OHAL döneminde çıkartılan kararnamelerin yasalaştırılmaya çalışıldığı döneme insan haklarına aykırı bir dizi uygulama da eşlik ediyor.
Sosyalist İşçi gazetesi, uzun yıllardır insan hakları ve barış mücadelesinin emektarı olan, aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı başkanlığını yürüten Şebnem Korur Fincancı ile otoriter uygulamaların cezaevlerine yansımalarını, barış mücadelesinin olanaklarını, Batı’daki mücadele zeminlerini konuştu.
Röportaj şöyleydi:
OHAL’in cezaevi koşullarına ne gibi etkisi oldu?
Çok fazla etkisi oldu. Görüşlerle ilgili sınırlamalar var. Avukat görüşlerinde içeride gardiyanların bulunması, görüşmelerin kayıt altına alınması söz konusu. Görüşmelerin yapıldığı alanlara güvenlik kameraları yerleştirildi. Mektup yasağı getirildi. OHAL öncesinde bir takım sınırlamalar getirilmişti. Şimdi bunlar çok şiddetli uygulanıyor. Gardiyanların çıplak arama yapması, kaba dayak şeklinde işkenceleri, cinsel kimliğe yönelik tehditleri söz konusu. Yani bir bütün olarak işkence son dönemde yaygınlaştı. Dolayısyla cezaevlerinde 1980 döneminin koşullarına benzer koşullar oluştu ne yazık ki.
Bir yandan bazı hükümet yetkilileri de işkencenin kabulü diyebileceğimiz açıklamalar yapıyorlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümetin bir yandan işkenceyi reddeden bir yaklaşımı var. Çünkü kabul ettiklerinde biliyorlarki uluslararası alanda sıkışacaklar. Uluslararası sözleşmelerin yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar. Bu durum aslında ekomomik ilişkiler açısından onları ilgilendiriyor. Ekonomik ilişkilerin bozulması tehlikesine karşı dışarıya yönelik işkenceyi reddeden bir yaklaşım var. Ama aynı zamanda iç kamuoyuna yönelik işkenceyi meşrulaştıran, haklılaştıran hatta toplumu galeyana getiren ve işkenceyi destekleten bir yaklaşım söz konusu. Adalet Bakanı işkencenin varlığını reddederken, AKP’li Mehmet Metiner ‘işkence iddialarını araştırmayacağız’ diyebiliyor. Türkiye 1987 yılında işkence karşıtı uluslararası sözleşmeyi imzaladı. 2011 yılında da seçmeli protokolü onayladı. Yani bu protokolle ‘bağımsız izleme mekanizması oluşturacağım’ diye söz verdi. Böyle bir mekanizma oluşturmadığı gibi bağımsız olmayan mekanizmayı da lağvetti.
Savaş koşullarının bu sert politikaların temel nedeni olduğu açık. Peki barışı kazanmak için ne yapmak lazım?
Öncelikle Batı’da bir araya gelmek gerekiyor. Mücadele etmek gerekiyor. Temel insani değerleri dile getirerek topluma bir arada anlatmamız gerekiyor. Zorlu bir süreç yaşıyoruz. Basının sınırlandığı, kapatıldığı, muhalif basının sesinin kesildiği bir dönem geçiriyoruz. Böyle bir dönemde sesimizi duyurmak için her alanı, her mecrayı kullanmak gerekiyor. Belki sokak sokak, kapı kapı bile gezmek gerekiyor. Barış için sesimizi duyurabileceğimiz her alanı kullanmak çok önemli.
Batı’da her şeye rağmen mücadele alanları inşa edilmeye çalışılıyor. Haftasonu yapılan Demokrasi için Birlik toplantısı da Batı’daki siyasi zemin arayışının bir örneği. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz yapılan etkinliği?
Ben Demokrasi için Birlik’i çok önemsiyorum. Öncelikle toplantının içerdiği katılım nedeniyle önem veriyorum. Her kesimden, her alandan muhalif kesimin katıldığı bir toplantı oldu. Kolay değil elbette ama bir arada yürümeyi, bir arada durmayı becermek gerekiyor. Farklılıklarımızı çeşitlilik olarak görmek, bu farklılıklara rağmen bir araya gelmek, anlaştığımız asgari müştereklerde yan yana durmak gerekiyor. En temel insan haklarını savunacak bir birlikteliğin, her türlü iktidar ve hakim olma duygusundan sıyrılarak yaratılması lazım. Böyle duygulardan arınarak, yatay zeminde bir araya gelişleri mümkün kılacak bir mücadeleyi inşa etmeyi başarmalıyız.
Röportaj: Meltem Oral