Cuma Çiçek ve Vahap Coşkun tarafından, Barış Vakfı için hazırlanan ‘Dolmabahçe’den günümüze çözüm süreci: Başarısızlığı anlamak ve yeni bir yol bulmak’ raporu, 2013-2015 dönemini kavramak ve bugün yaşadığımız savaş koşullarına karşı çözüm üretmek açısından önemli tespitler içeriyor.
Sosyalist İşçi gazetesi, Cuma Çiçek’le raporu ve yeniden müzakerenin olanaklarını konuştu...
Müzakere sürecinin yeniden başlanması için Batı’ya dönük politik söylem nasıl olmalı? Batı’daki kamuoyuna nasıl seslenmek gerekir?
Seslenecek aktöre göre değişir söylem. Bir takım değerler üzerinden Batı toplumu barışa ikna edilebilir. Barışın, eşitlikçi, özgürlükçü gibi daha iyi toplumsallık sunma avantajından bahsedilebilir. Ben açıkçası sekiz aydan sonra bu normatif dil üzerinden konuşmanın zor olduğunu düşünüyorum. Siyasi ya da stratejik dilden konuşmak gerekir. Barışın herkese kazandıracağı siyasi söylemini kullanmak gerekir. Hatta barış değil belki de siyasi çözüm demek lazım. Yüzleşme, helalleşme, tarihsel adaletsizliğin ortadan kaldırılması söylemi normatif dil. Ama artık Batı için de Kürt illeri için de yeterli değil. Siyasi çözümle ilgili tarafların kazanacağı vurgulanabilir. Bu öncelikle ölümlerin durmasını sağlamak demek. Maliyeti az ama kazancı fazla bir çözüm olduğunu anlatmak lazım. Çatışmaların olduğu yerlerde gündelik hayat durma noktasında. Ben Diyarbakır’da yaşıyorum bütün kentte hayat durdu. Her an herkesin ölebileceği bir atmosfere girdik. Bunun tüm ülkeye yayılma riski var. Bir şekilde siyasal çözüm içinde çözülmezse kayacağı nokta çok belli. Şehirlere yayılmış bir şiddet dalgası riskiyle karşı karşıyayız. Ben bir ay önce rapor çalışması için Ankara’daydım, insanlar Kızılay’a gitmekten çekiniyordu. Gündelik, rutin hayatımızı sürdüremeyeceğimiz bir atmosfere girme riski var. Bundan dolayı siyasi çözüme ihtiyaç var. Bu söylem ekonomik gerekçelerle de genişletilebilir. Barışın iyi olduğu söylemi yetmiyor. Yaşanan son sekiz aylık yıkım, bölgede de barışa karşı büyük bir güvensizlik yarattı.
Raporda çözüm sürecinin neden başarısız olduğuna dair önemli tespitler var. Bu tespitelerin ışığında, geçmişten ders çıkaran olası bir yeni müzakere sürecinin mimarisinin nasıl inşa edilmesi gerektiği hakkında da uyarılar yer alıyor. Peki bu uyarıları dikkate alacak yeni bir müzakere zemininin oluşması nasıl mümkün olur?
Biraz da üçüncü aktörlerin aktif pozisyon alması lazım. Çözüm mimarisinin en eksik ayağı denetleme, basınç, kontrol mekanizması yoktu. Taraflardan biri masadan kalkacağı zaman, onu denetleyecek bir aktör yok. Ne anaakım Kürt hareketine ‘masaya dön’ diyecek sivil bir ses çıkıyor ne de Batı’da böyle bir aktör var. Muhalefet çok sıkıntılı, neredeyse AKP’den geri bir noktada. CHP anayasa görüşmelerinde dört maddeyi tartıştırmıyor. Ama mesele 4 maddede zaten. Burada yine maliyet geliyor aklıma. Ancak çatışmaların maliyetinin kaldırılamayacak noktaya geldiğinin fark edilmesiyle yeniden masaya dönülebilir. 2013’te hükümet için süreç kazan-kazan süreciydi. Kârlı, kazançlı olduğu için başlamıştı, çöküşü de öyle oldu. Hükümet bölgede siyasi güç olma konumu yitirdi ve çözümden bir şey kazanmayacağını düşündü. Bugün taraflar sürecin maliyetinin ağırlığıını hissetmeye başlayacak ki masaya dönülsün. İki tarafa dönük toplumsal basınç olacak ki, çözümü kârlı bulacakları bir konjonktür olduğunda yeni bir süreci başlatabilsinler.
Maliyetin ağırlığı söylemi sürecin sadece Türkiye koşullarına bağlı olduğu izlenimi bırakıyor. Sürecin akıbetinde bölgedeki gelişmelerin etkisi yok mu?
Kürt meselesi ulus ötesi bir mesele. Kürtler sadece Türkiye’nin sınırlarında yaşamıyorlar. Kürtlerin yaşadığı komşu devletlerin konumu, oradaki Kürt muhalefetinin konumu Türkiye’nin Kürt siyasetini belirleyen temel dinamik. Süreci okurken bakmamız gereken esas mesele Kürt sorununun sınır ötesi niteliği. 2013 Newroz’da okunan çağrı devletin Kürtlerle ilişkisini bölgesel ölçekte yeniden dizayn etme çağrısıydı. Türklerin Kürtlerle Ortadoğu’da stratejik ittifak kurmasıydı. 2002-2011 döneminde dış ticaret 5 katına çıkmıştı. Artan ticaret içerisinde Ortadoğu ülkelerinin payı yüzde 10’dan 20’ye çıkmıştı. Batı’yla ticari ilişkisinde Türkiye büyük oranda alıcı ülke. Ortadoğu’da ise ihracatı önde. Batı’nın çeperiyken Ortadoğu’nun merkezi olmaya gidiyordu. Buna bir de ılımlı İslam projesiyle, siyasal liderlik hedefi eklenmişti. Çözüm süreci AKP için, bölgesel denklem içinde Türkiye’nin yeni pozisyonu demekti. Ama son yıllarda bu çöktü. Siyasal olarak bölgesel aktör olma durumu geride kaldı. Ekonomik ilişkileri de çöktü. Bölgesel denklemde kazanımları ortadan kalktı. Kendisi bu durumdayken, ‘rakip’ iki yılda gücünü katladı. Koca bir bölge kuruldu, neredeyse bütün güney sınırının Kürtlerden oluştuğu yeni bir denklemle karşı karşıya kaldı. Bölge denklemi çözüm sürecinin kuruluşunda da çöküşünde de belirleyici. Suriye netleşmeden burada çözüm bulmamız zor gibi. Önce Suriye netleşecek, onunla paralel bir şekilde Türkiye’de Kürt meselesi yola girecek. Ama bu şiddet dalgasının sonbaharda gerileyeceğini düşünüyorum. Şiddet sürdürülebilir değil.
Sürecin başarısızlığında Batı’daki kamuoyunun yaklaşımının rolü olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye’de genel bir muhalefet sorunu var. Devlet veya hükümet üzerinde basınç uygulayıp, değişim yaratan bir gelenek yok. Siyaseti sokakta değiştiren bir kamuoyuna sahip değiliz. Seçimler gibi mekanizmalarla faturalar çıkararak yapıyor. Ama aktif siyasete katılan sokak deneyimi çok zayıf. Çözüme dair AKP dışında ikinci bir seçeneğin olmaması da sorun. AKP’den öteye söz söyleyen bir CHP’yle karşı karşıya değiliz açıkçası. Raporu hazırladığımız dönemde, yeni bir çözüm sürecine desteğin yüzde 65 oranında olduğuna dair bir anket yayınlandı. Toplumun savaşı ve şiddeti desteklediğini düşünmüyorum. Güvenlik siyasetiyle milliyetçi kamuoyununun bir kısmını motive edebilir AKP. Ama çatışmaların geçici değil kalıcı, iki aylık değil uzun vadeli olduğunu gördüğünde sokağın sesi yükselecektir. Burada bile ‘haftaya bitecek’ dedik 100 günü buldu. Kalıcı hale dönüşmeye başladı ve insanlar gündelik hayatı ona göre organize etmeyi başladılar. Henüz sokağa taşmış olmasa da bunun yarattığı öfke büyük. Batı’da siyasi angajmanı olmayan, insanların büyük çoğunluğu için esas olan gündelik hayat. Bu kırıldığı anda faturası taraflara yansıyacaktır. Sokağın örgütlendiği, değişime zorladığı bir hareket deneyimimiz yok. Sokak ‘artık yeter’ demeye gündelik hayatının rutini devam edemediğinde başlayacaktır.
Raporda devlet ile müzakereleri yürüten heyetin farklı toplumsal sorunların tamamını masada tutmasını da bir sorun olarak değerlendiriyorsunuz. Batı’daki bazı güçlerin ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ söyleminin, heyetin böyle bir tutuma sahip olması yönünde basınç yarattığını düşünüyor musunuz?
Böyle bir siyasetin farkındayım. Ama heyetin davranışını belirleyecek güçte olduğundan emin değilim. HDK-HDP içinde de böyle bir eğilim var, biliyorum. Bence zayıf aktörler. Silahsızlanma radikal bir demokratik dönüşümle mi olacak, yoksa Kürt sorununun çözümüyle ilgili somut adımlarla mı. Biz ikincisini öneriyoruz. Bunun dışındaki öneriler çok genel geçer, muğlak, köklü bir sistem değişikliğiyle çözümün olmasını beklemek demek.
Adem-i merkeziyetçilik konusunda adım atılmalı, kamu yönetiminde güç paylaştırılmalı. Dilsel ve kültürel çoğunluk ve Kürtçenin yeniden üretimi ikinci önemli mesele. Siyaset alanının genişletilmesi gerekir, siyasi partiler yasasından seçim barajına, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne kadar geniş bir saha bu. Son olarak da silahsızlanma. Belki bölgesel denklemde Kürtlerle dostane ilişki kurulması gibi bir başlık eklenebilir. Bunlar Türkiye’de demokrasi mücadelesinin bittiği anlamına gelmiyor. Böyle itirazı olan aktörlerin, çözüm sonrasında hangi mekanizmalarla mücadeleye devam edeceğine kafa yorması lazım. Bu yorumlar Kürt hareketini araçsallaştıran bir pozisyona işaret ediyor. Çözümün olmaması, şiddete kaymak demek zaten demokrasi mücadelesinin tıkanması demek. Çözüm sürecine dair ‘satma’ meselesinden Kürt hareketine hatırlatmada bulunmak, Kürt hareketiyle araçsal bir ilişki kurmaktır.