Bülent Aydın: “12 Eylül yaşanmasa bugün Türkiye çok farklı olurdu”

13.06.2017 - 13:50
Haberi paylaş

Bülent Aydın. 1978 kuşağından bir isim. 16 Mart Beyazıt katliamı ve 1 Mayıs 1977 katliamlarına tanıklık etmiş. Sol siyaset yapmanın bedelini 3 ay süren işkence ve 5 yıl cezaevinde kalarak ödemiş. Devlet ideolojisinin tahammülsüzlüğünü iliklerine kadar yaşamış.

Son 10 yıldır da, gazetesi Agos önünde öldürülen gazeteci Hrant Dink davasını takip ediyor; tıpkı Hrant Dink'in diğer arkadaşları gibi. Toplum vicdanını derinden yaralayan bu cinayetin aydınlatılması için çabalıyor. Çünkü geçmişte arkadaşlarını da kaybettiği katliam ve faili meçhul cinayetlerin bir daha yaşanmasını asla istemiyor.

Artı Gerçek’ten Gülten Sarı’yla konuşan Aydın kişisel tarihi üzerinden aslında Türkiye'nin de bir fotoğrafını yansıtıyor: Bitmeyen bir demokrasi mücadelesi.

Kendinizden biraz bahseder misiniz?

1975 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Maden fakültesine girdim. 1975 - 80 dönemini üniversite öğrencisi olarak yaşadım. O dönem yükselen devrimci gençlik hareketinde, okulda ve mahallelerde giderek büyüyen anti-faşist mücadele içinde yer aldım. 12 Eylül 1980 darbesine varan yıllarda İstanbul’daki büyük toplumsal olayların çoğuna da tanık oldum. 1 Mayıs 77 katliamı ve 16 Mart Beyazıt katliamı ilk aklıma gelenler.

“1 Mayıs 1977 Katliamı kanlı süreci tetikleyen bir dönüm noktası”

1 Mayıs katliamını anlatır mısınız?

O gün Taksim meydanındaydım. 41 kişinin yaşamını yitirdiği o katliamı 19 yaşında bir üniversite öğrencisi olarak yaşadım. Taksim’de ilk yasal 1 Mayıs mitingi Süleyman Demirel’in AP hükümeti zamanında 1976’da yapıldı. İşçi sendikaları ve öğrenci derneklerinin oluşturduğu coşkulu bir kalabalık vardı. O yıl da 1 Mayıs’a karşı milliyetçi çevreler ve sağ basında provakatif kampanya yapılmıştı. Ertesi yıl yine Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’in öncülüğünde Taksim’de yapılacak 1 Mayıs için günler öncesinden hazırlıklar başlamıştı. Sağ basında da “Komünistler İstanbul’u işgal edecek”, “Taksim’de kan dökülecek” başlıkları atılıyordu. Örgütlü işçilerin, emekçilerin, gençlik örgütlerinin, devrimci grupların büyük kalabalıklar halinde katıldığı kortejlerin 3 ayrı koldan yürüdüğü ve Taksim meydanının hınca hınç dolduğu bir gündü. Sabahın erken saatlerinden itibaren ben de Beşiktaş’tan Yıldız’a doğru uzanan kortejdeydim. Akşam saatlerinde ancak Taksim meydanına geldiğimizde alanda yüz binler vardı… Taksim meydanı tamamen doluydu. Ben Taksim anıtının meydana bakan tarafında yeşilliklere yakındım.

DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşma yapıyordu. Önce Elmadağ girişi tarafından birkaç el silah sesi duyuldu, belli belirsiz bir dalgalanma oldu. Hemen sonra, yüksekten seri otomatik silah atışlarıyla alanda tam bir panik yaratıldı. Tam karşımızda sular idaresi üstünden ve Meydana bakan İntercontinental otelinden ateş ediliyordu. Önce çömelip ve yere yatıp korunmaya çalıştım. Yeşilliklerin yaprakları başıma düştü. Sonra arkadaşlarımla birlikte paniği önlemeye çalıştık. Mümkün olmadı. Çünkü silah sesleri kesildikten hemen sonra alana giren polis panzerleri sirenler çalarak kitlenin üzerine sürüldü ve meydanın çeşitli köşelerinde, arka sokaklarda ses bombaları patladı. Kürsünün olduğu tarafa, şimdi Gezi Parkı merdivenlerinin olduğu yere doğru sürüklendiğimi hatırlıyorum. Kürsüden de paniği önlemeye çalışan konuşmalar yapılıyordu. Alandan kitle büyük oranda çekilmiş ama yerde yatanlar da vardı. Bazısını ayağa kaldırdık. Bu sırada asker ve polis alana girdi. Harbiye yönüne doğru yürüdüm. Alanın diğer tarafından Kazancı yokuşunun bulunduğu yerde o birkaç dakika içerisinde 30’dan fazla insanın sıkışıp boğularak öldüğünü, kurşunla veya panzerle ezilerek yaşamını yitirenlerin olduğunu olaydan saatler sonra ancak öğrenebildim. Bu büyük provokasyon sonraki kanlı süreci tetikleyen önemli bir dönüm noktasıdır. Ne soruşturması tamamlandı ne failleri ortaya çıkarılıp yargılanabildi.

“Morga haftada birkaç kez arkadaşlarımızın cenazesini almaya giderdik”

Beyazıt katliamına da tanıklık ettiniz galiba?

Evet. 16 Mart 1978 günü Beyazıt meydanındaydım. Meydanın bir arkasındaki öğrenci yurdunun önünde, İstanbul Üniversitesindeki devrimci arkadaşların okul çıkışını beklerken büyük bir patlama oldu. Bütün Beyazıt’ı sallayan sesin ardından meydandan yükselen bulutu ve havalanan binlerce güvercini gördüm. Biz yurttan meydana doğru koşmak isterken, meydandan aşağı kumkapı yönüne koşan polis ve faşistlerle karşılaştık. Okul çıkışı devrimci öğrencilerin üstüne bomba atılmış ve ateş edilmişti. 7 üniversite öğrencisi öldü. 50’den fazla yaralı vardı. Katliamı protesto etmek ve ertesi gün yapılacak cenaze için İstanbul’daki tüm üniversiteler ve liselerden gelen öğrencilerle merkez binaya girdik. Kapıları kapatarak üniversiteyi işgal ettik.

Bülent Ecevit’in koalisyon hükümeti dönemiydi. Gece geç vakit hükümetten biri görüşmeye gelmişti. Sabah on binlerce kişilik bir kortejle Merkez binadan çıkıp Sirkeci’ye doğru cenazelerimizle birlikte yürüdük. 16 Mart Beyazıt katliamı 12 Eylül'e kadar varan sürecin önemli taşlarından birini oluşturdu. Saldırının failleri resmi güçlerin korumasında kendilerine ülkücü diyen faşist milislerdi. Ardından üniversitelere yönelik saldırılar daha da arttı. Aydınlara suikastlar yapıldı. Kahvehaneler tarandı, kitlesel katliamlara girişildi. Birçok arkadaşımız hayatını yitirdi bu saldırılarda. Gülhane parkı girişinin karşısındaki şimdi fakülte binası olarak kullanılan morg binasının önüne haftada birkaç kez arkadaşlarımızın cenazesini almak için gittiğimiz olurdu. Alayköşkü Caddesinden Sirkeci’ye doğru ardından yürüyüşle arkadaşlarımıza veda ettiğimiz yer haline geldi orası.

16 Mart katliamı da nicesi gibi aydınlatılmadı. Yapanlar ve yaptıranlar yargılanıp cezalandırılmadı. Araya 12 Eylül dönemi girdi. Yıllar sonra yeniden görülen davanın bir duruşmasında dönemin içişleri bakanının davayı sürdüren avukatlara “kurcalamayın fazla bunu çözemezsiniz, o defter kapandı” dediğini anımsıyorum. O avukatlar arasında hukuk öğrencisiyken katliamdan yaralı kurtulmuş olanlar da vardı.

“Yaşantımız bir daha eskisi gibi olmadı”

Bu katliamlara tanıklık etmenin hayatınızda nasıl bir etkisi oldu?

Bu katliamların ve daha nicesinin sorumluları hep cezasız kaldı. Oysa bu katliamlardan sonra ne ülke ne bizim yaşantımız bir daha hiç eskisi gibi olmadı. Bunlar uluslararası bağlantıları da olan devlet içinde yuvalanmış karanlık odakların toplum mühendisliğiyle ülkedeki toplumsal gelişmelere müdahale ettiği provokasyonlardı. Aydınlatılamamasının nedeni bu çetelerin köklerinin devletin derinliklerinde yer almasıydı. 12 Mart darbesinin ardından gelen 70’li yıllar, toplumsal muhalefetin yeniden ve hızla yükseldiği dönemlerdi. Yani işçi hareketinin, öğrenci gençlik hareketinin, demokratik Kürt muhalefetinin yükseldiği, toplumun her kesiminin yaygın olarak örgütlendiği yıllardı. Polislerin bile devrimci örgütü vardı. Ekonomik ve demokratik talepler yüzbinler tarafından alanlarda dillendiriliyor, işçiler grevleriyle, öğrenciler eylemleriyle hak arıyordu.

İTÜ’de de sık sık demokratik, akademik taleplerimizle eylemler yapardık. Okula ve öğrencilere yönelik faşist saldırıları topluca protesto ederdik. Bu saldırılarda kaybettiğimiz arkadaşlarımız oldu. 78 döneminde yaklaşık 14 bin öğrencisi olan üniversitede 10 bin kişi ile Taksim'e yürüdüğümüzü hatırlıyorum.

“12 Eylül yaşanmasa bugün Türkiye çok farklı olurdu”

1980 darbesi hayatınızı nasıl değiştirdi?

12 Eylül öncesi dönemde faşist saldırılarla muhalefet parçalanıp sindirilmeseydi ve ardından tezgâhlanan 12 Eylül darbesi gerçekleştirilmeseydi Türkiye bugün çok daha farklı bir ülke olabilirdi. 12 Eylül öncesi mücadele yıllarını yaşayanlar, bugün aradan 40 yıl geçmesine rağmen o günleri unutamıyor. Çünkü bir daha o derece coşkulu, yaygın ve kitlesel eşitlik, özgürlük, demokrasi mücadelesi yükselemedi Türkiye'de. 12 Eylül sonrası dönemde cezaevlerinde ve dışarıda askeri darbe uygulamalarına karşı direnenler de yaşadıklarını hiç unutmadı. 12 Eylül’ün zorbalıkla kurduğu anti-demokratik sistemin bugün bile etkisini sürdürdüğünü görüyoruz.

“Anayasal düzeni ortadan kaldıran darbecilerdi”

Biz o dönemin devrimci gençleri 12 Eylül darbesi ile birlikte yürütülen operasyonlarla işkenceden geçirildikten sonra askeri tutukevlerine doldurulduk. Binlerce kişilik davalarda yıllar boyu yargılandık. Uygulamaların hiçbir hukukiliği yoktu. Haziran 1981'de gözaltına alınıp tutuklandım. 1986 yılının ortalarına kadar İstanbul'un Hasdal, Sultanahmet Cezaevi, Sağmalcılar Özel Tip ve Metris Cezaevinde tutuklu kaldım. Büyük bir toplu davada yargılandım. Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlaması ile sıkıyönetim mahkemelerinde idam istemiyle yargılandık. Yüzlerce insana idam cezası verildi. 1980-84 arasında 50 kişi idam edildi. Oysa Anayasayı ortadan kaldıran, hukuk devletini ve tüm toplumsal hakları ortadan kaldıran biz değildik, darbecilerdi.

Uzun yargılama süreci sonucunda ağır hapis cezaları verildi. Bunların bir kısmı sonraki yıllarda düştü bir kısmı beraatle sonuçlandı. Bana mahkeme 10 yıl ceza verdi. 12 Eylül döneminde Türkiye'nin her yerinde yüzlerce askeri tesis, okul ve devlet binaları tutukevi haline getirilimişti. Bunların hepsinde, başta Diyarbakır, Ankara Mamak ve İstanbul Metris cezaevleri olmak üzere ağır baskı koşulları, eziyet ve işkence vardı. Cezaevlerinde yaşamını yitiren çok sayıda arkadaşımız oldu. 12 Eylül döneminde gerek cezaevinde gerek işkenceli sorguların yapıldığı emniyet binalarında yaşadıklarımız ve tanık olduklarımız aradan bunca yıl geçmesine rağmen bugün de içimizde aynı ağırlıkla yaşamaya devam ediyor.

“Polisin eline düşüp de işkence görmeyen yoktu”

İşkence de gördüğünüz cezaevi yıllarınızı anlatır mısınız?

Türkiye'de cezaevlerinde insan hakkı ihlalleri her zaman çok yüksek oldu. Bugün de bunlar yaşanıyor. Fakat 12 Eylül döneminde yine ondan farklı olsa da 12 Mart döneminde yani darbe  dönemlerinde hukuk ve insan hakları darbeciler tarafından rafa kaldırıldığı için ihlaller çok daha ağırdı. Emniyet siyasi şubelerde ve sorgu merkezlerinde 12 Eylül döneminde yaşananlar ise olsa olsa Nazi döneminde yaşananlarla mukayese edilebilir. İşkence çok yaygındı ve emniyete düşüp de şu veya bu oranda kendisine işkence yapılmamış hiç kimse yoktu. Cezaevleri aslında bir toplumun aynasıdır. Çünkü muktedirler en gaddar yüzlerini siyasi muhataplarına karşı cezaevlerinde gösterirler. Bütün arkadaşlarım gibi ben de gözaltına alındıktan sonra günlerce siyasi şubede tutuldum ve işkence gördüm. İki kez cezaevinden tekrar emniyete götürülerek baskı ve eziyete maruz kaldım. O dönemde darbeciler tarafından gözaltı süresi 90 güne kadar çıkarılmıştı ve aslında gözaltında olanlar için bu sürenin her günü işkence ve eziyet demekti. Cezaevlerinde ise, tümünde aynı ölçüde olmamak üzere, dönem dönem ağır baskı ve işkence uygulandı. Ziyaret yasağı, havalandırma yasağı, mektup ve kitap yasağı, avukat yasağı, çıplak arama, hücre cezası, askeri kurallara zorlama ve tek tip elbise gibi genel uygulamaların tüm dönem boyunca devam ettiğini söyleyebilirim. Maalesef bugün de cezaevlerinde giderek 12 Eylül uygulamalarına özenildiğini duyuyorum.

5 yıl sonra cezaevinden “sakıncalı” olarak çıktım

Cezaevinden çıktıktan sonraki hayatınız zor oldu mu?

Cezaevinden çıktıktan sonra hepimiz yeni baştan bir hayat kurmak ve tutunmak durumunda kaldık. Çünkü kimimiz sağlığını yitirmiş, eğitimimiz yarım kalmış, çalışanlar işten atılmış, tümümüz "sakıncalı" olarak fişlenmiş, bazılarımız ailesini kaybedip yalnız kalmıştı. İnfaz yasasında yapılan değişiklikle serbest bırakılanlar yine ceza tehdidi altındaydı. Bir kısmımız sürgün cezası almıştı ve çoğumuz zorunlu askerlik için cezaevinden askeri birliklere teslim edilmiştik. Ben tekrar okula dönüp eğitimime devam etmek istedim fakat yaş sınırı nedeniyle bu mümkün olmadı. Daha sonra askere alındım ve askerlik sonrası çalışmaya başladım. Aynı süreçleri yaşamış arkadaşımla evlendim.

Çoğumuz 90’lı yıllardan itibaren barış, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde yer aldık. Tartışma süreçleri yaşandı. Demokratik siyasi partiler kuruldu. Seçim çalışmaları yapıldı. Barış kampanyalarında, savaş karşıtı harekette, toplumsal adalet mücadelesinde yer almaya devam ettik.

Liberal patronun “komünist” tercihi

Medyaya nasıl adım attınız?

1989’da yeni kurulan bir gazetenin reklam bölümünde grafiker olarak çalışmaya başladım. Zaten bizleri kamu kurumlarında işe almıyorlardı. Özel kurumların çoğunda da adli sicil kaydı engeli çıkarıyorlardı. Cezaevinden çıkan siyasi tutukluların bir kısmı o dönemde büyük kentlerde giderek artan sayıda yayınlanan gazete ve dergilerde iş bulmuştu. Bunların bir kısmı köşe yazarlığı ya da yazı işleri yöneticiliği yapmaya da başlamıştı. İşyerinde patronlarla yaptığım bir sohbette, "Bizim görüşlerimizi beğenmiyor, küçümsüyorsunuz ama eleman ararken de önce solculara, sosyalistlere bakıyorsunuz, neden" diye sormuştum. Yanıt olarak şöyle dendiğini hatırlıyorum: ”Eleman ararken önce bakıyoruz etrafta hapisten yeni çıkmış komünist var mı diye. Çünkü en okur-yazar onlar, en çok onlar çalışıyor. Bizimle maaş için pazarlık yapmıyorlar, üstelik haklarını istemesini de bilmiyorlar”… Böyle bir dönem de oldu 12 Eylül sonrasında.

Gezi Parkı eylemlerinin ardından basında işten çıkarmalar döneminde Ağustos 2013’te emekli oldum.

Halka karşı suçlarda cezasızlık

Tanık olduğunuz katliamlar aydınlatıldı mı?

12 Eylül öncesi dönemden kalan bazı büyük davalar 12 Eylül sonrası dönemde devam etti. Toplu siyasal davaların yanında örneğin 16 Mart Beyazıt Katliamı davasını ben de takip etmeye çalıştım. Şimdi olmayan Sultanahmet Adliyesinde sürüyordu bu dava. Basının, davayı izleyenlerin, avukatların bütün çabasına rağmen zaman aşımı ile kapatıldı.

Türkiye'de geçmişte yaşanmış katliamların, insanlık suçlarının, siyasi cinayetlerin büyük çoğunluğu aydınlatılmadı ve gerçek suçlular yargılanmadı. Zaten bu olaylarda adı geçen ya da fail olarak yargılanan kamu görevlileri için adeta bir "cezasızlık" prensibi her zaman geçerli oldu. İdari makamlar halka karşı suç işlemiş, karanlık tertiplerin içinde olmuş devlet görevlilerinin yargılanmasına genellikle izin vermediler. Yasal mevzuat da başından beri buna uygun düzenlenmiş.

Uzun süreçlerde ve büyük zorluklarla yargılanan bazı kişiler ise çok hafif cezalarla kurtarıldı. Maalesef bu geleneğin de bugün hala sürdüğünü görüyoruz.

Hrant Dink cinayeti

Hrant Dink cinayeti davasını 10 yıldır takip edenlerdensiniz. Hrant'ın Arkadaşları'nın talepleri nelerdir?

Davasının takipçisi olduğumuz Hrant Dink cinayeti de bu ülkenin geleceğini karartan tertiplerden birisidir. 19 Ocak 2007’de işlenen cinayetin üzerinden 10 yıl geçti, tetikçilerin yargılanmaya başlamasından itibaren de neredeyse 10 yıl geçti. Henüz bu cinayetin gerçek suçluları yani "öldür" emri verenler yargılanmış ve cezalandırılmış değil.

Kendisine "Hrant'ın Arkadaşları" diyen ve içinde benim de olduğum bu davayı takip edenlerin yıllardır mahkeme önlerinde sürdürdükleri adalet nöbetinde söyledikleri "Hrant için adalet için” ve “öldür diyenler yargılansın" talepleri bugün de geçerli.

“Dokunduğu her kişide iz bıraktı”

Hrant Dink'in uğruna mücadele ettiği değerleri ve kurduğu Türkiye hayalinden bahseder misiniz?

Hrant Dink tanıştığı ve dokunduğu her kişiyi etkilemiş bir insandı. Sadece kendi halkı için değil herkes için barış ve adalet mücadelesi veren bir kişiydi. Bir arada yaşam, barış, eşitlik, özgürlük ve demokrasi talepli tüm mücadele ve kampanyaya katılan bir insandı.

Hrant Dink, 1996’da kurup yönettiği Agos Gazetesini, Türkiyeli Ermenilerin sorunlarını anlatmanın yanı sıra herkese açık özgürlükçü ve demokratik bir platform haline getirmişti. Başta demokratikleşme, barış, azınlık hakları, çoğulculuk ve geçmişle yüzleşme olmak üzere Türkiye'nin bütün önemli meseleleri Hrant Dink’in gazetesinde yazılıp çiziliyordu. 2004 Şubat ayında Agos’ta yayınladığı Sabiha Gökçen ile ilgili haber ardından hedef haline getirildi. Haberin Hürriyet gazetesinin manşetine taşındığı gün Genelkurmay sert bir bildiri yayınladı. Valiliğe çağrıldı ve uyarıldı. Tehdit edildi suç duyurusu yapıldı. Daha sonra yazdığı bir yazıdaki bazı cümleler cımbızlanarak açılan davada “Türk Düşmanlığından” mahkum edildi. Gazetesinin önünde ırkçı gösteriler yapıldı. Yeni davalar açıldı. Mahkeme önlerinde tehdit edildi. Saldırıya uğradı. Giderek büyüyen o tehdit atmosferinde yaşadıklarını Hrant Dink bir yandan gazetesinde yazıyordu. Bir yandan da mücadelesine devam ediyor, sözünü söylemekten sakınmıyordu. Bir güvercin tedirginliğinde olduğunu söylemişti ama “bu ülkede güvercinlere dokunmazlar" demişti. Fakat öyle olmadı. Gazetesinin önünde öldürüldü.

“Tetikçi, Hrant’ın yüzünü görse, sesini duysa onu öldüremezdi”

Dink cinayetinin aydınlatılması topluma nasıl bir mesaj verecek?

Hrant Dink'in önce düşmanlaştırılıp adeta toplumsal bir lince uğratılıp daha sonra öldürülmesi bütün toplumu derinden sarstı. Bunu cenaze töreninde gördük. O güne kadar İstanbul'da benim gördüğüm en büyük yürüyüştü. Yüz binlerce insan “Hepimi Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz” diyerek Agos’un önünden Yenikapı’ya kadar yürüdü. Bu topraklarda daha önce görülmemiş birşeydi. Yani Hrant Dink, yaşarken olduğu gibi ölümüyle bile bu toplumu derinden etkilemiş bir kişidir.

Ben şuna inanıyorum: Arkasından yaklaşıp onu vuran tetikçi, eğer karşısından gelip onun yüzünü görse, gözlerine bakıp sesini duysa Hrant Dink'i öldüremezdi. Çünkü Hrant Dink, sadece yüz yıllık karanlığa gömülmüş hakikatleri seslendirmesiyle değil, aynı zamanda insanlarla kurduğu sıcak ilişki ve onlara içten dokunuşuyla da benzersiz ışığı olan bir insandı.

10 yıldır her yıl 19 Ocak günü vurulup düştüğü yerde on binlerce kişiyle Hrant Dink'i anmaya ve ona kulak vermeye devam ediyoruz. 10 yıla yakın bir süredir devam eden davanın her duruşmasının öncesinde adalet nöbetinde buluşup davayı ve duruşmaları izliyoruz. Sosyal medyayı da kullanarak davayla ilgili kamuoyunu bilgilendirmeye çalışıyoruz.  Bütün bunları yapmaya devam edeceğiz çünkü bütün toplumun gözü önünde ve onu koruması gereken kamu görevlilerinin dahliyle işlenen Hrant Dink cinayetinin daha öncekiler gibi karanlıkta ve cezasız kalmasına razı değiliz.

Bu davayı ilk gününden beri takip edenlerden birisiyim ben de. Çünkü gençliğimden itibaren bu toplumun çok değerli aydın insanlarının karanlık cinayetlere kurban gittiğini yaşadım ve gördüm. Hrant Dink cinayeti hazırlanışı ve işlenişiyle ve arka planındaki yüz yıllık karanlıkla hepsinin toplamı gibidir benim gözümde. Hrant Dink’i andığımız 19 Ocak’larda Agos’un önünde yıllar boyu siyasi cinayetlerde yitirdiklerimizin yakınları da da vardır ve onları da anarız bir şekilde.

“Hrant Dink, düşmanlık duvarında gedikler açıyordu”

Dink yaşasa neler farklı olacaktı bugün?

Hrant Dink Türk ve Ermeni halkları arasında örülmüş düşmanlık duvarında gedikler açıyordu. Halklar geçmişte yaşanan acıları konuşarak iyileşsin, bunlarla yüzleşsin istiyordu. Türkiye ve Ermenistan arasında iyi komşuluk ve barışın tesisi için olumlu adımlar atılmasını istiyordu. Hrant Dink bu ülkedeki halkların tarihle yüzleşerek bir arada barış içinde yaşamalarını istiyordu.

Eğer Hrant Dink öldürülmeseydi onun gündemleştirdiği konuşma ve yüzleşme süreci belki de barış ve birarada yaşam için adımlar atılmasına yol açacaktı. Bu yarım kaldı.

“On yıl oldu, dava yeniden başlıyor”

Cinayetten 3 ay sonra açılan davada çeşitli aşamalar oldu. Önce sadece tetikçilerin yargılandığı duruşmalar müsamere gibiydi.  5 yılda görülen 25 duruşma sonunda skandal bir kararla sonuçlandı. Karar bozulurken cinayette ihmal ve sorumluluğu olan kamu görevlilerinin yargılanmasına izin verilmiyor hatta terfi ediyorlardı. 2010’da kesinleşen AİHM kararıyla Türkiye mahkûm oldu ve resmi makamların sorumluluğu tescillendi.  Verilen soruşturma izinleriyle cinayete karışmış veya ihmali görülen kamu görevlilerinin yargılanması mümkün oldu. 1,5 senedir bu süreç devam ediyor. Önümüzdeki günlerde en baştan beri bu davada yargılanması gereken jandarmalar da bu davaya eklenecek ve dava yeni bir boyut kazanacak. Ama bütün bunların 10 yıl sonra ortaya çıkıyor olması zaten adaletin neresinde olduğumuzu gösteren bir durum.

Hrant Dink bir anlamda bugün de yaşıyor. O nedenle her yıl onu anmaya Agos Gazetesi'nin önüne on binlerce kişi geliyor. Binlerce insan kendisini “Hrant’ın Arkadaşları”ndan sayıyor, davasını takip ediyor. Hrant Dink'in değindiği meseleler bugün de can yakıcı sorunlar olmaya devam ediyor. Bu dava sonunda elbette Hrant Dink geri gelmeyecek fakat kökü devletin derinliklerinde olan bir cinayet şebekesinin ortaya çıkarılmasını bekliyoruz. Sadece tetikçiler değil Hrant Dink'in öldürülmesine giden yolun taşlarını döşeyen, bu cinayete yol veren, bu cinayette ihmal ve kusuru olan herkesin cezalandırılmasını bekliyoruz. Bu kişiler neredeyse 1 yıl önceden Hrant Dink’in nasıl ve kimler tarafından öldürüleceğini biliyordu ve üstelik onu korumakla yükümlü olan kişilerdi.

Bültene kayıt ol