DEMOS Araştırma Merkezi, ihraç edilen akademisyenler Can Irmak Özinanır ve Nur Betül Çelik ile röportaj yaptı.
Tuncay Şur'un yaptığı röportaj sunuşuyla birlikte şöyleydi:
1 Eylül 1960 tarihinde Fransa’nın Cezair’de yürütmüş olduğu kolonyal işgale karşı Fransa’da entelektüel bir manifesto yayımladırlar. Aralarında Simon de Beauvoir, Jean Paul Sartre gibi isimlerin de imzasının olduğu manifesto söyle diyordu; “…Utanç verici bir teslimiyet halini aldığında makbul vatandaşlığın ne gibi bir anlamı olabilir ki? Hizmetin reddinin kutsal bir görev haline geldiği, ‘vatan hainliğinin’ korkusuz bir hakikat saygısı anlamına geldiği zamanlar yok mudur?…” Manifestoda tarif edilen zamanlardan geçmediğimizi kim iddia edebilir ki? Türkiye’de devletin Kürtlere karşı yürüttüğü başka türlü bir kolonyal savaşa iki binden fazla akademisyen “bu suça ortak olmayacağız” diyerek tepki gösterdi ve 121’ler manifestosunda tarif edildiği gibi “utanç verici bir teslimiyeti” reddettiler. Tam da bu yüzdendir ki iktidar için artık “makbul vatandaş” olmaktan çıktılar.
Can Irmak Özinanır
Geçen yıl Ocak ayında barış imzaları açıkladı, birkaç gün sonra Erdoğan konuştu ve hemen işten atılmaya başladı bir grup arkadaşımız ve bizim hakkımızda da soruşturmalar başlatıldı. 10 Şubat, birkaç gün önce Cebeci kampüsü abluka altındayken, bizim gidip Ankara Üniversitesi’nde ifade vermememizin yıl dönümü idi. OHAL ilanından sonra bekliyorduk zaten. Çünkü hukuki yollarla atamıyorlardı aslında çünkü geri dönüş yolumuz açık olacaktı bu durumda, bunu engellemek için KHK’lara başvurmaya başladılar. İktidarın barış imzacıları ile bir derdi var. Şunu hatırlayalım, biz imza kampanyamızı açıklamadan bir gün önce Ayşe Öğretmen isminde bir öğretmen Kanal D’de canlı yayında çocuklar ölüyor demişti ve onun da yarattığı bir etki var. Dolayısıyla savaşın yarattığı etkiyi, hakikati göstermek isteyen herkesle bir alıp veremediği var iktidarın. İktidar bilgi tekelini elinde tutmak istiyor, savaş barıştır demek istiyor 1984 romanında olduğu gibi bir şey yapmak istiyor, tüm uğraş bunun için.
Üniversiteler nasıl bir sınav verdi/veriyor tüm bu saldırılar karşısında?
Ben çok ciddi bir dayanışmanın olduğu kanaatindeyim. Öncelikle öğrenciler, sinemacılar, gazeteciler gibi kesimlerce birçok destek amaçlı imza kampanyaları yapıldı, biz de bu suça ortak olmuyoruz diye. Ancak kurum içinde beklentimizin olduğu meslektaşlarımızın bize sırtını döndüğü de çok oldu. “Biz imza ile kahraman mı oldunuz” diyenler oldu ki böyle bir iddiamız hiç olmadı. Dolayısıyla bize sahip çıkmayan meslektaşlarımız aslında akademik özgürlüğe ve dolayısıyla kendi mesleklerine sahip çıkmadılar, bize değil.
Bu son sürecin bir kırılma yaratma potansiyeli var mıdır?
10 Şubat bence bir kırılma yarattı, bizim amacımız okula girmek birtakım etkinlikler yaparak “Hayır Gitmiyoruz” demekti ancak iktidarın tepkisi kapıya polis yığarak bizi okula almamak oldu. Bu daha önceki bazı toplumsal süreçlerde yaşandığı gibi bir çıkış yarattı, yaratma potansiyeli var. Ben o gün okula alınmayanlardandım, polis bizi Kızılay’a kadar sürünce aslında Kızılay’a kadar bir yürüyüş yapmış olduk ve aslında OHAL koşullarında bu yürüyüşü yaparak ciddi bir esneme yaratmış olduk, yeni bir yol açılmış oldu. Bizimle birlikte diğer okullarda da eylemler yapılmaya devam ediyor. Dolayısıyla “Hayır Gitmiyoruz” sloganı bir hareketin sloganı haline geldi bu üniversiteler açısından ve toplumsal açıdan da umut vadediyor. Ancak bunun nereye gideceğini bilmiyoruz, binlemeyiz ama önemli bir şey olduğu ve havada bir değişim yarattığı kesin.
Bugünden bakınca barış çağrısının anlamı ne idi?
Kürt halkının ezilmesi ile akademi arasında çok ciddi bir ilişki olduğunu biliyorduk ama şunu da daha net gördük, savaş koşullarında yaşadıklarımızla barış koşullarında yaşadıklarımız arasında dağlar kadar fark var. Barışa ekmek kadar su kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha gördük. Barışı talep etmeseydik mesleğimizi zaten sürdüremeyecektik. Barış talep etmeden akademik özgürlük savunulamaz, barış talep etmeden çalışmalarımıza devam edemeyiz. Elbette herkes bu metne imza atmak sorunda değil, farklı şekillerde barış talep edebilir herkes ama barış talep etmeden mesleğimizi sürdüremeyiz. Bu talep hala çok acil, çok önemli ve biz barışı kazanmak istiyoruz temelde. İşlerimize elbette geri dönmek istiyoruz ama barışın tesis edildiği bir üniversiteye dönmek istiyoruz biz o yüzden de hala bu talebimiz geçerli.
Nur Betül Çelik
Barış imzacısı akademisyenler bildiriden hemen sonra çeşitli biçimlerde “cezalandırılmaya” başlandı ve görünen o ki bugün kitlesel bir biçimde devam ediyor, o çağrının anlamı ne idi, neden bu kadar rahatsızlık yarattı?
Barış akademisyenlerinin bir yıl önce, aslında tam bu tarihlerde-yani imza attıktan bir yıl bir ay sonra atıldık sanırım-elbette barış akademisyenlerinin başlattığı bir hareket var. Akademiye dikkatleri çeken, akademideki muhaliflerin uzun zamandır belki tasfiyesi düşünülüyordu ama bu hareket toplumda özellikle bu etnik kamplaşmanın bir biçimde bir meşruiyet sağlayacağı düşüncesini politik olarak beslemiş olabilir. Burada hükümetin yapacağı her şeyde, bir meşruiyet devşireceğine dair belli ki bir inancı var ve burada yalnız değil. Özellikle CHP tabanının bir bölümün, CHP içinde farklı düşünenlerin olduğunu biliyoruz ama CHP hayır derken bile HDP’nin adını ağzına almaktan imtina ediyor genel başkan düzeyinde. Oradaki milliyetçi damarın, bir meşruiyetin devşirilmesinde kullanıldığını düşünüyorum. Bunun da barış için akademisyenler üzerinden daha kolay yapılabileceğini gördü hükümet. Bir de şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum, üniversiteler hakikaten genellikle muhalefetin her zaman var olduğu ve kolay kolay susturulamadığı yerlerdir. Özellikle Cebeci kampüsünün böyle bir konumu oldu hep, bir sembol oldu tarihi itibari ile. Gezi gibi hareketlerin yarattığı gençliğin muhalif potansiyelinin fark edildiği bir durum var. İktidar kendi hegemonyasını inşa edemediğini, iktidarının ne kadar kırılgan olduğunu sanıyorum bu günlerden başlayarak keşfetti.
Bu kampüs barış için akademisyenlerin en yoğun olduğu kampüs, bu kampüsteki barış imzacılarından 102 kişi ihraç edilmiş durumda, geriye kalan birkaç kişi de ya unutuldu ya da bir sonraki KHK ile ihraç edilecekler. Üniversite ele geçirilemeyen bir yer gibi görünüyor ve bunun her dönemde, her darbe, her otoriter rejim önce üniversitelerden başlıyor tasfiyeye. Burada barış için akademisyenler Kürt halkının yanında olduğunu gösterdikleri zaman, sanıyorum oradaki insanlık suçuna işaret ettiği zaman bu dikkatleri bir kez daha üniversitelerin üzerine çekti ve dediğim gibi hükümet buradan bir meşruiyet devşireceğini fark ettiği için bu süreci başlattı. Bu tasfiyeler üniversitelerin bütününe yayılabilir, ya da geçen haftaki tepkilerden sonra bir geriye adım ama bir süreliğine bir geriye adım planlamış olabilirler. Umarım referandum bekledikleri gibi sonuç vermez yani hayır kazandığı takdirde buradan başka türlü bir dönüş, başka türlü bir siyasal ortam içinde kendimizi bulabiliriz.
Akademideki tasfiyeler (ki barış metninden sonra başladı) karşısında üniversiteler nasıl bir sınav verildi sizce?
Üniversiteler tüm bu süreç boyunca iyi bir sınav vermediler. Ben özellikle eleştirel geleneğin çok yerleşik olduğunu varsaydığımız bir fakültede çalışıyorum (dum), çok uzun zaman geçirdim bu fakültede, kendimi ait hissettiğim bir kampüstü Cebeci kampüsü. Ama ben burada iyi bir sınav verildiği kanaatinde değilim, bulunduğun kuruma aidiyet başka bir şeydir, o kurumun kutsallaştırılması başka bir şeydir. Sanıyorum kurumun devletin bekası söylemine benzer bir kurumun bekası söyleminin arkasına sığınarak bizi yalnız bıraktılar. Aralarında öğrencilerim de olduğu birçok akademisyenin bir kez bile kapımı çalmadığını, ne yaşıyorsunuz hocam diye sormadığını, bunun akademik etik açısından çok problemli olduğunu söylemem lazım. Akademik etik bir mesleki dayanışma etiğidir aynı zamanda. Dayanışma bulunduğu koridorda bulunarak gösterilir, gerektiğinde arkasında durarak, sahip çıkarak gösterilir ve biz bunu görmedik. Bu anlamda üniversitenin bu ciddi sınavdan başarısızlıkla çıktığını düşünüyorum. Yıllar içinde suskunlaştırıldık ve sesimizi çıkarmadık, pek çok şeye sessiz kaldık, buna kendimi de dâhil ediyorum ve bu noktaya kadar geldik.
Bundan sonraki sürece ilişkin neler söylersiniz, buradan bir doğru bir muhalefet ümidi var mı?
Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim, bunun bir kırılma olabileceğini ve iyi değerlendirilirse buradan, bizim elimizle değil ama bizim yarattığımız bir kıvılcımla bir muhalefetin başlayabileceğine inanıyorum. Cübbelerin postallar atında çiğnenmesi aslında bizim onurumuzun çiğnenmesidir, insanların büyük bir kısmının bura razı olmayacaklarını düşünüyorum. Ancak bu her zaman bir olasılıktır, yani ben bunu bir kesin bir şey olarak söyleyemem. Politik olgular, olaylar çok çeşitli olasılıkları birlikte içerirler. Dolayısıyla buradan bu da çıkabilir tam tersine büyük bir sessizleşme ve faşizme teslimiyet de çıkabilir, gene böyle arada derede salınan bir pozisyonda da kalabiliriz. Ama ben yine de tercihimi ilkinden yana kullanmak istiyorum ve umudumu yitirmiyorum.
Biz direneceğiz, ben bir imza attım söz verdim, her zaman o sözün arkasında duracağım. Benim en büyük yaram, verdiğim sözü bir yıl içerisinde gerçekleştirebilecek eylemlerde bulunmak yerine tam tersine kendi uğradığım mobbingle baş etmek oldu. Ben bunun yarasını derinden hissediyorum. Bugün o barış metnini yeniden imzalarım, hiç kimse geri adım attıramaz. Ben o metni okudum ve sonuna kadar arkasındayım.
(demos.org.tr)