bunun için cesaretlendirilmeli, zorlanmalıdır. Ama siyasetin parlamento içi ve dışı bütün aktörleri artık burada ilerleme sağlanamayacağı gibi bir kabule sahip olduğu için barış çalışmaları neredeyse dibe vurmuş durumda.
Hem Oslo’da yaşanan bir süreçten hem de 2013-2015 arası Çözüm Süreci’nden ve tarafların bu fırsatları değerlendiremediğinden söz ettin. Siz Barış Vakıf olarak bu süreçler üzerine çalışmalar yaptınız mı? Ne gibi dersler çıkardınız bu süreçlerden?
Biz 2014’te Çözüm Süreci'nin sıkıntıya girmesiyle birlikte bu kriz nasıl aşılır diye hem uluslararası çapta hem Türkiye’deki aktörlerle konuşmaya çalışarak bir arayışa girdik. Çözüm süreci ya da çatışma çözümü denen şeyi Türkiye sivil toplumunun da siyasetçilerinin de çok bilmediğini gördük. Her şeyden önce şunu gördük: Her iki aktörün de bagajlarında başka şeyler var. Ama bütün dünyada bu zaten böyle olur. Yani tarafların çözümden anladıkları ilk başta başka şeyler olur. Süreç içinde atılan adımlarla, yapılan müzakerelerle ve alınan tedbirlerle tarafların çözümün ne olduğu konusunda ortaklaşmaları sağlanır. Bizde olmayan noktalardan biri bu. Türkiye’de aktörlerin niyeti hep sorgulandı. Yani PKK ile bu iş olur mu? Muhafazakâr AK Parti ile bu iş olur mu? Evet bütün dünyadaki çözüm süreçlerinde bir tarafta bölünme ve diğer tarafta aldatılma korkusu vardır. Ama bu korkular müzakerelerin ilk evresinde, yani ön müzakere sürecinde ortadan kalkar. Biz bunu beceremedik.
Neden beceremedik?
Aktörlerin ayrı gündemleri, öncelikleri olduğu için beceremedik, ama bunu kolaylaştıran, becermeyi sağlayan esas o aktörler dışındaki sivil toplum örgütleri, arabulucular gibi örgütler olmuştur. Yani aktörler görüşmeye başladığında eğer güçlü bir barış talebi ve sürece görüşmeleri kolaylaştıracak tarzda bir katılım varsa, o süreç daha sıkıntısız oluyor. Bizde zaten güvensizlikler üzerine kurulu olan görüşmeler, müzakereler birinci evre aşılamadan akamete uğradı. O açıdan Barış Vakfı olarak buna yoğunlaştık. Önümüzdeki dönemde Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin eksikliklerini anlatan bir rapor yayınlayacağız. Savaşa karşı gösterilen toplumsal rıza, ki sonuçları çok ağır olmasına rağmen toplum masanın dağılmasına çok çabuk rıza gösterdi, toplumsal olarak da barış isteğinin çok güçlenmediğinin göstergesidir.
Çözüm Süreci AKP’nin en çok oy almasının nedenlerinden biriydi. Ama dediğin gibi toplum çatışmaya çok hızlı rıza gösterdi. Nasıl gelişti bu süreç?
HDP 2014 yerel seçimlerinde barış sürecinin nimetlerinden yararlanarak oylarını artırdı. AK Parti de böyle. Peki hem AK Parti hem HDP bunun nimetlerinden yararlanırken neden döndüler? Çünkü Türkiye’de Kürt sorununun çözümü, barış araçsallaştırıldı.
Ne demek bu?
Barış mücadelesi ve talebi siyasetin malzemesi yapıldı, siyasetin çekişmesine, ihtiyaç ve yaklaşımına indirgendi. Örneğin biz ya da başka aktörler Çözüm Süreci devam ederken taraflara bu süreçte yapılması gereken şeyler konusunda tavsiyede bulunmak istediğimiz zaman her iki taraf da “Aman karıştırmayın şimdi, biz bu işi aramızda hallediyoruz” dedi. Niye? Tamamen siyasetten dolayı. Kamuoyu olup biteni nereden öğreniyordu? Siyasetçilerin söylediklerinden öğreniyordu. Bir mekanizma yoktu. Her iki tarafın siyasetçileri de sivil toplumu kendi yanlarında tavır almaya zorladı, arzuladı. Yani AK Parti kendi çevresindeki STK’ların kendisi gibi davranmasını istiyorsa HDP de benzer bir şey istedi. Farklı düşünen, farklı bir şey yapmak isteyen, toplumun daha geniş kesimlerinin ortak paydasını bulmak isteyenler de çözümü zorlaştıracak aktörler olarak görüldü. Halbuki dünyanın hiçbir yerinde sadece siyasî aktörler, taraflar arasında müzakerelerle barış olmamıştır. Toplumsal barışı inşa etmek, toplumun mümkün olduğu kadar evrensel değerlere dayanan ortak taleplerini, ortak barış dilini, kültürünü yaratarak, ortak yaşamı inşa ederek olur. Şimdi bizde öyle olmuyor. Barış kelimesini, çözüm kelimesini kullanmak iktidar tarafından suçlanır hale geldi. Neden? Çünkü şimdi barış zamanı değil. Halbuki barış yani yaşam hakkı insanlar için en kutsal haktır. Barış mücadelesini savaş, çatışma süreçlerinde geliştirmek, güçlendirmek gerekir. Siyasetin ihtiyacına göre araçsallaştırmak barış arayışını zorlaştırır, toplumsallaştırmaz. Sivil toplum örgütleri de siyasetin bu yaklaşımını kabul ettikleri için, siyasetin sözünün ötesinde söz üretmek mümkün olmuyor.
Bunda siyasetin olduğu kadar sivil toplumun da hataları vardı. Kürt sorununun başka ülkelerdeki çatışmalı süreçlerden farkına baktığımızda, Kürt sorununun Türkiye’nin 81 ilini kapsayan, dolayısıyla Türkiye’nin bütününde mağduriyete yol açmış bir sorun olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bütüne seslenen bir çözüm üretmek gerekiyor. Şimdi AK Parti diyor ki, ben bütünün temsilcisiyim. Türkiye’nin yarısı AK Parti'ye oy vermiyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yok. Yani benim istediğim gibi barış olsun dersen, sivil toplum örgütlerini dışlarsan, olmaz. Mesela çözüm süreci yasasında 11 tane komisyon kurulması vardır. Sadece birinde, o da eğer ihtiyaç duyulursa, bürokrasinin, hükümetin dışında, uzmanların, STK’ların devreye sokulması vardır. Komisyonların bütün çalışmaları bakanlıklara ve bürokrasiye sıkıştırılmıştı. Sivil toplumu yol gösterici, katkı sunucu değil sadece kendilerini destekleyici konumda tutmak istediler. Bunun sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.
Peki bu işi yürütenler, taraflar senin özetlediğin bu süreçleri, dünya örneklerini bilmiyorlar mıydı? Neden böyle oldu?
Bence bu işte bir alaturkalık var zaten. Benim bildiğim kadarıyla Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın masasında birçok ülkenin çatışma çözümünü içeren inceleme, araştırma dosyası vardı. Dolayısıyla bilmiyor değiller, ama biz bunda da “millî” bir çözümü tercih ettik. Halbuki dünya yeniden keşfedilmez. Tabii ki bunun kendimize özgü yanları var. Bunları dikkate alarak planlamak gerekir her şeyi. Ama deneyimlerden de yararlanmak gerekir. Biz 2014 Aralık ayında Barcelona’da barış süreçleri üzerine çalışmış Özerk Barcelona Üniversitesi öğretim üyesi ve Barış Akademisi kürsü başkanı Vicenç Fisas’ı Türkiye’ye getirdik ve çeşitli kesimlerle ve taraflarla görüştürdük. Kendisi bize bir ara “Böyle çözüm süreci mi olur? Nasıl gider bu?” dedi. Bir ülkede arabuluculuk yapıyormuş ve o ülke için “Bu süreç biterse kolumu keserim” diye iddialı laf etmiş. Bunun üzerinde biz de “Türkiye’de çözüm sürecinin geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz, nasıl görüyorsunuz ? Nasıl bir iddiada bulunursunuz?" diye sorduk, “Bırak kolumu, bıyığımı bile kesmem” dedi. O kadar emindi yani devam etmeyeceğinden.
Bizde hem siyasette hem sivil toplumda her şeyi bilen bir kültür var. Türkiye “Biz kendi yöntemlerimizle çözeceğiz” dedi, ama böyle çözülmüş bir sorun yok dünyada. Uyarılara rağmen taraflar devam etti. Mesela akil insanlar toplantıları oldu. Bunun sonucunda bir rapor çıktı. Bu raporlarda yer alan herhangi üç madde dahi uygulansaydı bugün başka bir noktada olurduk. O raporlarda yazılanları dahi uygulamadılar. Ben Beşir Atalay’a sordum, "Bunlardan hangisini yapıyorsunuz?" diye. “Değerlendiriyoruz” dedi. Bu değerlendirme Çözüm Süreci bitene kadar bitmedi. Siyaset kültürüyle bağlantılı böyle bir yanı da var diye düşünüyorum. Bilmemezlikten değil yani.
AKP’nin niyeti de çok sorgulandı. “AKP ile barış mı olur!” “Muhafazakâr hükümet barış mı ister!” gibi eleştirileri çok duyduk Çözüm Süreci zamanında. Şimdi geldiğimiz noktada da bu uyarıların doğrulandığını düşünenler var. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Çatışmanın yeniden başlaması niyetten ziyade bölgesel gelişmelerle ilgili bence. Öcalan, Çözüm Süreci’ni sürdürürken, "Bölge tam altüst olmadan önce kendi işimizi yoluna koyalım" diye düşünüyordu. Bu yoluna koyma bence yasal, tanımlanmış bir müzakere masasının kurulmasıydı. Hükümet için burada bir muamma var. Çünkü hükümetten açıklanmış bir yol haritası yok. Hükümet, ‘Şu silah meselesini halledelim, PKK’nın elinden silahları alalım, sonrasına bakarız’ diye düşünüyordu. Ama gelişmeler bu doğrultuda olmadı. Ben yukarıda senin aktardığın eleştirilere katılmıyorum. Dünyanın çeşitli yerlerinde çok değişik aktörlerle bu işler oldu. AK Parti ile de Öcalan’ın düşündüğü gibi bir süreç olabilirdi. Kesin olurdu demiyorum tabii. Ama şunu net olarak söyleyebilirim: "Ben bu seçimi atlatayım, bir iki yıl oyalayayım" gibi bir niyeti olduğunu düşünmüyorum AK Parti’nin. Çözüm Süreci’nin sıkıntıya girdiği tarih ne? 30 Ekim 2014, MGK toplantısı. 2014’ün sonuna gelindiğinde devlet Çözüm Süreci’nin eski haliyle yürütülmesini istemedi. AK Parti, 2014 yılına kadar ne yapacağını bilmiyordu, ama en azından çatışmaya dönme kararı yoktu. Savaşa dönme kararı hep olan bir siyasî hareket bazı riskleri almazdı. Mesela iki tane yasa çıkardı. Biri çözüm yasası, ikincisi çözüm sürecine katılanları güvenceye alan yasa. Bu yasalar tam olarak bizim istediğimiz gibi olmamış olabilir. Ama Öcalan bu yasalardan dolayı teşekkür etti. Biz AK Parti’nin bu işi çözmeye niyeti yoktu dediğimizde Öcalan’ın bu tutumunu sorgulamış oluruz. Sorgulanabilir tabii, ama o zaman neden ciddi risk alarak yasaları çıkardı, izah etmek gerekir.
Suriye meselesinden sonra hem AK Parti, devlet, hem de Kürt hareketi içinde yaşananlardan dolayı çözüm süreci bitti. AK Parti ile bu iş olur mu meselesi aslında biraz bu 'çözüm süreci' dediğimiz şeyleri bilmemekten kaynaklanıyor. Peki kiminle olur? Bugünkünün yerine gelecek başka bir parlamentonun çok daha demokratik olacağına dair kimse bir iddiada bulunabilir mi? Bugün muhaliflerin söylediği şu: AKParti’den kurtulmanın yolu güçlü bir merkez sağ parti yaratmak. O sağın da kimden olacağına dair işaretler var: MHP’den ayrılma, bir önceki dönem Çiller hükümetinde görev almış sayın Akşener’in başkanlığında, Ümit Özdağ’ın etkin olduğu bir parti. O çözüme daha yatkın mı olacak? Şunu mu demek istiyoruz; biz çözüm kapılarını kapatalım çünkü Türkiye’de siyaseten güçlü bir demokratik siyasi irade yok, o zaman bu savaş böyle devam etsin? Bunu demek için vicdanın körelmesi, aklın kıtlaşmış olması lazım.
Açılan en küçük kapıyı bile sonuna kadar zorlamalıyız. Ben Öcalan’ın yapmaya çalıştığının da bu olduğunu düşünüyorum. Bunda başarılı olamadık. Bunda başarılı olamamamızı ben barış konusunda güçlü bir sivil toplum olmamasına bağlıyorum. İki gün önce Kolombiya’da bir açıklama yapıldı. Peki o açıklamayı yapan kişi kimdi? On yıl önce darbe yapmaya yeltenen savunma bakanıydı, barışa karşı bir kişiydi. Bir buçuk yıl önce referandumda barış paketi reddedilen siyasî liderdi. Çözüm konusunda güçlü bir irade vardı iki tarafta da ve iyi bir mekanizma vardı. Referandumda hayır çıktığında hem devlet başkanı hem de gerillaların lideri "Biz savaşa dönmeyeceğiz" dedi. Uluslararası gözlemciler vardı. İlk referandumda hayır çıkınca ikinci referandumda bütün sivil örgütleri hükümetin arkasında durdu, yani çözümün arkasında durdular. Daha önce hayır diyenler ya da boykot edenler evet oyu verdi. Ama bizde "Bakalım Çözüm Süreci işleyecek mi, önce bir görelim" şeklinde ifade edebileceğimiz çok şüpheci bir yaklaşım var. "Biz barış için üzerimize düşeni yaptık mı?" sorusunu hiç sormadık diye düşünüyorum. Sormalıyız. STK’lar sormalı, sol, sosyalist partiler sormalı, sendikalar sormalı.
Yani sen devletin Çözüm Süreci’ne bu şekilde devam etmeme kararını 30 Ekim’de verdiğini söylüyorsun?
Evet, Kürt hareketinin Çözüm Süreci’nin bitmesiyle ilgili seçim hesaplarıyla sınırlı değerlendirmelerinin doğru olmadığını düşünüyorum. Bu sorun daha büyük bir sorun ve Çözüm Süreci'nin bitmesiyle işimiz daha da zorlaştı. Öcalan sürekli uyarıyor; bu iş uzarsa devletler, çözüm istemeyenler ve örgütler müdahale eder diye uyarıyor. Çözüm sürecinin bitirilmesinde iç meseleler tabii ki vardır, ama bence bundan daha büyük bir şey var. Beka sorunu ortaya çıktığı için (içeride özyönetim, dışarıda Suriye ve Irak) bitti süreç. Ama bu beka sorununu Kürt hareketi yaratmadı. Devlet yarattı, Kürt korkusuyla öyle algıladı.
Neden öyle algıladı?
İç sorunlar yumağı büyüdü. Hükümetin bölgesel politikaları iflas etti. AB ile sorunlar büyüdü. Komşularla sıfır sorundan herkesle sorunlu olmaya döndük. Kürt hareketinin, bütün eksikliklerine rağmen ne yapmak istediğine dair bir yol haritası vardı. Ama devlet bu hâliyle bu işin devam etmesini istemediğine karar vermişti. Devlet bir yol haritası oluşturamadı. Oluşturduysa da bunun hiçbir şekilde mevcut duruma denk düşen bir proje olmadığı ortaya çıktı. Artık bölge hiçbir zaman eskiden olduğu gibi olmayacaktı, olamazdı. Ama Türkiye hangi adımı atacağı konunda en ufak bir fikre sahip değildi.
AK Parti ilk iktidara geldiğinde yerel yönetimlerde reform yapan bir yasa hazırladı. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer yasayı veto etti. Bir daha o yasa hiç gündeme gelmedi. Cemil Çiçek diyordu ki, "Pazarda Kürtler domatesi, soğanı Kürtçe satabilir, ama elektrik faturası Kürtçe olamaz". Yani kamuyu bu işe bulaştırmayız diyorlardı. Bu konularda AK Parti de, devlet de ne yapacağına karar veremedi. Bölgede bütün beklentileri boşa çıktı. Bu Türkiye’nin öngörmediği bir şeydi. AK Parti çözüm sürecinden kendisinin güçlenerek ama Kürt hareketinin zayıflayarak çıkacağını umuyordu. Ama 2014-15 seçimlerinde gördük ki tersi oldu.
Türkiye rotasız duruma düştüğünde, AK Parti kendisini devletin asıl sahibi olarak gören Ergenekoncularla, ulusalcılarla, MHP ile anlaştı. Sadece bunlar da değil. Devletin bekası sorununda Meclis'te ve Meclis dışında çok büyük bir mutabakat var. CHP de bunun içinde. Bugün Kürt sorununu konuşmanın artık Türkiye’nin yararına olmadığını düşünen tahminlerin ötesinde bir mutabakat var. Örneğin "Hayır" kampanyasını hepimiz yürüttük referandumda. Kürt sorunu referandum kampanyalarında herhangi bir şekilde gündeme geldi mi? Hayır. Referandum döneminde Diyarbakır’da, Mardin’de yaşananlar konuşuldu mu? Meclis'in üçüncü partisinin milletvekilleri cezaevinde. "Bu olur mu?" diyen oldu mu? Dolayısıyla şimdi "Kürt meselesini konuşmanın zamanı değil. Kürtlerin ne yapacağı çok belli değil" anlayışı var. Önce AK Parti’den kurtulalım, bu konu dursun. Türkiye bugün 1929-1930’ların görüşlerini savunuyor, aynı siyaseti izliyor. O zaman da kim ne kazanırsa kazansın, ama Kürtler kazanmasın diye bakılıyordu. Şimdi de döndü dolaştı Kürtler kazanmasın da ne olursa olsun noktasına geri dönüldü. "AK Parti devletleşti" tezinin en somut kanıtı budur. Ancak bu politikaların hiçbir şansı yok. Sadece bizim iç dinamiklerimizden dolayı değil, bölgesel dinamiklerden dolayı da yok.
Peki geldiğimiz noktada Kürt hareketini nasıl değerlendirirsin? Özellikle Kürtlerin de hareketin çeşitli unsurlarına öfkeli ve mesafeli olduğu söyleniyor. Sen katılıyor musun bu tespite? Sence Kürt hareketi Çözüm Süreci’ni değerlendirebildi mi?
Kürt toplumunda da çözüm süreci ve sonrasında yaşananlar değerlendirilemedi. Kürt halkında demokratik siyasete bir kızgınlık var. Ama bu ne kadar oya dönüşür, nasıl bir kopuş yaşanır dersen, bunun göstergesi referandum. Türkiye’de bütün seçimlerinde Kürt siyaseti yüzde 6 gibi oy alırdı. Son dönemde HDP bunu ikiye katladı. Referandumda da oyunu büyük ölçüde koruduğu çok açık. Dolayısıyla buradan siyaset üretilemez. Bugünkü koşullarda kopuş beklemek yanıltıcı olur. Kürt siyasetinin tasfiyesine Kürtler onay vermez. Devlete de büyük öfke, hatta ciddi bir nefret var. Bence Kürt siyaseti çözüm sürecini doğru değerlendirememiştir. Öcalan’ın dediklerini anlamamıştır. Savaşı kentlere taşımakla yanlış yapmıştır. Bunun doğru bir siyaset olmadığını, çok büyük sıkıntılara yol açan bir sonuçla karşı karşıya geldiğimizi gördük. Barışı önemsemenin hâlâ önemli olduğunu düşünüyorum. Rojava’yı, Kobane’yi merkeze alan bir siyaset yürütmesinin stratejik olarak yanlış olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde başlayan savaşın bedelini sadece Kürtler değil hepimiz ödüyoruz. Türkiye korku cumhuriyetine dönüştü.