Üniversiteye yeni başladığım 2012 yılının Aralık ayında ülkemizde erken bir bahar havası esmeye başlamış gibiydi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, TRT'de katıldığı bir televizyon programında Abdullah Öcalan ile MİT arasında barış görüşmeleri yapıldığını ilan etmişti. Ben de İstanbul'a yeni ayak basan bir üniversite öğrencisi olarak kendimi bu kadar önemli ve güzel gelişmelerin içinde bulmuştum bir anda. Sonra da Çözüme Evet Koalisyonu'ndan haberim olmuştu hemen gidip gönüllü olmuştum.
Koalisyonun organizasyonlarına katılıyor, bu çerçevede insanlarla görüşüyor ve Kürt Sorunu'nu hem anlamaya hem anlatmaya yönelik çalışmalarda bulunuyordum.
Medya yumuşamıştı; dil değişmeye başlamıştı -belki Edward Said'in tanımladığı şekilde bir merak, bir çeşit oryantalizm şeklinde idi. Küt halkına, geleneğine, yaşam tarzına çektiği acılara kapalı olan gözler teker teker açılmaya başlamıştı. Konuştuğum bütün Türkler çok "şükür biz de böyle olsun istiyorduk, böyle bir sürecin başlaması hepimiz için umut vaat etti" minvalinde konuşuyordu.
Peki daha sonra ne oldu? Bugün neredeyiz?
Sonrası çok karanlık, önce bazı çatlaklardan su sızmaya başladı, bazı anlaşmazlıklar oldu, mutabakatlara muhalefet olundu.
Özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra çatışmasızlık ortamı artık yoktu, devlet eski milliyetçi politikalara döndü ve süreç kanlı bir sona geldi, "buzdolabına kaldırıldı".
Bugün 2016 yılının sonlarına doğru gidiyoruz ve çatışmalar hepimizin üzerinde derin yaralar açarak devam ediyor. 2012 yılında yaşadığım bütün güzel anlar, içimde yeşeren bütün umutlar teker teker soluyor sanki. Artık hiç kimse sürecin devamından bahsetmiyor, bahsetmek isteyenler bir şeyler söyleyemiyor, bir şeyler söyleyenlerin başına da türlü işler geliyor.
Benim bir Türkiyeli olarak temennim insanlarımın daha tahammüllü olması.
Çünkü bana göre demokrasi mücadelesi zorlu yollardan geçer ve en önemli şartı da farklı düşünenlere tahammül edebilmektir. (Tahammül kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü hoşgörülü olmak bir lütuftur; herhangi bir konuda -bu konu kültürel, sosyal, ekonomik olabilir- "bak cahile, daha hiçbir şey bilmiyor" mantığındaki bir eylemdir. Hayır, eğer barış gelsin istiyorsak hoşgörü gibi kibirli bir ifade kullanamayız! İfade özgürlüğüne tahammül etmek zorundayız.)
Bu temennimin özellikle bugünlerde çok zor olduğunu, acı verdiğini biliyorum. Ne kadar büyük bir savaşın içinde bulunduğumuzu, bu savaşın ne kadar cana mal olduğunu biliyorum.
İsteklerimin acı verici olduğunu irade ve cesaret gerektirdiğini biliyorum. Ancak umuyorum ve iliklerime kadar hissediyorum ki yalnız değilim, birçok insan bugün benim ümitlerimi paylaşıyor.
Bu insanları, Türk olsun Kürt olsun, tartışmalarda haklı bile olsalar karşıdaki sivri dilli hatta ırkçı bile olsa ana-babalarına, yakın çevrelerine içimizdeki barış özlemini anlatmaya davet ediyorum, korkularımızı ve gururumuzu yok edip sakin olmaya davet ediyorum. Çünkü değişebiliriz, değiştirebiliriz; çatışmaya, savaşa ihtiyacımız yok.
Adaletli bir çözüm iki tarafı da rahatsız etmemelidir. Bütün bu umutlarımı Ahmet Kaya'nın şu sözleriyle noktalalamak istiyorum: "Orda ölen askere de, orda ölen gerillaya da yazık... Bu iş bitmeli... Yine kardeşçe, yine dostça, yine güzellikler içinde yaşamalıyız... Benim için ölen her insan insandır... Biz ülkemizi çok seviyoruz; Laz’ını da Çerkez’ini de, Kürd’ünü de Türk’ünü de... Bu anlamda, kim ölürse ölsün, tabii ki hoşumuza gitmez. İnsan ölüye sevinebilir mi hiç? Demokrasiyi savunuyoruz, üniversiteye pantolonla giriliyorsa, başörtüyle de girilebilmeli... Geçmişte, bugün türbanlarını savunduğumuz arkadaşlarımız bize sahip çıkmadılar ama onların yapmadığını biz yapacağız ve biz türbanlılara zulmedenlerin tam tepesinde olacağız... İnanca saygı, düşünceye özgürlük… Gerçek budur!"
"Söylenmesi gereken bir şey vardır: O kirli savaş bitmek zorundadır."
Sahip çıkan insanlardan olmak dileğiyle...
Rumeysa Özüyağlı
(Neynik.com)