Bu hafta içinde memlekette yaşananlar herkesi korkuttu, lanet ettirdi ve üzdü.
İnsan hayatına politik bir "ama" çerçevesinden bakmanın ne kadar da ikiyüzlü bir hareket olduğunu gerek Beşiktaş’taki terör saldırılarında vefat eden Kürt yurttaş Velat Demiroğlu’nun saldırıda bulunanlardan biri sanılması ve kastî olarak bu yalan haberin yayılması; gerekse Halep’te ölen sivillerin “cihatçı” olup olmadığının tartışmaya açılması ve verilecek tepkinin ölen insanların dünya görüşüne bağlı olduğunun anlaşılması hepimize göstermiştir diye düşünüyorum. Peki ne oldu da insan hayatına dahi bu gözlüklerle bakar olduk? Neden üzerlerinde savaş uçakları uçan sivillerin aşağıda direnirken hangi sloganı attıklarını umursuyoruz? Sanırım bu durumda herkes kendi mahallesine dönüp nerede hata yaptık diye bakmalı.
Mavi Marmara olayı, hükümet ve İHH’nın tutumu
2010 yılının 31 Mayıs’ında Mavi Marmara adındaki insani yardım gemisi Gazze açıklarında İsrail askerleri tarafından saldırıya uğradığında, haberi televizyonlardan gören insanlar yaşananların dehşeti içinde dualar ediyorlardı. Dönemin başbakanı ve şu anki cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise olayın ertesi günü “İnsanlığın vicdanından süzülen yardım gemileri silahla, zorbalıkla engellendi. Yükü merhamet ve şefkat olan gemiler menzillerine varamadı, kana bulandı” demişti. Geçen zaman içinde hayatını o gemide kaybetmiş insanların aileleri bu davadan hiç vazgeçmediler ve süreci yakından takip ettiler. İHH İnsani Yardım Vakfı da aynı şekilde davanın takipçisi gibi görünüyordu. Ancak hükümetin İsrail’le ilişkilerde politika değişikliğine gitmesi süreci ciddi ölçüde yalnızlaştırdı ve önünü tıkadı. Geçtiğimiz aylarda İsrail gemide öldürülen insanlar için tazminat ödemeyi kabul etti. Zannediyorum tazminatın ne kadar olduğu aileleri hiç ilgilendirmiyor. Dolayısıyla beni de ilgilendirmiyor, o yüzden buraya yazmaya gerek duymuyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini davayı takip etmeye çağıran insanları “Giderken bana mı sordunuz?” şeklinde azarlaması, İHH’nın da zamanında almış olduğu hükümet yanlısı pozisyon dolayısıyla mücadeleyi doğru bir politik hat ile yürütemiyor olması davayı büyük bir çıkmaza soktu ve en nihayetinde Mavi Marmara davası İsrail ile Türkiye arasındaki anlaşma gerekçe gösterilerek "davanın hukuki temeli kalmadı" denilerek düşürüldü. Burada üzerinde durmak istediğim nokta ne hükümetin tabir-i caizse “U dönüşü” ne İHH’nın yine kendi hatalarından kaynaklı yetersizliğidir. Esas nokta neden Mavi Marmara ailelerinin yalnız olduğudur. Bugün Türkiye’de bu gelişen olaylar zincirinde haksız bulunabilecek en son tarafın bu aileler olduğunu konusunda büyük bir fikir birliği sağlanabileceğini düşünüyorum. Neden bu insanların özelinde siviller olarak aşağıdan bir basınçla hükümeti zorlayamadık? Çünkü bir arada duramıyoruz.
Beşiktaş saldırısı ve Velat Demiroğlu
Beşiktaş’ta TAK isimli örgütün üstlendiği saldırılarda 36’sı polis 8’i sivil toplam 44 insan hayatını kaybetti. İşin trajikomik olan yanı, patlamada hayatını kaybeden insanlarla ilgili bir haber yapan BBC Türkçe sitesinin, yine bu insanlardan biri olan Velat Demiroğlu’nun hikâyesini ilgili habere koyması ve bu videoyu BBC Türkçe'nin Facebook sayfasında paylaşmasının ardından yaşananlardı. Velat’ın elinde Kürt halkıyla özdeşleşmiş olan sarı-kırmız-yeşil gülü (sanıyorum sebep buydu yani elindeki çiçek) gören bazı kişiler, onun da bombayı patlatanlardan biri olduğunu iddia ederek birbiri ardına sayısız küfür ve hakaret yazdılar. Bütün bu olanların sonucunda, sayfanın yöneticisi, Velat Demiroğlu’nun patlamada ölenlerden biri olduğuna dair bir güncelleme yapmak zorunda kaldı. Çözüm Süreci’nin üzerinden o kadar mı uzun süre geçmiş? Bugün Kürt sorununda hangi noktalara gelindiği herkesin malumu. Hükümet mi caydı yoksa Kürt hareketinin politik bileşenleri mi kavgasına hiç girmeden, çok basit bir şey düşünmek lazım. Kürtler ne istiyor? Çözüm süreci devam ederken en devletçi, en milliyetçi düşünenler bile bir yerde şapkalarını ellerine alıp ve “Evet, burada tam da bu noktada devlet Kürtlere karşı bir hata işlemiş” dedi. Ne değişti? Türkiye’de yaşayan insanlar açısından neredeyse hiçbir şey. Değişen tek şey hükümetin meseleye yaklaşımı. Yaşanan mağduriyetler son buldu mu? Çoğunlukla hayır. Bu durumda İHH ailelerinin ve senin benim gibi sıradan Kürt’ün talepleri meşruiyetini mi yitirdi? Allah aşkına kimin mağdur olduğunu hükümet politikalarına göre mi belirleyeceğiz, aklımız, vicdanımız dururken? Neden bir arada duramıyoruz, taleplerimizi kocaman kocaman insanlar olarak kocaman kocaman kitleler hâlinde ve ortak bir payda içinde dile getiremiyoruz, bu kadar da haklıyken üstelik?
Halep
Okulumuzda ben ve bir arkadaşım Suriye’de yaşananları anlatması için hâlihazırda kendisi ve ailesi Antep’te yaşayan Muhammed Almahmoud isimli Suriyeli gazeteci bir arkadaşımızı davet ettik. Muhammed Almahmoud toplantıya katılanlara kendi hikâyesini ve Suriye’de bugüne kadar neler yaşandığını anlattı. Toplantı bitip de evlerimize gittiğimizde Halep’ten gelen haberlerle büyük bir şok yaşadık, acı duyduk. Az önce abluka altında olduğunu öğrendiğimiz şehir düşmüştü. Çok basit bir empati aslında; Türkiye’de o büyüklükte bir iç savaş yaşandığını ve daha birkaç saat önce sığındığınız ülkenin bir üniversitesinde bu savaşı anlattığınızı tahayyül edin. Siz konuşmanızı bitirip kalacağınız yere vardığınızda bir de bakıyorsunuz ki Ankara yok olmuş. Üstelik bulunduğunuz yerde insanlara bunu anlatamıyorsunuz bile; sizi cihatçılıkla vs. suçluyorlar; eğer solcuysanız “Sen Taliban’ın sol şubesi misin?” diyen bile çıkıyor. Bir temenni: keşke insanlar savaş uçaklarıyla bombalanıp ölen sivillerin neci olduğundan çok sivil olduğuna odaklanmış olsaydı. Ak Parti’nin Suriyeli mültecilere karşı mükemmel politikalar izlediğini düşünen insanlara da hükümetin 2014’ten beri yasal yollarla mülteci almadığını da hatırlatmak lazım tabii. Bugün Halep’te yaşananlar bu haklı öfkeye sebep olurken, Halep’ten şu anda güç bela çıkmaya çalışanlar için (İHH açıklamasına göre 100 bin kişi İdlib’e gidecek) sınır kapılarının açılmasını hep birlikte talep etmeyecek miyiz yoksa?
Bahsettiğim üç olay ve onların sonuçlarından anlaşılması gereken şey, açıkça haksızlığa karşı ideolojik, dini ne tür etiketlerimiz varsa artık onlardan kurtulmak ve bir araya gelip hep birlikte yüksek sesle “Dur!” dememiz gerektiği değil midir? Bugün bu üç meseleye karşı haklı bir öfke duyan insanlar neden bir araya gelemiyor? Dayatılan yerli-milli bakış açısının dışına çıkacağımızdan mı korkuyoruz? Bu bakış açısının dışına çıktığımızda başımıza neler geleceğinden mi çekiniyoruz? Bütün bu soruların cevaplarının sesimin ulaştığı insanlar için çok açık olduğunu umuyorum. Ve sözü daha fazla uzatmadan çok sevdiğim şu dizelerle yazıma son vermek istiyorum:
“ama savaş böyleymiş bazen
siviller ölebilirlermiş devlet uğruna.”
Rumeysa Özüyağlı