Barış, hendekler ve Öcalan

06.02.2016 - 15:13
Haberi paylaş

Haziran seçimlerinin ardından, Türkiye siyaset alanına insanı bunaltan bir hava hakim olmaya başladı. Oysa seçimlerin hemen sonrasında bambaşka bir hava vardı. HDP herkesi şaşırtan bir oy patlaması yapmış ve 6 milyon civarında oy almıştı.

Bu şaşırrtıcı, sevindirici, nasıl değerlendirmemiz gerektiğini henüz tam içselleştiremediğimiz muazzam başarıyı, devlet çok hızla değerlendirdi ve sol kamuoyu Erdoğan’ın seçimlerin ardından birkaç gün sessizliğe bürünmesini dalga geçerek yorumlarken, Erdoğan ve devletin tüm temel kurumlarının temsilcileri, açık ki gereken dersleri çıkartmak için olağanüstü hal ilan etmişlerdi.

Dersin ne olduğunu gördük! Devlet, kuruluşu Abdullah Öcalan’ın ısrarlı müdahalelerinin ürünü olan bir siyasî partinin parlamentoda 80 milletvekiliyle temsil edilmesini tehlikeli ve kabul edilemez bulmuştu. Devletin çıkarttığı birinci ders buydu.

“İstikrar” kavramı, 7 Haziran’dan sonra AKP’nin seçim kamapanyasının temel öğesi haline geldi. Suruç katliamı, ardından Temmuz ayında çözüm sürecinin bitirilip Kürt sorununda yeniden savaş politikalarının devreye girmesi, savaşa ırkçı bir tepki olarak 7-9 Eylül’de HDP ve tüm demokratik haklara yönelik ırkçı kalkışmanın örgütlenmesi ve Ankara katliamı, “istikrarsızlık” kaygısının bir devlet propagandasından öte bir gerçekliğe sahip olduğuna kamuoyunun ezici çoğunluğunu ikna etti. Erdoğan ve AKP liderliği açısından 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında “istikrarsızlık” kavramı maymuncuk işlevi gördü. MHP ve CHP de her zamanki gibi Erdoğan’ın oyun sahasına girerek AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. MHP hiçbir koalisyon girişimine katılmayarak ve 7-9 Eylül’de özellikle Kürtlere yönelik kitlesel ırkçı reaksiyonun örgülenmesinde başrolü oynayarak istikrarsızlık yaratan odak olarak öne çıktı. CHP ise egemen sınıfın bir kanadıyla beraber “büyük uzlaşma” peşinde koşarak, AKP’nin “tek başına bir parti iktidarı kurulamazsa istikrarsızlık derinleşir” tezine payanda oldu.

Erdoğan ve AKP liderliği bir kumar oynadı ve kazandı. 7 Haziran’da AKP’yi boykot eden kitleler, Kasım’da yeniden AKP’ye döndü. MHP çökerken, CHP yerinde saydı. HDP ise bambaşka bir hikâyeyi yaşıyordu.

7 Haziran seçimlerinden önce, HDP görülmemiş bir şiddete maruz kaldı. Seçimlerden sonra karşı karşıya kaldığı şiddet dalgası, 7 Haziran öncesini mumla aratır düzeydeydi. Suruç’tan 10 Ekim Ankara katliamına kadar, 7-9 Eylül ırkçı Nazi salırganlığından parti binalarının kundaklanmasına, genel merkez binasının yakılmasına, parti yöneticilerinin kitleler halinde göz altına alınmasına ve tutuklanmasına kadar, tüm saldırılar HDP’yi odağına almıştı. Haziran öncesinde seçim mitingleri yapabilen HDP, 10 Ekim katliamının ardından, mitinglerini iptal etmek ve yaşamını yitiren üyelerinin cenazesinin peşinden koşmak zorunda kaldı. Bu yüzden, sadece sayılara, oranlara bakıldığında 1 Kasım seçimlerinde başarısız görülebilecek HDP, siyasetin canlı alanına dikkatlice bakılınca, 7 Haziran-1 Kasım fırtınasını atlatmasıyla bile, 7 Haziran’dan çok daha büyük bir başarı elde etti; her şeye rağmen beş milyon civarında oy alarak, üçüncü parti olarak meclise girmeyi başardı.

Devletin derin ve açık tüm temsilcileri, 7 Haziran seçim sonuçlarını kabul edilemez bulmazdan çok önce, çözüm sürecinin mevcut gidişatını kabul edilmez bulmaya başlamıştı. Sorunun özünü, esas olarak Suriye’de açığa çıkan küresel hegemonya çatışmasının ürünü olan gelişmeler, gerilimler, savaş, direniş ve fırsatlar teşkil ediyor. Bu küresel ve bölgesel iklimde, Kürt hareketi, çözüm-müzakere ve barış sürecini sahiplenir, 28 Şubat’ta Dolmabahçe Mutabakatı’nda açığa çıkan iradeyi önemserken, devlet Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak çözüm sürecini rafa kaldırmayı tercih etti. Zira Kürt halkı hem Suriye’de siyasî özerk alanlarını genişletti hem de, 7 Haziran seçimlerinde görüldüğü gibi, Türkiye’nin genelinde yaygın, geleneksel Kürt kitle desteğinin ötesinde bir meşruluk kazandı.

Erdoğan, bu gerilimli dönemde hem şahsı ve partisi hem de devlet ve egemen sınıf açısından önemli olan üç sorunu aynı anda çözmeyi amaçladı. Şahsını ve AKP liderliğinin önemli bir bölümünü ilgilendiren sorun yolsuzluk dosyalarıydı. Erdoğan, yolsuzluk dosyalarının bir daha gündeme gelmesi ihtimalini sonsuza kadar ortadan kaldırmak istiyordu ve bunu bir ölçüde başardı. İkincisi, Suriye’de PYD’nin etki alanının genişlemesini engellemekti. Üçüncüsü başkanlık hayallerini suya düşüren ve AKP’yi hükümetten düşüren 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin elde ettiği zaferin intikamını almaktı.

AKP liderliği, Amerika’yla anlaşıp iki cephede birden savaşa başladı. ABD ile yapılan uzun görüşmeler sonucunda, ABD’ye İncirlik Üssü’nü yeniden kullandırılmaya başladı. ABD bu görüşmelerden bir kazanım daha elde etti: Türkiye IŞİD ile “düşük yoğunluklu” da olsa savaşa girdi. Bunların karşılığında ABD Türkiye’nin Kandil’i bombalamasına izin verdi.

AKP sözcüleri başlarda çözüm sürecinin bitmediğini, sadece muhataplarının değiştiğini savundu, ama Erdoğan sürecin buzdolabına kaldırıldığını söyleyerek AKP saflarındaki kafa karışıklığını kendi lehine biçimlendirdi. Bugün Kürt illerinde yaşanan tüm devlet şiddeti, üç yıl önce Erdoğan’ın Suriye’nin Türkiye sınırında Kürt hareketinin özerklik girişimlerine “kırmızı çizgimizdir” dediği günlerde mayalandı. Bir yandan çözüm süreci devam ederken aynı anda PYD’yi düşmanlaştıran yaklaşım, zirve noktasına IŞİD’in Kobanê saldırısı günlerinde çıkacaktı. Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” sözleri değildi önemli olan; önemli olan “PKK eşittir IŞİD” sözleriydi. Tüm devlet erkânı Suriye’de Kürtlerin kendi kaderini belirlemesine keskin vurgularla karşı çıkarken Türkiye’de çözüm sürecinin uzun soluklu olamayacağı açıktı. (AltÜst’ün geçen sayısında Roni Margulies’in Selahattin Demirtaş’tan aktardığı gibi, “…asıl mevzu Kürtlerin Ortadoğu’da bir statü elde etmesini engelleme girişimidir”).

Kürt sorunu artık siyasî statü sorundur

Gelişmelerin yönünü yukarıda özetlemeye çalıştığım gibi olduğunda anlaşabilirsek, son dönemin popüler iki sorusunun hiçbir anlam taşımadığında da anlaşabiliriz. Bu sorulardan birisi, Kürt illerinde ilan edilen özerkliklere dair, “Böyle özerklik mi olur, böyle özerklik ilanı mı olur?” sorusu; diğeri ise son ayların en popüler konusu olan hendeklerle ilgili olarak, “Kürtlerin haklarının tanınmasında hendeklerin nasıl bir rolü olabilir?” sorusu.

İki soru da yanlış, gelişmelerin kaynağı hakkında yanlış yargılardan kaynaklanan sorular. Her iki soru da Nisan ayında radikal bir şekilde değişen devlet politikası göz önüne alınmadan, diğer bir deyişle, Kürt hareketinin değişen devlet politikasına göre tutum değiştirmek zorunda kaldığını kavramadan üretiliyor. Nisan ayından beri, devlet politikası adım adım değişti. Devletin sınır çizgisini nerede çizeceği belli olmayan savaş politikasına Kürtler, sınırı nerede çizileceği belli olmayan özerklik hamlesiyle yanıt verdi. Hendekler, devletin şiddetini meşrulaştırmak için öne sürülen bir gerekçe. Devlete kol kanat geren, hendekleri tüm sürecin nedeni olarak damgalayan ve devlet politikasında yaşanan değişikliği gözlerden gizlemeye çalışanlar, zaman zaman ağızlarından kaçırıp bazı hendeklerin iki yıldır kazılı olduğunu söyleyerek, devletin neden iki sene önce değil de Temmuz ayında Kürt illerine görülmemiş bir vahşetle saldımaya başladığını sorusuna tutarlı bir yanıt veremiyor.

Aralık ayının son haftasında yapılan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) sonuç bildirgesi, Kürt hareketinin özerklik hamlesinin sınırlarını da örtülü bir şekilde belirttiği bir platform oldu. Sonuç bildirgesinin üç temel vurgusu vardı: 1) Kürt halkı kendi kaderini belirlemekten vazgeçmeyecek ama bu belirleme süreci, egemen medyanın suçladığı gibi bölücülük, yani Türkiye’den kopma şeklinde değil, Türkiye’nin genel demokratikleşme zemininde demokratik bi dönüşüm sürecinin kopmaz parçası olarak özerklik hamlesiyle ilerleyecek. DTK metninin sonlarında yer alan Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik şartındaki çekincelerin kaldırılması yönündeki uyarı bu açıdan değerlendirilmeli. 2) Çözüm ve müzakere sürecinin yeniden başlaması. DTK sonuç metninde, “Bu nedenle, yaşadığımız bütün sorunların aşılabilmesi için diyalog ve müzakere kanallarının yeniden devreye girmesi önemlidir” bölümü, özerklik ilanlarının savaş ve şiddet amaçlı olmadığı, çözüm ve müzakere süreciyle siyasî zeminde ilerlemenin mümkün olduğunun altını çiziyor. 3) Abdullah Öcalan’ın konumu. Sonuç metni, müzakere kanallarının yeniden devreye girmesinde, “Kürt halk önderi Sayın Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanmasınının, sürecin sağlıklı ve istikrarlı yönetilebilmesi için zorunlu” olduğunu vurguluyor.

DTK sonuç metni sadece bir meydan okuma değil, aynı zamanda bir davet. Bu, devlet saldırılarını durdurduğunda, çatışmaların hemen sona ereceğini gösteren bir davet. Bu, aynı zamanda, çözüm ve müzakere sürecine dönülmesi yönünde bir davet. Bu, bu sürecin yeniden Abdullah Öcalan’la görüşmelerin başlamasıyla istikrar kazanacağını açıklayan bir davet. Bu, çok daha geniş ölçekte, bir yeni anayasa daveti. Demokratik, devlet merkezli olmayan, 12 Eylül darbesinin tüm vesayetçi, otoriter yanlarını yok ederek demokrasiyi aşağıdan yukarı bir işleyiş olarak ele alan, merkezî devlet aygıtıyla bölgelerin, şehirlerin ve yerellerin işleyişinin yeni baştan kurgulanmasına çağıran bir davet. Bu davetlerin toplamı, Kürt hareketinin hendek kazmaya meraklı olmadığını, içine girmek zorunda olduğu bu sürecin sınırlarını hangi noktalarda belirleyebileceğini de gösteren bir barış platformu.

Şimdi sorun, devletin hangi adımları atacağında düğümleniyor. Devletin savaş politikasına nerede sınır çizecek? Yeniden, önceki süreçten daha farklı olsa da çözüm süreci ve diyalog yönünde mi adım atacak, yoksa hem bölgede hem de Türkiye’de çok daha sonu belirsiz bir maceralar silsilesine mi girecek? Mesut Yeğen, “Hendekten müzakereye” başlıklı yazısında (http://www.aljazeera.com.tr), “Devletin şehirleri PKK’den arındırmasının ve PKK’nin devlete rağmen Kürt şehirlerini yönetmesinin imkânsızlığının ortaya çıkmış oluşu müzakereye dönmek için yeterli bir zemin oluşturuyor.” diyor. Doğru, fakat devletin bu sürdürülemez savaşı daha da derinleştirip facia boyutuna vardırmasını engellemek için, bir uyarıcıya ihtiyaç var. Kürtlerin özgürlük, eşit koşullarda kardeşlik talebinin, artık siyasî bir statüyü hedeflediğini görerek örgütlenecek, bu taleple genel barış mücadelesi arasında köprüler kuracak ve devleti masaya oturmaya zorlayacak bir barış hareketi, böyle bir uyarıcı işlevi görebilir.

Şenol Karakaş

(AltÜst)

Bültene kayıt ol