HDP milletvekili Mithat Sancar, Kürt sorununda gelinen durumu ve HDP'ye yönelik baskıları değerlendirdi.
Evrensel gazetesinin röportajı şöyleydi:
3 Kasım gecesine giderek başlayalım. HDP Eş Başkanları ve milletvekillerine yönelik eş zamanlı operasyonların bir ayağını da HDP Genel Merkezi oluşturdu. Neler yaşandı?
Gece saat 01.30 sularında gözaltı bilgileri bize ulaştı. Grup Başkan Vekilimiz İdris Baluken aradı. Figen Başkan’ın evine polisin gittiğini söyledi. Oraya gitmek üzere hemen çıktım ben de. Yolda da Sırrı Süreyya Önder’i aradım. Onun da evinde polisin olduğunu öğrenince başka milletvekili arkadaşlarımı Figen Hanımın evine yönlendirerek, Sırrı Süreyya’nın evine gittim. Polisler eve girmeme izin vermediler. Zaten üç beş dakika sonra Sırrı’yı getirdiler, arabaya koyup götürdüler. Polislerden Diyarbakır’a götürüleceği bilgisini aldım. Oradan genel merkeze geçtim. O ara Figen Başkan da kapısı kırılarak evine girmek suretiyle gözaltına alınmıştı. Genel Merkeze geçer geçmez oradaki milletvekili ve MYK üyesi arkadaşlarla neler yapabileceğimizi konuşacağımız toplantımıza henüz başlamışken arkadaşlarımız genel merkeze de polislerin geldiğini bildirdi. Çok kalabalık bir polis ordusuyla gelmişlerdi. İdris Baluken’i almak istediklerini, hakkında gözaltı kararı olduğunu söylediler. Bir tartışma yaşadık polislerle.
Polisin tutumu nasıldı?
Genel Merkezimizde epeyce insan vardı, polisler özellikle genç arkadaşlarımıza karşı saldırgan bir tutum içindeydiler. Sonra da aşağıya indik, İdris Baluken götürüldü. Daha sonra öğrendik ki Figen Yüksekdağ ve Sırrı Süreyya Önder gece özel bir uçakla Diyarbakır’a götürülmüşler. Tabii o arada Selahattin Demirtaş’ın ve başka arkadaşlarımızın da gözaltına alındığını öğrendik.
Malumunuz AKP bunun bir siyasi operasyon olmadığını savunuyor ancak aynı anda farklı şehirlerdeki evlere ve genel merkeze girilmesi “tesadüf” sayılabilir mi?
Hiç tereddütsüz sayılamaz. Gözaltı kararları vekillerin dosyalarının bulunduğu illerdeki cumhuriyet başsavcılıkları tarafından alınıyor. Sonradan öğrendik ki beş ilin savcılıkları aynı zamanda karar alıyorlar ve eş zamanlı olarak uygulamaya koyuyorlar. Bunun bir siyasi koordinasyon sonucu gerçekleşen bir operasyon olduğunu sadece bu durum bile yeterince ortaya koyuyor ama zaten başından beri bir siyasi darbe sürecinin işlediğini söylüyorduk. Bu siyasi darbe sürecinin başlangıcı da 7 Haziran’ın hemen sonrasıdır. Partimize yönelik 7 Haziran öncesinde de çok saldırı olmuştu. Fakat barajı aşmamız ve AKP’nin tek başına hükümet kurma çoğunluğunu kaybetmesiyle saldırılar linç kampanyasına dönüştü ve bu darbe planı devreye sokuldu.
Başbakan ve Adalet Bakanı HDP’yi suçladılar ve dediler ki, “Her şey hukuka uygun. İfade vermeye gelselerdi bunlar yaşanmazdı.” Öyle midir?
Tabii ki değil. Bize ifade vermeye gitmeme kararı aldıran süreci bu vesileyle bir kere daha özetlemek de fayda var. 1 Kasım seçimlerinden önce zaten Cumhurbaşkanı dokunulmazlıklarımızın kaldırılmasını gündeme getirmişti. 1 Kasım seçimlerinden sonra da hızla bir Anayasa değişikliği yapılarak dokunulmazlıklar kaldırıldı. Anayasa değişikliğinin Erdoğan’ın talimatıyla gerçekleşmesi bile zaten sürecin siyasi niteliğini ortaya koymaya yetiyor. Bu bir Anayasa darbesiydi. Böyle bir süreçte dokunulmazlıklarımızın kaldırılmasından sonra ifadeye çağrılmamız halinde gitmeyeceğimizi o dönemde açıklamıştık. “Ortada hukuksal, tarafsız, adil bir yargılama süreci yok. Bu bir siyasi operasyondur. Biz her şey normalmiş gibi davranmayacağız, kendimiz ifade vermeye gitmeyeceğiz” dedik. Bunda da haklı olduğumuzu tereddütsüz görüyoruz.
Sanırız ortak savunma yapmayı da o süreçte kararlaştırmıştınız…
Evet, bizi zorla götürmeleri halinde sorulan sorulara yanıt vermeyeceğimizi, daha önceden hazırladığımız ortak metni sunmakla yetineceğimizi o dönemde söylemiştik. Hükümetin bu tablonun ortaya çıkmasından bizi sorumlu tutan açıklaması için birkaç şey daha söylemek isterim: Birincisi Türkiye’de yargı yok, hukuk devleti zaten askıya alınmış. Yargı dediğimiz çökmüş bir yapı bugün. Bu çöküntünden kalan ne varsa onlar da hükümete ve saraya bağlı hareket ediyorlar. Üç binden fazla hakim ve savcının açığa alındığı, tutuklandığı bir yapıdan söz ediyoruz. Hatta şu an tutuklanan bazı milletvekili arkadaşlarımızın fezlekelerini hazırlayan savcılar da “terörist” oldukları gerekçesiyle tutuklular. Böyle bir tablo karşısında sürecin hukuki olduğunu söylemek en hafif deyimiyle insanların aklıyla alay etmektir. Ki, ne Türkiye toplumunun bunu yutacağını ve sindireceğini düşünüyorum ne de uluslararası kamuoyunun buna itibar ettiğini.
Nitekim itibar edilmediğini gösteren tepkiler içerde ve dışarıda arttı.
Evet, bu önemli. Bir diğer nokta, “Yargı çağırdı gitmeliydiniz!” Peki MİT Müsteşarı 2 Şubat 2012’de yargı tarafından ifadeye çağrıldığında neden Cumhurbaşkanı “Müsteşar oraya gitmemelidir” dedi? Çünkü orada yargının bir operasyon yaptığını düşünüyordu. Biz de bugün aynı şeyi düşünüyoruz. O meşru da bizimki neden meşru değil! Yine 17-25 Aralık sürecinde bir sürü bakan ve tabi bizatihi Cumhurbaşkanının oğlu da yargıya gitmedi. O zaman yargıya güvenmiyordu da şimdi mi güveniyor? Dolayısıyla eğer ortada haksız bir durum varsa bu tepkimiz meşrudur. Esasen buna rağmen savcıların bizi zorla götürme mecburiyeti de yoktu. İfadeden vazgeçtiğimizi belirterek doğrudan dava açma yolu da zaten mevcut.
Burada şu soru da devreye girmiyor mu? Gözaltıların gerekçesi ifade vermemekse, ifadeler alındıktan sonra tutuklama yapılmayabilirdi. Bunun anlamı ne?
Bir de o var. Biz tutuklama olacağını az çok tahmin ediyorduk sadece kimlerin tutuklanacağını, kimlerin tutuklanmayacağını önceden bilmemiz tabii ki beklenemez. Yani biz bu kadar açık bir siyasi darbe operasyonu varken kendi ayağımızla savcılıklara gideceğiz, tabiri caizse giyotine kafamızı uzatacağız, onlar da giyotini indirecekler! Hayır. Bizim halkımıza karşı bir siyasi sorumluluğumuz var, bizim ilkelerimiz, değerlerimiz ve hedeflerimiz var. Türkiye’ye demokrasiyi barışı özgürlüğü ve farklılıkların bir arada barış içinde yaşayacağı bir düzeni vaat ettik. Bu değerlerin hepsini ayaklar altına almayı azmetmiş bir yönetimin siyasi operasyonuna sanki normal bir yargı süreciymiş gibi biat etmemizi kimse bekleyemez.
Gözaltı ve tutuklamalar, dokunulmazlıkların kaldırıldığı 3 Mayıs’tan beri bekleniyordu ama “Neden şimdi gerçekleşti” sorusunun yanıtı için Bahçeli-Erdoğan görüşmesi işaret ediliyor. Operasyonun bu görüşme sonrasında gelmesini siz nasıl değerlendirirsiniz?
Doğrusu İslamcı, milliyetçi, ulusalcı bir koalisyon iyice yerleşti ve bu koalisyonu bir arada tutan tek bir faktör var; Kürt düşmanlığı. Erdoğan içerde ve Ortadoğu’da, Suriye’de Kürt düşmanı bir politika izlediği için bu koalisyonu bir arada tutmayı başarıyor. Bizi hedef almasının asıl nedeni de budur. Başında Erdoğan’ın bulunduğu bu milliyetçi, ırkçı, ulusalcı devlet koalisyonu, aslında öyle çok birbirinden haz eden çevrelerden oluşmuyor fakat hepsinin bir arada olmasını sağlayan, Kürtlerden duydukları nefrettir.
Anayasa değişikliği yaparak tek adam rejimini ve bugünkü keyfi olağanüstü hal yönetimini hukuksallaştırma süreci zaten bir süredir hazırlanıyordu, öyle anlaşılıyor ki bu da artık somutlaşacak. Bu amaca dönük olan Anayasa değişikliği paketi Meclise gelecek. MHP’nin desteği ile 330’un üzerinde oyla kabul edilmesi bekleniyor, ardından da referandum. İşte bu koalisyon o referandumdan başarıyla çıkmak için Erdoğan’ın sarıldığı iptir. Ve bu ipe sarılırken ülkeyi uçuruma, toplumu yangına sürüklemeyi göze alıyor.
Siyasi ve toplumsal etkileri bakımından Türkiye’nin önemli kırılma noktalarından birini oluşturan 94’teki operasyondan 22 yıl sonra aynı manzaranın yaşanması, sonuçları yine uzun yıllara yayılacak yeni bir kırılma/milat olarak kabul edilebilir mi?
Evet, yeni bir milat olarak da kabul edilebilir, bu siyasi darbe operasyonunda son dönemeç olarak da nitelenebilir. Bu kritik bir süreç. Bu planları durduramazsak demokrasi, özgürlük ve barış açısından çok daha zor ve yıkıcı bir döneme girme ihtimalimiz yüksektir. Zaten HDP’nin hedef seçilmesi de tam da bu gidişi durdurabilecek en önemli güç olduğunun görülmesi nedeniyledir. Erdoğan bunu biliyor ve görüyor. Şu anda gelen kamuoyu yoklamalarına baktığımızda yüzde 11’in üstünde bir oyumuz olduğu anlaşılıyor. Eğer Erdoğan oylarımızın barajın altında kaldığını görseydi, referandum yerine bir erken seçime giderdi. Erken seçime gitmek yerine bizleri bu hukuksuz, anti demokratik yönetmelerle, baskılarla sindirmeye ve etkisizleştirmeye çalışıyor. Ama bu süreci durdurabiliriz.
Tablo şu: Kısa bir süre sonra Meclis ,başkanlığı hedefleyen yeni Anayasayı görüşecek. Ancak Meclisin üçüncü büyük partisinin başkanları ve milletvekilleri sistem değişikliği tartışmasında yer al(a)mayacak. Bu şartlar altında yapılan Anayasa değişikliği ne kadar “demokratik” olacak?
“Korku ruhu kemirir!” Bu benim çok sevdiğim Alman sinema yönetmeni Rainer Werner Fassbinder’in bir filminin adıdır. Korku ruhları kemirmiş belli ki. Meşruiyet, demokratik kabul edilebilirlik ve benzeri kaygılar bir tarafa bırakılmış artık. Dört partili Mecliste üçüncü büyük gruba sahip ve şu an neredeyse tek başına demokratik muhalefet yürüten parti tasfiye edildikten sonra o Meclisten çıkacak bir Anayasa değişikliğinin demokratik meşruiyeti olamaz tabii ki. Ama dediğim gibi, içinde bulunduğu güvensiz ruh hali, korku dünyası Erdoğan’ı ve birlikte hareket ettiği çevreyi, özellikle tabii ki AKP’yi gözü kararmış bir şekilde bu meşruiyet kaygılarını bir kenara atarak son sürat ilerlemeye yöneltiyor.
HDP, sine-i millete dönme gibi yöneliminin olmayacağını açıkladı ancak ara seçim tartışması sürüyor. İktidarın tutuklanan milletvekili sayısını arttırabileceği, ardından bir şekilde vekillikleri düşürerek ülkeyi bir ara seçime götürebileceği konuşuluyor. Bu yaşanabilir mi?
Sanırım biraz eksik bilgiyle tartışılıyor bu konular. Bir defa erken seçimi bu yolla gerçekleştirmek biraz zaman alır. Tutuklanmak milletvekilliğinin düşmesi sonucunu doğurmuyor. Milletvekilliğinin düşmesi için bir yıldan fazla ağır hapis cezası almak ve bu kararın Yargıtay’dan kesinleşmesi gerekiyor. Bu noktaya gelinmesi için yargılamaların başlaması, mahkumiyetlerin çıkması, bunların kesinleşmesi lazım. Bunun da öyle kısa sürede olabilmesi şimdilik olası görünmüyor. Gerçi yargı onların elinde, isterlerse bunu da birkaç ayda halledebilirler. Ama belirttiğim gibi, Erdoğan’ın erken seçim ya da ara seçime gitme gibi bir tercihi şu şartlarda var görünmüyor.
Operasyona ilişkin yaptığınız değerlendirmede şu önemli vurguyu yaptınız: “Dayanışma çağrımız bize destek çağrısı değildir, iç savaşı önleme, demokrasiyi kurtarma çağrısıdır!” Gazeteciler ve siyasetçilere yapılan son operasyonlar, demokrasiyi kurtarma mücadelesinde de bir eşik olabilir mi?
Kritik bir sınav olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. “Şu olmazsa bu olur” kesinliğinde tespitler yapmaktansa şunu söylemeyi tercih ederim; evet çok kritik bir imtihandan geçiyoruz, bizim mücadelemiz ve bu politikalara karşı sergilediğimiz demokratik direniş esas itibariyle bu ülkede demokrasi özgürlük ve barış içindir. Dolayısıyla kamuoyunun bu politikalara karşı demokratik tepki gösterilmesi çağrılarımızı bu çerçevede değerlendirilmesini istiyoruz. Biz bu çağrıları şahıslarımıza ya da partimize destek için yapmıyoruz, özgürlük, demokrasi, barış için, demokratik dayanışma ve birlikte demokratik mücadele çağrısı yapıyoruz.
Bu çağrının önemli muhataplarından biri olan CHP’nin tavrını nasıl değerlendirirsiniz? Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu “Seçimle gelen seçimle gider” dedi ancak ne HDP’nin ne de Eş Başkanların adını anmaması eleştirildi. Diğer yandan, CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Evet” diyerek, bugünkü tablonun yaşanmasına zemin hazırladığını da anımsamakta yarar var, ne dersiniz?
Bu çok açık. Dokunulmazlıkların kaldırıldığı Anayasa değişikliği tartışmaları sırasında da açıkça söylemiştik. “Bu siyasi darbe operasyonunu görmeyenler maalesef Türkiye’de gelecekte çok daha ağır sorunların yaşanmasının sorumluluğuna ortak olacaktır” dedik.
CHP yönetiminin 3 Kasım gece yarısından sonra başlatılan operasyonlara ilişkin açıklamalarını yetersiz ve etkisiz bulduğumu belirteyim. Türkiye’de Meclisin üçüncü büyük partisinin Eş Başkanları dahil 13 milletvekili gözaltına alınacak, bunların 9’u tutuklanacak ve partinin adını bile anmaya cesaret etmeyen yuvarlak laflarla bu durum geçiştirilmeye çalışılacak! Hayır, bu kabul edilebilir bir durum değildir. Biz CHP yönetiminin daha açık ve net tavır almasını daha doğru bulurduk ama bizim çağrılarımız doğrudan CHP yönetimine değildir.
Çağrılarımız Türkiye’nin bütün demokrasi güçlerinedir. CHP tabanı bu kesimlerin önemli bir bölümünü oluşturuyor. CHP içinde de çok sayıda milletvekilinin yönetimin tavrından ta başından beri memnun olmadığını biliyoruz. Umarız CHP’deki demokratik güçler de bu tehlikenin, bu gidişatın farkına daha fazla varan, daha fazla sorumluluk alan tavırlar ortaya koyarlar.
Şu sıralar başkanlık tartışmalarına da eşlik eden bölünme retoriği için AKP’li yazar ve yorumcular Kürtlerin kışkırtılıp ayaklandırılacağını, iç savaş çıkartılacağını dillendirerek, sağduyu telkin ediyorlar. Soru şu; İktidarın iç savaş, bölünme gibi bir endişesi varsa, HDP milletvekillerini tutuklamak da dahil neden bu kadar kışkırtıcı adımlar atılıyor?
Bunların hepsi boş demagojiler. Asıl gerçek biraz önce söylediğim gibi Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasında derinleşen korkusu ve çevresine, kurumlara, kendisine duyduğu güvensizlik. Kendini çok sıkışmış hissediyor anladığım kadarıyla ve bu sıkışmışlığı bu tür demagojilerin bolca kullanıldığı propaganda eşliğinde her türlü baskı yöntemini kullanarak aşabileceğine ikna olmuş görünüyor. O nedenle “başkanlık olmazsa bölünme olur” gibi tartışmalara girmeyi bile abes sayıyorum. Başkanlık Türkiye’yi bölünme tehlikesine çok daha yakınlaştırır ve üstelik sadece Kürt meselesi açısından değil.
Nasıl?
Şöyle, başkanlık seçimleri yüzde 50 artı bir bulmakla işleyen seçimlerdir. Şimdi bir başkanlık seçimi düşünün Erdoğan yüzde 51’le başkan olmuş ve kendisini istemeyen yüzde 50’ye yakın bir başka çoğunluk. Zaten sadece Kürt meselesi dolayısıyla değil, mezhep ayrımcılığı dolayısıyla da bir kutuplaşma ve parçalanma riski altında bulunuyor Türkiye. Alevilere uygulanan sistematik ayrımcılık ve Alevilerin duyduğu büyük rahatsızlığı kastediyorum. Bunun dışında laik-İslamcı ayrışmasının da derinleşmekte olduğunu hatırlatalım. Böylece üç ana parçalanma ekseni doğmuş oluyor. Ve başkanlık bunları giderecek bir seçenek değil, daha da kronikleştirecek bir ihtimal olarak duruyor karşımızda.
“Erdoğan ve birlikte hareket ettiği çevrelerin ortak zemini Kürt düşmanlığı” dediniz ama uzunca bir süredir tüm demokratik muhalefete yönelen operasyonların Kürt düşmanlığının dışında bir boyutu da yok mu?
Şöyle söyleyeyim, aslında Türkiye’nin batısında Erdoğan ve yönetiminden rahatsızlık duyan geniş kesimleri de Kürt politikasında savaş politikasını derinleştirerek terbiye ediyor. Yani onları bir tür hareketsiz kılacak bir derin çelişkiyi-çatlağı sürekli canlı tutuyor. Bu çatlağın tarihsel, ideolojik sebepleri var. Savaş yükselince ve çatışmalar şiddetlenince Türkiye’nin batısındaki geniş çevreleri de rehin alabiliyor. Dolayısıyla kendilerine yönelen baskılara da çok net demokratik tepkiler göstermelerini bir şekilde engelleyen bir kilitlenme hali yaşanıyor. Cumhuriyet gazetesini ve benzeri kurumları tasfiye etmek istemesi de tam bir tek sesliliği yerleştirme arzusundan kaynaklanıyor. Hiçbir muhalif ve çatlak sesin kalmadığı bir ortamda baskı politikalarını daha rahat uygular, seçim propagandasını daha rahat yapar. Bunu hesaplıyor.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın tutuklanmalarının hemen ardından Cumhuriyet ve HDP’ye yönelik operasyonların gelmesi ve bütün bunların tam da 29 Ekim’de, rejim değişikliği tartışmalarının da sıcaklaştığı günlerde yaşanıyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz? Yeni Türkiye için saha temizliği mi yapılıyor?
Erdoğan’ın bu tür sembolik tarihleri belli operasyonlar ya da belli faaliyetler için sevdiğini gösteren epeyce örnek var. Mesajlarını bu şekilde vermeyi tercih ediyor. “Subliminal” mesajın alasını yapıyor! Evet, bunların tesadüfi tarihler olmadığını ben de düşünüyorum. Yeni kurulmak istenen rejimin ana yapısı belli. Bu bir tek adam yönetimi olacaktır ama bunun bir ideolojik temeli ve bir siyasi çatısı da olacaktır. İdeolojik temel olarak İslamcı Türkçü bir tercihin olduğu görülüyor. Sünni İslam’ın belli bir yorumuna dayalı bir siyasi çizgi ve buna eklemlenmiş Türkçü bir anlayış! Şu an Erdoğan’ın başında olduğu devlet koalisyonu da siyasi çatıyı oluşturuyor. Tabii bütün bunların demokrasi, özgürlük, hukuk devleti ve laiklik açısından önemli sonuçları olacak. Seçilen tarihlere bakmak gerekmiyor bunu anlamak için ama illa görmeyenlere de bu tarihleri de hatırlatmakta tabii ki fayda var.
Tüm bunlar başkanlığı “garantileyen” uygulamalar olarak mı görülüyor? Ek olarak, sözünü ettiğiniz koalisyon arasında tam bir “güven” sağlandığı söylenebilir mi?
Şu an bana göre Erdoğan en zayıf dönemini yaşıyor. Ve büyük bir korku içinde. Bu koalisyona dayanmak zorunda ama koalisyonun birçok unsuruna da güvenmiyor. Koalisyonun unsurları da aynı ruh hali içindedirler büyük ihtimalle. Bu nedenle kendisini anayasal olarak da güvenceye alacak düzenlemeleri bir an önce gerçekleştirme zorunluluğu hissediyor. Operasyonların arka arkaya gelmesinin nedeni de o. Operasyonlarla eş zamanlı olarak anayasa değişikliği tasarısı hazırlanmış vaziyette, meclise gelmeyi bekliyor.
Demokratik direnişin kanalları susturuluyor, gazeteler, televizyonlar, dergiler kapatılıyor, internet kesiliyor. Gerilim, endişe ve Türkiye’nin yarınına duyulan güvensizlik artsa da “bunlar geçecek” umudu da korunuyor. HDP pazar günü Diyarbakır’da toplanarak yol haritasını belirledi ancak Türkiye toplumunun, emekçilerin mücadele ve umudu büyütme “yol haritası” için ne söylersiniz?
Bir defa mücadele varsa umut mutlaka canlı kalır, büyür. Vazgeçerseniz umut da olmaz. Bizim umut konusunda herhangi bir sıkıntımız, eksikliğimiz yok. Son derece güçlü bir umuda sahibiz, bu umudu besleyen güçlü bir inancımız var. Demokratik siyaset alanını son noktasına kadar savunacağız ve bu alanı kullanacağız. Türkiye’de demokrasi, özgürlük mücadelesi birikimi yabana atılacak bir düzeyde değildir. Türkiye halklarının çeşitli temsilcileri mutlaka bu gidişatı durduracak, birlikte mücadele yaratacak kaynakları ve yolları bulacak ve etkili bir şekilde harekete geçireceklerdir. Öte yandan basının kapatılması, internetin kesilmesi mücadele imkanlarını azaltıyormuş gibi bir hava var ama bu da bir yanılsamadır. Çünkü dünya demokrasi mücadeleleri tarihinin her aşamasında yol ve yöntemler yaratılmıştır. İnternet bizim hayatımızda on yıllık geçmişe sahip. İnternetin olmadığı zamanlarda mücadeleler nasıl yürütülüyordu? Mücadele yok muydu? Hayır, her dönemde insanlar kendi yayın organlarını üretebilmişlerdi, iletişim kanallarını kendileri geliştirebilmişlerdi, yüz yüze ilişkilerden akla gelebilecek başka yollara kadar.
Dolayısıyla, hayat devam ediyorsa mücadele şart. Mücadele varsa umut da var!