1923’te cumhuriyet rejimi ilan edildiğinden bu yana geçen 92 yılda Kürtler 29 kez isyan etti.
1915 Ermeni soykırımının ardından Müslüman olmayan halkları katledip, binlerce yıldır yaşadığı yerlerden kovan ve mallarına çöken Türk ticaret burjuvazisi ve ittihatçı/kemalist asker-bürokratlar Kürtlere özerklik sözü verdi; yani yoğun olarak yaşadıkları topraklarda, kendi yöneticilerini ve yönetimlerini belirleme hakkı tanınmıştı. Yani Kürtler de Türkler gibi bu cumhuriyetin kurucu unsuru olacaktı.
Bu söz, Ermenileri ve Rumları “halleden” Türk burjuvazisi ve ortağı generaller Batı emperyalizmi ile anlaşır anlaşmaz, cumhuriyet kurulup ve kemalist iktidar demir yumruğunu masaya indirdiği an unutuldu.
Bugün hepimizin şikayetçi olduğu ve değişmesini istediği 12 Eylül anayasasının özü, (CHP ve MHP’nin yeni anayasada da olduğu gibi kalmasını istediği ilk dört madde), 1924’te kabul edilen ve daha sonra tüm anayasaların ruhu olan Kürtlerin devlet tarafından ihanete uğratılması, varlıklarının reddedilmesi, yönetimlerine izin verilmemesi, bunu kabul etmeyenlerin katledilmesi, bu topraklarda yaşayan herkesin Türk olduğunun (ünlü faşist slogan ‘ya sev ya terket’in kökeni) dayatılmasıdır.
Batı’da yaşayanlara söylenen yalanlar
20. yüzyılın başında tüm halkların yaptığı gibi, kendi kaderlerini kendileri belirlemek isteyen Kürtlerin isyanı, kanla bastırılsa da elbette saklanamazdı.
Kemalist cumhuriyet, Kürt ayaklanmalarını bir yandan “gerici-şeriatçı” olarak damgalarken, bu isyanın asıl nedeninin “doğudaki geri kalmışlık, feodal düzen, aşiretler” olduğunu batıdakilere anlattı.
Geri kalmışlığın sorumlusu olan eski aşiret reislerinin çoğu Ermeni soykırımında Türk burjuvalarıyla ittifak vurmuş ve yeni cumhuriyette ulusal tahakkümü kabul ederek (yine de ikinci sınıf) burjuvalar olmuştu. Ayaklananlarsa her zaman fakirlerdi.
12 Eylül sonrası yeni propaganda
On yıllarca Kürtleri yok sayan, varlıklarını inkar eden, artık yok saymak imkansız bir hale geldiğinde “dağda yürüyen Türk” yalanını halkı aptal yerine koyarak ileri sürebilen Türkiye devleti, PKK’nin başını çektiği isyanla birlikte çöken resmi ideolojiye bir “ekonomik boyut” ekledi.
Her şey bu Kürtlerin fakirliğinden kaynaklanıyordu. Eğer “doğuya ekonomik yatırım” yapılsa karınları doyacak, böylece dağa çıkıp devletle savaşmayı, köylerde kalıp dağdakileri desteklemeyi bırakacaklardı.
12 Eylül darbesinin ardından Kürt sorununun aslında bir kimlik meselesi değil az gelişmişlikten kaynaklı ekonomik bir problem olduğu fikri yaygınlaştırıldı. Çünkü darbe ile neo-liberal dönem başlatılmış, sendikalar kapatılıp işçi sınıfı sindirilirken, her şey şirketlerin sınırsız talanına açılmıştı.
On yıllardır birçok madenin bulunduğu yer altı ve yerüstü kaynakları, Türk burjuvazisi tarafından sömürülen; bölgeden alınan her bir zenginliğe karşılık tek bir sermaye yatırımı bile yapılmayan Kürt illerinde; ezici çoğunluğu topraksız fakir köylülerden oluşan emekçiler kolayca sömürülecek ucuz işgücü olarak görüldü. İşte hâlâ inşaatlarda Karadenizli fakir kardeşleriyle birlikte ölüyorlar. Ama sınıf kardeşlerinden bir farkları var.
GAP balonu
Fırat’ın doğusunda Kürtlerin yoğun olarak yaşağı ve “tarihi Kürdistan” olarak anılan bölge, Türkiye’nin bir parçası değil iç sömürgesidir. Kürtler üzerindeki ulusal baskı ile Türk burjuva tekellerinin dayattığı işbölümü ve ekonomik sömürü arasında doğrudan bağlantı var.
12 Eylül darbecilerinin kuklası olarak işbaşına getirilen Turgut Özal, GAP projesiyle, Kürt illerinde isyana sebep olan koşulları ortadan kaldırmayı değil; Hem Türk tekellerine alan açmak ve devletle işbirliği yapan Kürt patronların cebini doldurmak hem de batıda yaşayıp PKK ile savaşı dehşetle izleyen kalabalığı gerçek nedenden uzak tutmak için ‘Kürt sorunu yoktur, ekonomik sorun vardır’ tezini işledi.
Tıpkı Erdoğan’ın yolları, viyadükleri, üçüncü köprüyü reklam olarak kullandığı gibi bir zamanlar Özal ve darbeciler 1989’da Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) ortaya attı.
GAP, şu ana kadar 28 milyar dolar yuttu. Bu parayla, Fırat ve Dicle nehirlerine baraj yapıldı. O barajlardan çıkan elektrik, özel şirketler tarafından hepimize acı bir şekilde ödetiliyor. Proje ise henüz tamamlanamadı.
Sonuç ne oldu?
Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde onluk kesimi ile en fakir yüz on arasındaki gelir farkı 12,5 kat. Buna karşılık Fırat’ın batısı ile doğusu arasında bölgesel bir eşitsizlik var.
Türkiye İstatik Kurumu’nun 2014 yılı ekonomik verilerine göre Türkiye’de yoksulluk oranı yüzde 15. Yoksulların yüzde 16.1’i Şanlıurfa, Diyarbakır bölgesinde, yüzde 9.3’ü Mardin, Batman, Şırnak, Siirt, yüzde 8.4’ü ise Van, Muş, Bitlis, Hakkari bölgesinde yer aldı.
GAP ise henüz tamamlanmadığı gibi enerji ve tarımda zaten tekel olan büyük şirketlere ucuz, iş güvenliksiz, kayıtsız bir iş gücü ile teknik altyapı sundu.
GAP süresince devlet PKK ile var gücüyle savaşmaya devam ederken, 1984’te çok dar bir alanda başlayan ayaklanma bugün Türkiye’nin bir çok iline yayıldı.
AKP hükümeti bir yandan içeride ve dışarıda Kürtlerle savaşırken, bu savaşın sonucunda Kürt şehirleri birer harabeye dönüşürken; aynı anda hem doğuda hem batıda çoğunluk Öcalan ile devletin masaya oturmasını, müzakerenin savaşan taraflar arasında başlamasını ve bir an önce bitmesini beklerken, “Terörle mücadele planı” adı altında yeni bir inşaat planını ortaya attı.
Erdoğan ‘Kürt sorunu yoktur’ demişti. AKP hükümetinin Kürt illerine barış, orada yaşayanlara saygı ve eşitlik, hepimizi tatmin edecek bir anayasa, çatışmaları ve ölümleri bitirecek bir politika yerine inşaat yapmayı önermesi, bir Turgut Özal ve 12 Eylül parodisi olduğu kadar, hem Kürt halkını hem de batıda yaşayan herkesi aptal yerine koymaktır.
Kürtler eşitliklerini, bunun yöntemi olan özerkliği elde etmedikçe bu isyan bitmeyecek. Ankara değil Kürtler kendi valilerini, polis müdürlerini, her türden yerel yöneticilerini belirlemedikçe çatışmalar durmayacak.
Kürt sorunu ekonomik ya da askeri bir mesele olarak değil siyasi ve demokratik bir sorun olarak ele alınmadıkça Kürt illerindeki fakirlik savaşla dizboyu sürecek.
Bu sırada batıda yeteri kadar inşaat yapan, her tarafı betonlaştırıp, kiraları rekor düzeye sıçratan müteahhitlere gün doğacak! Erdoğan, çevresindeki saldırgan yeni tekeller ve güçlerini hiçbir zaman yitirmeyen “İstanbul sermayesi” hükümetin yeni “eylem planı” ile daha da zengin edilecek. Fakat ne 1989’da yaşıyoruz, ne Kürt halkı GAP günlerindeki gibi. Barış yerine inşaat önerenler, “terör örgütüyle ilişkili” damgasını vurup dükkanı, evi, arabasını savaşta kaybedenlere zırnık yardım bile etmeyenler mutlaka kaybecek.
Emekçilerin çıkarı Kürtlere verilen sözün tutulması
Hepimiz ölüm değil çözüm beklerken AKP hükümetinin Kürt illerine inşaat önermesi konuya bakış açılarının özetidir: Onlar Kürt sorununu çözmeyi hiç düşünmediler. Her zaman tekellerin ve devletin adamı oldular. Kürtleri oy deposu olarak kullandılar, Öcalan’ı rehine tutarak.
Erdoğan ve AKP liderliği “çözüm sürecini biz başlattık diye ortalıkta dolaşamaz” artık çünkü hükümetin Öcalan, HDP ve PKK ile barış masasına oturmak yerine müteahhitleri savaşın yıktığı Kürt illerine göndermesi 92 yıldır dayatılan çözümsüzlüğün ta kendisi. Devlet Kürtleri de biz emekçileri de oyalayamaz. Sözünüzü tutun! Ezilen halkın gasp edilen hakları bir an önce iade edilsin.
Kürtlerle savaşın Türk emekçilerin çıkarlarıyla bir ilgisi var mı?
İlk muharebeye 13 yaşında giren, savaşmaya devam edip 38 yaşında tuğgeneralliğe terfi eden general Carl von Clausewitz, savaş teorisyeni kabul edilir ve uzmanlık alanında yaptığı tanım son derece basit ve gerçekçidir:
"Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır."
Diplomatik müzakere yöntemleriyle sorunlar çözülmeyince, silahlar ateşlenir. Hedef, rakibin savaştığı güçle er geç oturacağı barış görüşmelerinde yıpratılması, güçsüzleştirilmesi, olabilecek en az kazanımla çıkması, mümkünse yenilmesi ve ağır tazminatlar ödemesidir.
1996’dan bu yana devletin PKK ile diplomatik görüşmeler içinde olduğu biliniyor.
2013 Mart’ında Diyarbakır Newroz kutlamalarında Öcalan, 2015 Mart’ında Dolmabahçe’deki Başbakanlık Köşkü’nde hükümet üyeleri ve HDP heyeti, diyalogdan müzakereye geçildiğini topluma ilan etmişti.
Bu Kürt sorununun silahlarla çözülemeyeceğinin devlet tarafından kabulü ve savaşan tarafların çözüm için pazarlıklara başlamaya karar vermesiydi.
Bozulan Oslo süreci gibi İmralı’da halen sürmekte olduğunu medyadan öğrendiğimiz diplomatik süreçlerin yerini silahlara bırakmasının bir kaç nedeni var ve bu nedenler biz Türkiyeli emekçileri yakından ilgilendiriyor:
- 1915’ten bu yana zorla Türkleştirme politikalarında uzmanlaşmış Türkiye burjuvazisi, barış eli uzatan rakibini yere sermek istiyor.
- 13 yıldan fazladır devleti yöneten AKP, Kürt sorununun çözümünü sadece bir oy deposu olarak kullandı. Görülüyor ki tıpkı kemalistler gibi onlar da İttihatçı gelenekten gelen Türk burjuvazisinin bir başka kanadı. Bu yüzden PKK’siz çözüm mümkün olmadığı halde, Kürt sorunu ve PKK’yi ayrı şeylermiş gibi göstererek egemen sınıfın istediği şekilde ulusal baskıyı sürdürüyor.
- Sorun sadece misak-ı milli sınırları içerisinde cereyan etmiyor. Bugün yıkılarak yerine savaşlara bırakan emperyalistlerin 20. yüzyılda Ortadoğu’da kurduğu Sykes-Picot düzeniyle, Kürtlerin yaşadığı tarihsel bölge Kürdistan dört devlet tarafından parçalanmış ve bir uluslararası sömürgeye dönüşmüştür. Türkiye, Irak, İran ve Suriye... Yaşanan savaşın nedeni, Türk devletinin bir yandan Kürtlere bir takım kısıtlı haklar verip ‘susmalarını’ sağlayarak, oradaki sömürge statüsünü sürdürme tercihidir.
- Tayyip Erdoğan özgün bir lider değil. Tıpkı Mustafa Kemal ve İsmet İnönü gibi bu devleti yönetenler, dağılan Osmanlı’yı göstererek Suriye’de, Irak’ta, Ortadoğu’da hak iddia ettiler, emperyal politikalar izlediler ve ilk fırsatta ilkhak/işgale hazırdılar. Bugün Türkiye sınırları içerinsinde her gün yeni ölüm haberlerinin geldiği bu anlamsız çatışma ortamının nedeni, Türkiye devletinin bir başka ülke olan Suriye’nin topraklarına müdahale etmesi, Irak’ı işgal etmeye kalkması ve oradaki Kürtleri de buradakiler gibi engelleme isteğidir.
Vatan, millet, Sakarya... Hepsi palavra! Savaşın gerçek nedenlerinin ve devlet tarafının isteğinin Türk işçilerin çıkarlarıyla hiçbir alakası yok. Tam tersine aleyhimize. Kürtlere sıkılan her kurşun, Irak ve Suriye’ye atılan her bomba, elektriğe, toplu taşımaya, meyveye sebzeye zam olarak dönüyor. Bir avuç azınlığın, dünyaya kan kusturan ortakları ABD ve NATO ile birlikte açtığı savaşın bedelini, biz vergilerle ödüyoruz. Kürtler ezildiği sürece biz Türk emekçiler de özgür olmayacağız.
Volkan Akyıldırım
(Sosyalist İşçi)