Glass-Steagall Yasası’ndan Türk müteahhitlerine: Önce trajedi, sonra komedi

01.05.2016 - 08:33
Haberi paylaş

Büyük Buhran'ın yıkıcı etklerine karşı ABD'de alınmış en büyük önlem belki de 1933 tarihli Glass-Steagall Yasası'ydı. Ekonomide Keynesgil rüzgarların esmeye başladığı bu yıllarda çıkarılan yasa, elbette "laissez faire laissez passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ruhunun emrettiğinin tam tersini yapıyordu: şirketlere devlet eliyle getirilen sınırlamalar.

Bu yasanın temel amacı finansallaşmayı frenlemekti. Bunu yaparken kullanılan metot ise gayet basit ve işlevsel. Ticarî bankaların, yatırım bankalarının ve sigorta şirketlerinin her birinin bir diğerine ortak olmasını, bir diğerini sıfırdan kurmasını ve bazı belirlenmiş diğer finans ve reel sektör kuruluşlarına ortak olmayı ve kurmayı yasaklamak. Reel sektör kuruluşlarından bir örnek ise gayrimenkul yatırım ortaklıkları.

Böylece halihazırda dönemin şartlarında bile oldukça büyük olan finans şirketlerinin, ekonomiyi daha da fazla domine etmesini önlemek amaçlandı. Bu durumdan doğan politik bir çıkarım ise finansal kuruluşların siyaseti ve siyasetçileri yönlendirmesini de olabildiğince engellenmesiydi.

Glass-Steagall rafa kalkıyor

1970'lerin başında yerel mahkeme kararı kararları ile Glass-Steagall'ın daha fazla uygulanamayacağı kararı verilmeye başlandı. İlerleyen dönemde Reagan'ın ABD Başkanı seçilmesi de yasanın tamamen rafa kaldırılmasını sağladı. Dönemin Merrill Lynch CEO'sunun bir basın toplantısı esnasında Reagan'a "bu kadar konuşma yeter" diye fısıldaması ve Başkan'ın da buna derhal itaat ederek susmasının bu dönemde yaşanması bir tesadüf değil. Wall Street yöneticilerinin, şirket sahiplerinin hükümet ve senato üzerinde yaptığı lobicilik faaliyetleri ile dev finans firmalarının, siyaset kurumunu kendi isteklerince şekillendirmelerinin bu dönemde hayli sıklaşması da bir tesadüf değil.

Finansallaşma ve 2008 krizi

Aradan geçen, kapitalizm tarihi için uzun sayılabilecek bir neoliberal dönemin ardından ABD’de bir subprime krizi ile başlayıp, küresel faciaya dönüşen 2008 Global Finansal Krizi, tam olarak Glass-Steagall’ın yoksunluğundan dolayı bu denli yıkıcı sonuçlara neden oldu.

Gayrimenkul yatırım ortaklığı oluşturan, onları satın alan ya da onlara ortak olan büyük finans kuruluşları (hatta bazıları aynı anda hem kısmî rezerv bankalarını, hem yatırım bankalarını, hem de sigorta şirketlerini bünyesinde bulunduruyor), bir çeşit modern pazarlamacılığa başlayarak, halihazırda ikamet edilen bir evi olan orta sınıf ABD vatandaşlarını hedef alıp, onlara oturdukları evi ipotek ettirerek ikinci bir ev sahibi olabileceklerini telkin etmeye başladılar. Elbette bu banka ve GYO sahipleri, Amerika’daki konut fiyatları da göz önüne alınınca, çekilen konut kredisinin geri ödemelerinin büyük çoğunluk tarafından gerçekleştirilemeyeceğini biliyorlardı. Esasında umdukları da tam olarak buydu. Böylece hem yeni satılan konut, hem de ipotek ettirilen konut finans kuruluşuna kalacak, ve bu konutlar yeni müşterilere satılacaktı.

Hesaplayamadıkları nokta ise, finans kuruluşlarının elindeki konutları talep edebilecek maddi gücü olan kimsenin kalmamış olabileceğiydi. Sonunda ellerinde sayısız satılamayan konut kaldı ve bağlı olarak bir likidite sorunu yaşamaya başladılar ve bu andan itibaren kriz daha çok finans sektörünü etkiler oldu. Küresel asimetrik hiyerarşi içerisinde borçlu-alacaklı ilişkileri ve uluslararası ortaklıklar uyarınca krizin etkileri yurtdışına havale edilmeye başlanınca kriz global hâle geldi.

Finansallaşmanın Türkiye’ye yansımaları

Meselenin asıl acı olan tarafı, bu küresel krizin “teğet geçmesiyle” övünen Türk hükûmetinin, son yıllarda 2001 Türkiye Krizi’nin ardından yürürlüğe konan “Glass-Steagallvari” müdahaleci önlemlerini, daha fazla kâr güdüsüyle kaldırarak, 2008 Global Krizi’nin yıkıcılığını arttırmaya neden olan küresel politikalara yaklaştırması.

Günümüz Türkiye’sinin revaçta olan ekonomik faaliyeti inşaatçılığın, televizyon reklamlarından görebildiğimiz kadarıyla büyük oranda büyük finans kuruluşlarının elinde olması, tesadüf olamayacak kadar korkutucu bir benzerlik. Aynı şekilde pek çok banka, aynı anda ticari, katılım ve yatırım bankacılıkları ile sigorta şirketi sahibi olabiliyor. Yine aynı reklamlarda konutların yatırım amaçlı kullanılabileceğinden de sık sık bahsedilebiliyor. Bir konutun, ömrü boyunca kaç kez alınıp satılabileceği ise tam bir soru işareti. Dolayısıyla konut alım-satımları ve kiralamalarının ekonominin geneline eklediği katma değer sanılandan çok daha düşük.

Bu reklamlarda yapılan elbette saf spekülasyon. Marksist ekonomi terimleriyle ifade edecek olursak, konutun kullanım değeri ile mübadele değeri arasındaki makası sürekli açarak, emlak balonunun büyümesinin devamını sağlamak.

Ancak bu durumdan finans kuruluşları ve GYO sahipleri kadar, inşaat sektöründe çalışan tüm işçiler de memnun. Balonun büyümesinden sermaye sahipleri elbette çok daha fazla pay alıyorlar, ancak bu inşaat sektöründe çalışan işçilerin genelinin ortalama ücretlerine de yansımıyor değil. Bu da emlak balonuna karşı ses çıkaran kişi sayısını hayli azaltıyor.

Bir krizin hükümet politikaları açısından teşhisi üç adımda gerçekleşir: Krizin başladığının farkına varmak, krizi çözmek için adımlar atmak ve atılan adımların etki etmesini beklemek.

Ancak gerçek hayatta hiçbir evre bu kadar net değildir. Kârlılığı sürdürmek, borçların çevrilmesini sağlamak ya da emlak balonunun patlamasını en az zararla kapatılmasını isteyen firmalar, resmî olarak bir finansal krize girildiğinin açıklanmasını lobicilik faaliyetleri ile ertelemeye çalışırlar. Yani, biz “emlak balonu er ya da geç patlayacak” uyarıları verirken, bu balon çoktan patlamış olabilir.

Yazımı HDP milletvekili Garo Paylan’ın geçtiğimiz günlerde alıntılayarak hatırlattığı bir Albert Einstein sözünü tekrar belirterek sonlandırmak isterim:

“Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.”

Bu söz aşağı yukarı tüm güncel AKP politikalarını özetlemektedir. Ekonomi politikaları dahil.

Doğan Kansız

Bültene kayıt ol