(Video) Adalet Zemini'nin “Türkiye'de adalet ve demokrasi arayışları” toplantılarındaki konuşmalar

14.02.2017 - 10:08
Haberi paylaş

Adalet Zemini'nin 4 Şubat'ta İstanbul'da düzenlediği ve yoğun ilgi gören toplantıların kayıtları yayımlandı.

AdaletZemini.org adresinde yayımlanan konuşmaların geniş özeti ve video kayıtları şöyleydi:

Açılış konuşmaları

Hidayet Şefkatli Tuksal:

Ülkemizde kutuplaşmacı bir ortam var. Fikri olarak sürekli aynı mahallede bulunmak, diğer kesimlerle empati kurmamak insanı köreltiyor, çürütüyor. Bu halin devamında ısrar etmenin sonucunda artık hayal bile kuramıyoruz. Ama bizler, iki keskin taraf arasında ortada duranlar, reddedici, dışlayıcı tavırlara itibar etmiyoruz.

Adalet Zeminini kurarken farklı mahallelerden insanlar olarak bir araya geldik. Kendi iç süreçlerimizde adil demokratik olduk. Farklı kesimlerden insanlar olarak kendi gerçekliklerimizi inkar etmeden bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Doğu Konferansı da böyle bir tecrübe idi. Adalet Zemini, bir barış, demokrasi, adalet iklimi sunuyor. Birbirimizle kavga ederek değil, hayal kurarak yaşamak, iyi şeyler yaratmak istiyoruz.

Ferhat Kentel:

Adalet Zemini olarak önemli bir tecrübe yaşıyoruz, birlikte bir dil inşa etmeye çalışıyoruz. Ülkemizin gidişatına etki etmek istiyoruz, ama kaba bir siyaset yapma amacımız yok. Son beş yıldır her mevzuda keskin tavırlar görüyoruz, daha çok soğuk savaş diline sahip bir ortamdayız. Bu dilin tarihteki Türkiye versiyonu olan İttihatçılık döneminde çok acılar yaşandı. Çok cemaatçi bir toplumuz; sağ veya sol hiç kimse kendi cemaatinden başkasının sesini duymak istemiyor.

Şimdi anayasa tartışmaları var, evet- hayır kutuplaşması içindeyiz. Halbuki böyle kutuplaşmadan da evet veya hayır diyebiliriz. Evet diyenler niye evet diyor, niye Erdoğan bu kadar savunuluyor. Belki de bir korkunun, 100 yıldır yapılan haksızlıklara duyulan öfkenin sonucu olarak evet diyorlar.

Toplumda siyaset dışında da pek çok düzlem var, kültürel, yaşam tarzı vb. pek çok ortak alanlarımız var. Çeşitli mizah dergilerinde, örneğin OT dergisinde, Doğu Konferansı tecrübesinde farklı kesimlerden insanlar bir araya gelip bir şeyler yapıyorlar. Ayrışma, kutuplaşma anormaldir, normal olan farklı kimliklerin yaşamdaki ortaklığıdır, bunu unutuyoruz. Ahlaksız solcu veya Müslüman ile biz yan yana olmamalıyız. Belli ilkelerimiz olmalı, örneğin ahlak, vicdan, adalet gibi kavramları daha fazla ele almalıyız.

Birinci oturum: “Siyasal krizden çıkma çabası ve demokrasi arayışları”

Fatma Akdokur:

Adalet Zemini olarak önemli bir süreç, umut ve dostluk yaşıyoruz. Çok zorlu zamanlardan bugünlere geldik. 2000’li yıllarda Türkiye’de iyi şeyler oldu, oluyor. Özellikle 2007 önemli bir yıldı, Hrant’ı kaybettik ama Kemalist bürokrasinin kuşatıcı etkisini kırdık. Anayasanın askeri darbeler dışında da değişebileceğini gördük. 2010’da Yetmez ama Evet’i yaşadık. 2013’te Barış Sürecini yaşadık, umutlandık. O yıllarda Ermenistan ve Suriye ile iyi ilişkiler kuruldu. Bütün bunlar şimdi sanki asırlar önce olan şeyler gibi geliyor. Ama güzel günler çok uzak değil, daha iyisini yapabiliriz.

Adalet ve demokrasi isteyenler buluştu

Alev Erkilet:

Türkiye’de anayasa değişikliği gerekiyor. Kanuni Esasi’den beri halkın onayı ile bir anayasa yapılmadı. Kanuni Esasi biraz dış dayatma ile oldu, modernleşme yönünde toplumun değil, dışarının talepleri vardı, anayasa bu şekilde oluştu. 1921 anayasası görece toplumsal bir hareketin ürünüydü, ama tüm kazanımları 1924 anayasası ile ortadan kaldırıldı. 1924 ve sonraki tüm anayasalar ya dış ya da yerli seçkinlerin topluma deli gömleği giydirme çabalarının sonucu gerçekleşti. 1961 anayasasında ordu, yargı, entelektüel etkisi vardı, 1982 anayasasında ağırlıklı olarak ordu etkisi vardı. Bütün bu anayasalar, halkın çoğunluğunu kucaklamayan, halka rağmen devleti önceleyen anayasalar oldu.

2011 yılında başlayan yeni anayasa çalışmalarında eski anayasaların halkı temsil etmediğini söyledik. “Kendi anayasanı kendin yap” sloganı ile YAP (Yeni Anayasa Platformu) olarak pek çok ilde bir dizi halk toplantıları yaptık, katılımcı bir süreç izledik. İllerde, kahvehanelerde herkesin katılabildiği toplantılar yaptık. Önce veri toplama süreci yaşadık, besleyici bir süreçti. Mesela geleneksel bir hanım, önce darbeci erkeklere dur demek gerekir, demişti. İnsanlara fırsat verildiğinde siyasal süreçlere nasıl etkin katılabildiğini gördük. Yeni bir anayasa söz konusu olduğunda bir süreç –anlatma, öğrenme, sindirme- gerekiyor.

2 yıllık süreçte (2011-2012) halkın bir arada yaşama konusundaki isteğini gördüm. İnsanlar kendi acılarının değil, başkalarının acılarının çözülmesi sonucu bir yol bulunmasını istiyorlardı. Mesela İslamcılar “cemevlerine özgürlüğü”, alevi dernekleri “başörtüsüne özgürlüğü” savunuyorlardı. Ki o dönem henüz bizler, başörtülüler üniversitelere dönememiştik. Yani açık bir kalp ile karşımızdakine gittiğimizde gördük ki, kimsenin ötekisi yok, herkes devlet zulmünden yakınıyor, haksızlığa uğrayan diğer kesimler için taleplerde bulunuyor.

Cinsiyetçi, etnik temelli, inançları ve halkı dışlayan değil, eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasa isteniyordu. Yurttaşın ödevlerini anlatan değil, devleti sınırlandıran, mutabakat temelli, güçler ayrılığının altının çizildiği bir anayasa öneriliyordu. O dönemde insanlar tarafından özellikle yargının aşırılıklarına vurgu yapılıyordu, ama yürütmenin yargı üzerindeki gücünün de sınırlandırılması isteniyordu. YAP’ın hazırladığının dışında da hazırlanan anayasa önerileri vardı. Memur Sen’in 50 bin kişi ile yaptığı anket çalışması sonucu hazırladığı anayasa önerisi halen ortadadır. Bu toplum kendisine fırsat verildiğinde özgürlükçü bir anayasa yapar, zulüm üretmemeye ahdetmiştir. Şu andaki anayasa değişiklik teklifi ise sorunları çözme yerine hastalıkları artırıcı mahiyettedir, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir.

Emre Bağçe:

Getirilmek istenen başkanlık sistemi konusunda toplumun çok az bilgisi var. Hükümete yakın olduğu bilinen “Başkanlığa evet” sitesinde başkanlık sistemi savunulurken “başkanlık sisteminde yasama ve yürütmenin seçimlerinin birlikte olmayacağı” vurgusu var, halbuki tasarıda tam tersi geçerli, seçimler birlikte yapılacak. Bu sitede “başkanlık sisteminde meclisi kimsenin feshedemeyeceği” yazılı, halbuki tasarıda böyle değil. Yani başkanlığı savunanlar aslında tasarıda ne olduğunun ya farkında değiller ya da çarpıtıyorlar. Parlamenter sistem mi, başkanlık sistemi mi tartışmalarında meseleye öncelikle tarafsız bir gözle bakmak, dünyada durumun ne olduğunu ortaya çıkarmak gerekir. Ben dünyadaki ülkeleri yönetim sistemlerine göre parlamenter, yarı başkanlık, başkanlık ve diğer diye dört kategoride sınıflandırdım. Bu ülkeleri birbirleri ile objektif olarak kıyaslayabilmek için dünya çapında kabul gören 20 endeks değerinden yararlandım. Sonuçta ulaştığım tablo ve çıkan sonuçlar bize en azından bugün itibarı ile hangi yönetim sistemi altında yaşamak isteyebileceğimiz konusunda bir fikir veriyor.

Dünyadaki 199 ülkenin yönetim sistemlerini ele aldım. 199 ülkenin 86’sı parlamenter, 59’u başkanlık, 41’i yarı başkanlık sistemleri ile yönetiliyor. 13’ü ise diğer (monarşi, cunta, tek parti, geçiş aşaması vb.) kategorisinde.

Her sistemdeki (parlamenter, yarı başkanlık ve başkanlık) ülkelerin endeks ortalamalarını hesapladım. Tablolara Türkiye’nin puanlarını da ekledim.

İlk on endekste değerlerin düşük olması olumlu, ikinci on endekste ise değerlerin yüksek olması olumlu.

Başkanlık sisteminde işsizlik oranı daha düşük, parlamenter sistemlerde yüksek.

Kırılgan devlet endeksi başkanlık sistemlerinde çok yüksek, Türkiye ise bugün bile bu endekste olumsuz bir değere sahip.

Genel olarak parlamenter sistemler başkanlık ve yarı başkanlığa göre daha iyi endeks değerlerine sahipler. Türkiye’nin olumlu olduğu iki endeks, sağlıklı yaşam beklentisi ve insani gelişme endeksi. Türkiye’nin olumsuz olduğu endeksler; tutuklu mahkum oranları, iyi ülke, kırılgan devletler, basın özgürlüğü, küresel barış, demokrasi sıralaması, yürütmenin sınırlandırılması, hukukun üstünlüğü, siyasi haklar ve özgürlükler endeksleri. Bu değerleri ile Türkiye parlamenter sistemden kopmuş gibi görünüyor.

Avrupa’da Kıbrıs ve Belarus dışında başkanlık sistemi bulunmuyor. Başkanlık veya yarı başkanlıkla yönetilen pek çok ülkede parlamenter sisteme doğru bir geçiş yaşanıyor. Finlandiya ve Kırgızistan parlamenter sisteme geçti, Polonya ve Moğolistan geçme aşamasında.

ABD dışında başkanlık sistemi ile yönetilen gelişmiş ülke pek yok. Yarı başkanlıkla yönetilen ülkelerin önemli bir kısmı, kendileri de yarı başkanlık sistemine sahip olan Fransa ve Portekiz’in eski sömürgeleri.

Şimdi getirilen anayasa tasarısında en önemli konu olarak istikrar öne sürülüyor. Ama dünyada istikrar konusunda parlamenter sistemle yönetilen ülkeler, başkanlık ve yarı başkanlıkla yönetilen ülkelere göre çok daha istikrarlı. Türkiye’nin bugün mevcut istikrar düzeyi, başkanlık sistemlerinin değerine yakın.
Gelir düzeyi olarak parlamenter sistemle yönetilen ülkelerin ortalama kişi başı geliri Hindistan dışında 20 bin dolar seviyesinde iken, başkanlıkla yönetilen ülkelerin geliri ise ABD hariç tutulduğunda 6 bin dolar seviyesinde.

100 civarında yoksul ülkenin 70’i başkanlık ve yarı başkanlıkla yönetilirken 25’i parlamenter sistemle yönetiliyor. Dünyada parlamenter sistemden başkanlığa geçmeye çalışan tek ülke Türkiye. Koalisyonlara olumsuz bakılıyor ama Japonya ve pek çok Avrupa ülkesi koalisyonlarla yönetiliyor.

Başkanlık sıfır toplamlı oyundur, kazanan hepsini alır, parlamenter sistemde ise azınlıkların hakları daha iyi korunur. Demokratik yollarla seçildiği sürece başkanlık veya parlamenter sistem fark etmez deniyor, bu çok doğru değil. Yönetim sistemi, siyasal kültür kadar önemli.

Hayri Kırbaşoğlu:

Olması gereken demokrasi, çoğulcu demokrasidir. Çoğulcu demokrasinin önünde çeşitli engeller var: Türkiye’de siyasi kurumlar, partiler demokratik değil. Siyasetin finansmanı problemli. Eğitim kurumları ve medya toplumsal baskı aracı olarak kullanılıyor. Kültürel engeller var, en önemlisi lider kültü, ayrıca kadınlar açısından engellemeler var. Ötekileştirme kültürü var, sağ-sol, alevi-sünni, ya bendensin ya ötekisin tavrı yaygın. Sadece kutuplaşmacı değil, çatışmacı bir kültür var. Tarihsel bagajlar var, işlevselliği engelliyor. Çoğulculuk kültürü gelişmemiş.

Ben İslam ve demokrasi konusunu anlatacağım. Siyasal İslami hareketler demokrasiye inanıyor mu, sorusu önemli. Ben İslami gelenekten gelen birisisi olarak “evet demokrasiye inanıyorlar” diyemiyorum, takiyye yapıyorlar. Dindarlar demokrasiyi çoğunlukla Truva atı gibi anlamaktadır.

Dünyada örnek bir İslami yönetim modeli yok, tüm modeller problemli. Hilafet kavramının içi boş, nostaljik. Hilafet kavramı dini değildir, siyasi ve tarihsel bir kavramdır, geride kalmıştır. Padişahlık sistemini önermek boş bir söylemdir. Abdülhamit dönemi İslamcıları (M.Akif vd.) yönetime muhalifti. Bugünkü İslami hareketler neo Emevici’dir. Emevi düzeni gibi rant dağıtımına dayanmaktadır, Hz. Ömer, Ömer b. Abdulaziz tarzı değildir.

Kuran’da “hüküm Allah’ındır” der, ama bu emrin siyasetle, yönetimle ilgisi yoktur, kozmik bir anlamı vardır. “Ulül emre itaat” kavramı yanlış anlaşılmaktadır, Kuran’daki şekli ile kurallara uymaktır, kurallara uymayan yöneticiye uyulmaz. Mutlak itaat Emevi ve padişahlık rejimlerinin geliştirdiği kavramlardır. Günümüzde yapıldığı şekli ile şeriat uygulamaları saçmadır.

Biat uygulaması, sık sık tekrarlanan, kölece olmayan, bir nevi oy verme mekanizmasıdır. Peygamber, etrafından sık sık biat isterdi, istişareye önem verirdi. Başka inançları baskılama anlamında kullanılan “fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar..” ayeti, tek hakimiyet ülküsü şeklinde değil, “siyasal baskı bitene kadar” diye anlaşılmalıdır.

Siyasal İslam dini araçsallaştırmaktadır. Dini cemaatler siyasete alet edilmekte, mezhepçilik yapılmaktadır. İlk İslam devletini Peygamberimiz Yahudilerle birlikte kurdu. Anadolu topraklarında Müslüman olmayanlar en çok son 100 yılda temizlendi(!). Bugün pek çok Müslüman ülkede İslam olmayan büyük gruplar var. İslam çoğulcudur, sadece Müslümanlardan oluşan bir ülke kurmaktan vazgeçmeliyiz.

Türkiye solu İslam medeniyeti ile barışmalıdır, herkes teolojik olarak Müslüman olmak zorunda değil, ortak kültürel kodlarımız var. Evrensel ahlaki doğrular, bir çoğulculuk ortak paydası olabilir. İslam’ın kendi orijinal ahlaki değerleri yoktur, mevcut evrensel değerlere yaslanır, onları canlandırır.

Siyasetçiler dini kullanarak ilahiyatçıların mesleğini çalmaya yöneldiler. Diyanet de siyasete angaje oldu. Müslümanlar geçmiş övgüsüyle tarihte yaşayan kişilere dönüştü. Aslında Hristiyan veya ateist de olsa İslam kültürüyle barışık yaşayan insanlar Müslüman medeniyetinin çocuklarıdır. İslam, diğer dinlerle birlikte ortak değerlere vurgu yapar.

Türkiye için Siyasal İslam büyük bir hayal kırıklığı oldu. Aliya İzzet Begoviç “Dini siyasete sokmayın, dinin ahlakını sokun” der. Bugünkü İslamcı iktidar ilkesizlik yapmakta, cahiliye âdeti eşdeğerindeki Türk milliyetçiliğini icraatına almaktadır. Bu çok açık Kuran’a aykırıdır. Kendi dışındakileri düşmanlaştırmaktır. İslam, bu toplumda inansın inanmasın herkese faydalı olmalıdır. İslami ülkelerin totaliter rejimlere dönüşmesini engellemeliyiz.

Salondan katkılar:

- Tartışmakta olduğumuz başkanlık sistemi, geçmişte tartıştığımız denge ve denetlemeleri olan demokratik bir başkanlık sistemi değil, tekçi bir sistem.

- Biz daha iyisini hak ediyoruz, yeni bir anayasa yapmalıyız.

- Başkanlıkta toplum tek kişiye yöneliyor, kırılganlık artıyor.

- Hayır’ımız diğer hayırlardan farklı olmalı, evet’çileri küçümsememeliyiz.

- Geçmişte AKP ilk 4 maddeyi değiştirmeye bile sıcak bakıyordu. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası AKP-MHP koalisyonu kuruldu, anayasa bu koalisyonun ürünü.

- Sorunumuz İslamcılıktan ziyade, güce yönelme, bunu tartışmalıyız.

- Kendisi Hristiyan olduğu halde “ben hem Müslüman hem Hristiyan’ım” diyen Amin Maluf, kültürel olarak toplumla barışmış olmanın iyi bir örneği. Ama aynı Amin Maluf Fransa’da başörtüsü düşmanlığı da yapmıştı. Bu yönünü de görmeliyiz.

- İslam dünyasında büyük bir bilim ve akıl düşmanlığı var, İbni Haldun “modern gelişimi taklit etmeli” der. İslam dünyası bilimle ilgilenmeli.

- İlahiyat camiası suskun, ama 40 yıl öncesine göre çoğulcu İslam düşüncesi daha yaygın durumda. Ama mevcut iktidar çoğulcu İslam’ı savunan bu akımı susturmaya çalışıyor.

- Evet de hayır da geçse mutabakat önemli, mutabakat için çaba göstermeliyiz. Adalet, özgürlük, barış için çaba göstermeliyiz. Çoğulcu İslamcılığı ayakları üzerine kaldırmalıyız.

İkinci oturum: “İktisadi kriz ve adalet arayışları”

Ümit Aktaş:

AKP’nin 2010 sonrası performansı, öncesine göre kötü. Ekonomik kriz ile baş edemedi. Özellikle Suriye’ye yönelik savaş politikaları Çözüm sürecini tehlikeye attı. 2003, 2007 ve 2016’da 3 darbeye maruz kaldı. Gezi’yi yumuşak atlatabilirdik, ama sert bir geçiş yaşadık. Gezi sonrası Fetullahçıların yarım darbe girişimi oldu. Sonra dolar yükseldi, krizler katlanarak arttı. Darbeler biraz da bu iktisadi-siyasi krizlerin üstlerini örttü veya örtmek için kullanıldı. Küresel kapitalizmin oluşturduğu sömürü ve eşitsizlikleri görmek önemli. Türkiye ise kendi maruz kaldığı sömürüyü Kürdistan’a yansıtıyor. Tabi Kürdistan’da sürdürülen savaş politikaları da ekonomik krizi artırıyor. Türkiye’deki krizlerde kapitalizmin etkileri, Kürtlere karşı tavır ve Suriye politikaları önemli rol oynadı. 2010 sonrası AKP ülkeyi idare etmede başarılı olamıyor. Tüm bu olumsuzluklarla bir de referanduma gidiyoruz.

Alpkan Birelma:

Türkiye’de emek mücadelesi uzun bir süredir geri, bunun sebeplerini analiz etmek gerekir. Toplu sözleşmeden yani sendikal haklardan yararlanan işçi sayısı son 15 yılda yüzde 10’lardan yüzde 5’lere düştü. Grevlere katılan işçi sayısı bu dönem 10 bin düzeyinde kalıyor. Sadece 2013’te 20 bin seviyesine çıkmıştı. Çünkü sermaye keskin yöntemlerle emek hareketini baskılıyor, bunu bütün dünyada yapıyor.

Sendika üyesi işçi sayısı her geçen dönem oransal olarak azalıyor. Bugün toplam işçilerin (memurlar dahil) yüzde 12’si düzeyinde. İşçi ücretlerinin maliyetlerdeki payı yarı yarıya azaldı. Ama işçileşme sürekli artıyor, 2000’li yılların başında yüzde 45’lerde olan işçilerin toplam çalışanların içindeki oranı bugün yüzde 65’e yükselmiş durumda.

Taşeron işçilerin sayısı her yıl artıyor, bu sistemi işçilerin birliğini bozuyor. 2000’li yılların başında işçilerin yüzde 4’ü taşeron sisteminde çalışırken, bugün yüzde 13’ü taşeron sisteminde çalışıyor, 4 milyona yakın taşeron işçi var. 2009 krizinde işten ilk atılanlar taşeron işçiler oldu. Taşeron çalıştırma büyük işyerlerinde çok yaygın. İşçi sağlığı ve güvenliği konusunda da sürekli geri gidiş yaşanıyor. İş kazaları ve meslek hastalıkları artıyor, ölüm sayıları artıyor.

Hükümetin sendikal alana müdahalesi artıyor. Hükümet yanlısı memur sendikası olan Memur sen, 2002’de memurların yüzde 5’ini üye yapmıştı, şimdi yüzde 55’i Memur sen üyesi, insanlar işten atılmamak, sürülmemek için Memur sen’e üye oluyorlar. İşçiler arasında da hükümet yanlısı sendika olan Hak iş 2013’te sendika üyeleri arasında yüzde 16 olan oranını yüzde 32’ye çıkardı. Ayrıca Türk İş’te hükümetin etkinliği arttı.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen işçi kesiminde önemli direniş örnekleri de mevcut. Örneğin İstanbul Tıp Fakültesinde çalışan taşeron işçiler her hangi bir sendikaları olmamasına rağmen 2010 yılından beri direniyorlar, ayaktalar, dağılmadılar. 4 önderinden 2’si sürüldü, birisi atıldı, birisi de açığa alındı. Bir dernek kurdular, pek çok haklarını aldılar, 1000 kadar üyelerini kadroya geçirdiler. Taşeron işçi hareketine örnek oldular.

İkinci bir örnek, Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası. Tekstil sektöründe güçlü bir sendika yok, DİSK Tekstil bile mücadelede yetersiz. Bir yıl önce kurulan Bağımsız-sen, kısa sürede 1000 üye kazandı. 4 fiili sözleşme yaptı.

Üçüncü örnek, TÜMTİS’in çabaları. Taşıma ulaştırma sektöründe örgütlenmeye çalışan Türk iş üyesi TÜMTİS, 2010’dan beri pek çok küresel taşımacılık firmasında örgütlendi. Çok hızlı büyüyor. UPS’te 9 ay, DHL’de 16 ay direniş yaptı, örgütlendi. Şimdi Aras Kargo’da örgütleniyor.

Dördüncü örnek Adalet Arayan Aileler Hareketi. Davutpaşa’da 2008 yılında gerçekleşen ve 21 işçinin ölümüne yol açan iş cinayetinin ardından kuruldu. En önemli amaçları bu iş cinayetine neden olan sorumluların yargılanmasını sağlamaktı. Sonuçta 2014 yılında bazı kamu görevlilerinin ceza almasını sağladılar. Başka iş cinayetlerinin sorumlularının da yargılanması için çaba göstermeye devam ediyorlar. Bütün bu örnekler gösteriyor ki, emekçiler mücadele etmeye devam ediyor.

Cem Somel:

Gelişmiş ülkelerin krizi 2008’de başladı. Pek çok finans kurumu ve şirket batma noktasına geldi. Devletler bazı kurumları kurtardılar, bazılarını kamulaştırdılar, bazılarını batırdılar. 2009’da dünyadaki toplam hasıla azaldı. Faiz oranları düşürülerek firmaların yatırım yapması teşvik edildi. Ama pek çok firma yatırıma, kapasite artırımına yönelmedi, çünkü satışlara güvenmiyorlardı, çünkü işçilerin satın alma güçleri düşmüştü.

Kapitalizm gelir adaletsizliği sonucu, sürekli talep yetersizliği krizleri ortaya çıkarır. 2008 krizinin bu kadar etkili olmasının sebebi, gelir dağılımının 1980’lerden itibaren bozulmaya başlamış olmasıdır. Çünkü firmalar 80’lerden itibaren üretim yerlerini taşıyarak emekçilerin pazarlık güçlerini azaltmışlardı.

Gelişmekte olan ülkeler ise 80’li yıllarda ihracat yapmaya başladı. Sonuç malum, taşeronlaşma, çocuk çalıştırma, iş kazaları, düşük ücret, olumsuz çalışma koşulları. 2008 sonrası ihracata dayalı sistem söylemleri sona erdi. Zaten açık veren ekonomisi ile Türkiye hiçbir zaman ihracata dayalı ekonomi oluşturamadı. Özel sektör dış borç biriktirdi, faiz oranları yüksek tutularak para girişi teşvik edildi.

Dış borcun artmasını kimse artık önemsemiyor. Ödeme planı yapmadan borçlanan toplumlar bir süre bedelini ödemeden başka toplumların ürettiği hâsıladan hem tüketim hem de yatırım yapmanın sefasını sürer, ancak sonunda egemenliğinden tavizler vermek zorunda kalır.

Türkiye’de emek gücünün satın alma gücü artırılırsa tüketim artar. Bunun için asgari ücret kaldıracı kullanılabilir, ama aksine asgari ücret sürekli sabit tutulmaktadır. İkinci olarak vergi gelirleri içinde dolaylı vergi (KDV, ÖTV) payı azaltılıp, dolaysız (servet ve gelir) vergilerin payı artırılabilir. Dolaysız vergilerin payı 80’li yıllarda yüzde 63 iken 2012’de yüzde 32’ye düşürüldü. Satışlardan alınan dolaylı vergi payı ise tersine artırıldı. Bunu tersine çevirmek emekçilerin yararına olacaktır.

Bütçe dengesini bozmadan kamu harcamalarını artırmak da emekçilerin durumunu düzeltebilir. Bunun toplam ekonomiye de yararı olur. Bazı ekonomistler bunun dış açığı artıracağını söyler. Dış açığı azaltmak için ithalatı kontrol altına almak, AB ve gümrük birliğinden çıkmak, gümrük vergileri ile kontrolü sağlamak gerekir. Ayrıca sıcak para girişini kontrol etmek, ticaretle ilgisi olmayan para girişini engellemek gerekir. Özel sektörün dış borçlanmasına sınır getirmek gerekir. Bunu IMF bile kabul etmektedir. ABD bile korumacılığa başlamışken, Türkiye’nin Derviş politikalarında ısrar etmesi hatalıdır.

Sezai Temelli:

OHAL döneminde pek çok insan işkence, tutuklanma ve işten atılma gibi sorunlar yaşıyor. Ben de görevinden uzaklaştırılan bir kamu emekçisiyim. İş cinayetlerinde de dramatik bir artış var. Kapitalizm krizler olmadan kendini yeniden üretemiyor. Kapitalizmde eşitsizlikler yeniden üretiliyor. Sosyal devlet her türlü adaletsizliği çözecekti. Ama sosyal devlet uygulaması ancak 30 yıl sürebildi, 1970’lerde çöktü. Kapitalizm, artı değerin yeniden üretilmesi, çoğaltılmasıdır. Bizler eşitsizliğin nasıl yeniden üretildiğini değil, nasıl ortadan kaldırılacağını tartışmalıyız. Yoksa savaşları önleyemeyiz.

2001 krizi sonrası AKP neoliberal politikaları uygulamak için iktidar oldu. Türkiye ve özellikle bankacılık sistemi dengesizdi, bunun çözülmesi gerekiyordu. Yapılan düzenlemeler sonucu Türkiye’ye önemli fon akışı sağlandı. AKP 2002-2007 arasında Türkiye’ye gelen fonlarla 2008-2017 arasındaki yürüyüşünü gerçekleştirdi. AKP 2008 krizi sonrası elindeki parasal imkanlar azaldıkça, daha fazla baskı ve şiddeti gündeme getirdi. Çözüm süreci sorunlara çare olabilirdi. İmralı’da kurulan masa sadece Kürt sorun için değildi. Dolmabahçe mutabakatı çoğulcu bir anayasa önerisidir. Kürt sorununun çözümü Türkiye’de demokrasi meselesidir, demokrasi ise eşitsizliklerin giderilmesidir. Muhatapları bunu biliyorlardı. Ama AKP baskı ve şiddet yolunu seçti.

Mevsimlik tarım işçileri Kürdistan’dan batıya her yıl geliyorlar. İzole bir şekilde yaşadıkları, Kürtçe konuştukları için saldırıya uğradıkları halde, çiftliklerde çalışmaya devam ediyorlar. Aldıkları ücretin çoğu dayıbaşına gidiyor. 4 TL/saat ücret alıyorlar, 2 TL’sini dayıbaşı alıyor, 1 TL’sini harcıyorlar, 1 TL’sini biriktiriyorlar. Tarım sektöründeki görece ucuzluğun kaynağı bu tarım işçileri. İnşaat sektöründe de Kürt işçiler diğer işçilere göre daha ucuza çalışıyorlar. Burada oluşan artı değer sistem için çok önemli, yabancı para girişi en çok inşaat sektöründe oluyor. Turizm sektöründe de Kürt işçiler ucuz iş gücü sağlıyorlar. Aldıkları ücret çoğu yerde yarım asgari ücret. Ucuz turizm pazarı Kürt işçiler üzerinden sağlanıyor. Türkiye ekonomisinin en önemli sektörleri ucuz Kürt işçilerinin sırtından kazanıyor. En yoksulların bölgeleri ile Kürdistan haritası örtüşür. Teşvik bölgelerinin haritaları bunu birebir gösterir.

Kürtler siyasetin toplumsallaşması için karşı bir siyaset geliştirdiler. Kürt sorununun çözümü hem demokrasi meselesidir, hem de eşitsizliklerin giderilmesidir, yani anti kapitalist bir mücadeledir. Rojava’da bunu görüyoruz. Adalet arayışı peşinde isek krizi savuşturmak için mevcut sisteme karşı politik bir mücadele içinde olmalıyız.

Salondan katkılar:

- Türkiye’de en çok sömürülen işçiler göçmen işçiler, yarı ücretle çalıştırılıyorlar.

- İktisadi krizi aşmak için hükümet bazı ürünlerde KDV’leri indiriyor veya sıfırlıyor, bunun kamu maliyesine olumsuz etkileri olacak.

- OHAL sürecinde Eğitim sen başarılı bir performans gösterdi, öğretmenlere sahip çıktı.

- İşçi örgütleri, sendikalar, işçi partileri çok parçalanmış durumda. En azından dayanışmanın geliştirilmesi gerekir.

Üçüncü oturum: “Akamete uğrayan çözüm süreci ve barış arayışları”

Yıldız Önen:

Ocak 2015’te Küresel BAK ve Mazlumder olarak Tünel’de silahlar sussun, barış konuşsun eylemi yapmıştık, üzerinden sadece bir yıl geçti. Barış sürecinin başlamasından bu yana da çok zaman geçmedi, süreç 2013 Mart’ında başlamıştı. Dolmabahçe mutabakatı iki yıl önce yapıldı. Yani Türkiye’de Kürt sorununun barış içinde çözülebileceği bir dönemi çok yakın zamanda yaşadık. Barış sürecinde insanlar ölmüyordu. Taraflar birbirleri ile konuşabiliyordu. Şimdi bu süreç yeniden nasıl başlayabilir, bunu konuşacağız.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:

Adalet Zemini iki farklı kesimin bir arada olduğu farklı bir çalışma, herkesin katılması gerekir. Barış için konuşmaya hemen başlamazsak daha fazla insan ölür. Barışın nimetlerini insanlara anlatmamız gerekir.

Erdoğan oy kaygısı vb. nedenlerle taşın altından elini hemen çekti. İRA ile sürdürülen barış görüşmelerinde İngiltere hükümetinin temsilcisi olan J.Powel, İRA ile konuşmaya başlayınca aslında aynı dili konuşabildiklerini gördüğünü söyler. Bizde ise örneğin İzmir’de Kürtler veya Türkler meseleyi çok farklı anlatabiliyor. İki taraf birbirinin acılarını bilmiyor.

Barış gecikirse çeteleşme, kan davası vb. sorunlar artar, mesele iç savaşa bile gidebilir. Komşu ülkelerin müdahaleleri olabilir. Hakim güçlere tavizler vermek zorunda kalınabilir. Çatışma bölgelerinde siviller var. Herkes kendi çatışmasını en büyük problem olarak görür. Yöneticiler sorunu çözmek için gerekirse baldıran zehri içmekten bahsediyorlardı, ama çabuk vaz geçtiler.

Kürtlere 100 yıldır haksızlık edildi, hala bunu anlamayan insanlar var. İhsan mantığı sürüyor. Ne verirsek onunla yetinsinler deniyor. Kocaeli Barış Platformu olarak çözüm sürecinin devam etmesi için çok çalıştık. AKP örgütleri Erdoğan’a bakıp, belki vaz geçer diye çözüm süreci için bir çaba göstermedi.

Akil insanlar projesi, toplumun gazını almaya yönelikti. Kürt meselesini topluma anlatmadılar. Bizler ortak dinleme çalıştayları yapmalıyız. Farklı kesimlerden insanlar bu çalıştaylarda kendilerini özgürce ifade etmeliler.

Kürt meselesi ile ilgili son anketler çok parlak değil. Çatışmalı çözüme halkın yüzde 91’i evet diyor. HDP’lilerin tutuklanmasına halkın desteği yüzde 82. AB sürecine ilgisizlik yüzde 84, Erdoğan’a destek yüzde 74.

Çözüm süreci sırasında halkın desteği yüzde 65 idi. Bugün doğuda çözüme destek eskiden olduğu gibi yine yüzde 95, batıda ise eskiden yüzde 60 olan destek, yüzde 25’e düşmüş durumda. Bu anket sonuçları gösteriyor ki, Kürtler onca acıya rağmen büyük bir intikam, kin ve nefret duymuyorlar.

Uluslararası literatüre göre çatışma bölgelerinde müzakere için en doğru zaman çatışmanın en yoğun olduğu zamandır. Devlet HDP’yi duman etti, sorun bitti mi, hayır. Meseleyi HDP çözemez, çünkü çatışma Türkiye devleti ile PKK arasında sürüyor. HDP en fazla kolaylaştırıcı olur.

Erdoğan değişebilir, kişi endeksli olmayalım. Barış gücü oluşturalım. Devletten sadaka ister gibi barış istemeyelim, barış beklemeyelim. Harekete geçelim, referandum sürecindeyiz, barışı unutmayalım. Bir milyon kişilik barış gücü oluşturabiliriz. Ders kitaplarındaki ötekileştirici ifadelerin kaldırılması için çalışalım. Biz 2013’teki barış sürecinde çok pasif kaldık, devleti ve PKK’yı ne yapacak diye seyrettik.

Sorunun çözümü için atılması gereken önemli bir adım PKK’nın çatışmayı durdurmasıdır. Devletin PKK’yı bölmeye çalışması işe yaramaz. Örgüt liderleri yaşlandıkça, çözüm kolaylaşır. Sürecin şeffaf olması, sürecin başarısını sağlamaz. Anlaşma yapılsa bile kalıcı çözüm için belki de 50 yıl çaba göstermek gerekir. Üçüncü ülkelerin devreye girmesi süreci hızlandırabilir. Bizler Sait Şanlı gibi barış elçileri oluşturmalıyız. Özellikle Türk tarafında asker anneleri savaşa karşı çıkmalıdır. Barış elçileri olarak topluma Kürt meselesini anlatmalıyız.

Ufuk Uras:

Referandum ve barış konusu iç içe geçmiş konulardır. Erdoğan niçin başkanlık konusunda adım atıyor. Asıl sorun Kürt meselesi. HDP yüzde 10 barajını aştı, halende o seviyede. Devlet aklı bu sorunu başkanlıkla aşmaya karar verdi. Hem El Bab’daki sıkıntılar hem de Irak’taki sıkıntılar Erdoğan’ı korkutuyor. 1921 meclisinde azınlıklara yer verilmemişti.

AKP siyasette kriz var, onun için başkanlık gerekiyor, diyor, bu hatalı. Enver Talat güzellemesi yapıyorlar, onlar binlerce insanın ölümüne neden oldular. Türkiye Ortadoğu’da barış için PYD ile ilişki kurmalıdır. 2016’da dünyada politik cinayetler azaldı, Türkiye’de yükseldi.

Şimdiye kadar yapılan 18 anayasa değişikliğini destekledik, ama bu son gelen teklif gerçek bir anayasa değişikliği değil. Anayasanın ilk 4 maddesi de tartışılabilmeli. Kemalizm’e sahip çıkıp İttihatçılığı reddetmek kolay değil. Barış olursa parçalanırız argümanı yanlış. Tek adam iyidir diyenlere firavunları hatırlatmak gerekir. Demokrasi ve barış kavramları önemli.

Adalet herkese hakkını vermektir. İslamiyet bir medeniyet olarak hepimizi ilgilendirir, İslamiyet’in kavmiyet eleştirisi önemlidir. Chris Harman’ın Halkların Dünya Tarihi kitabında yazar: Köleler Roma ordusunu yendikten sonra, Roma’yı fethetmek yerine Roma’dan kaçarlar, çünkü Roma’nın yerine ne koyacakları konusunda tahayyülleri yoktur. Şimdi hızla 28 Şubat sürecine gidiyoruz. Toplumu kutuplaştıran Erdoğan nasıl tüm toplumun Cumhurbaşkanı olabilir.

Bültene kayıt ol