On yıllardır süregiden ihmallerin sonucunda on binlerce insanın hayatını kaybettiği 6 Şubat Depremleri’nin ikinci yıl dönümüne yaklaşılırken, milyonlar Bolu’dan gelen facia haberiyle sarsıldı. Kentin kış turizmi bölgelerinden Kartalkaya Kayak Merkezi’nde bulunan Grand Kartal Hotel’in mutfağında çıkan yangının otelin tamamına yayılması sonucunda 36’sı çocuk 78 kişi hayatını kaybetti. Ülke tarihinin en ölümcül yangınları arasına giren bu facianın ardından kamuoyuna yansıyan tüm bilirkişi raporlarında ve meslek odalarının incelemelerinde en temel güvenlik önlemlerinin dahi alınmadığı ortaya çıktı.
6 Şubat depremlerine giden süreçte de benzer bir biçimde bilim insanlarının bölgedeki fayların önemli bir deprem riski taşıdığına dair açıklamalarına kulak asılmamış, depremin yaşandığı 11 şehrin hiç birinde şehirler mevcut fay hatlarına ve afet risklerine göre planlanmamış, “imar barışı” adı verilen bir uygulamayla çürük ve deprem yönetmeliklerine uygun inşa edilmemiş yapılara af getirilmiş, kentsel dönüşüm süreçleri kamu otoritesi ve müteahhitlerin iş birliğiyle bir rant ve mülksüzleştirme pratiğine dönüştürülerek kadük bırakılmış, ağır hasar alan ya da enkaza dönüşen binaların gösterdiği üzere yerel yönetimler denetleme sorumluluklarını doğru bir şekilde yerine getirmemiş, kısaca alınması gereken hiçbir önlem alınmamıştı. Bu ihmaller ve sorumsuzluklar zincirinin sonucu on binlerce insanın hayatını kaybetmesi ve milyonlarca insanın ise afetzede olarak türlü imkansızlıklarla boğuşmak zorunda kalması oldu.
Neden önlem alınmıyor?
Benzer bir senaryonun depremde en az 100.000 binanın çok ağır hasar almasının beklendiği İstanbul’da da gerçekleşmesi olası. Hatta Murat Kurum’a göre bu rakam daha yüksek: “İstanbul'umuzun yeni bir depremi kaldıracak gücü yoktur. İstanbul'daki 7,5 milyon konut ve iş yerinin 1,5 milyonu yüksek risk altındadır. Ne yazık ki milyonlarca İstanbullu kardeşimiz, tıpkı Konya'daki bina gibi her an yıkılacak 600 bin evde oturmaktadır.” Tüm bu riskler ifade edilirken ise depreme önlem olarak önerilen tek şey yapı stokunun yenilenmesi. Ancak bu konuda öncü rol oynaması gereken TOKİ’nin 2003-2023 döneminde ürettiği toplam 1 milyon 341 bin konutun yalnızca yüzde 12’sini yoksul gelir grubuna yönelik üretilen konutlar oluşturuyordu. Ayrıca, bu konutların çok az bir kısmı İstanbul’da. Kentte yaşayan yoksulların ve maaşlı çalışanların güvenli bir evde oturması kiralar, konut kredileri ve dönüşüm için müteahhitlerce istenen bedeller göz önünde bulundurulduğunda imkânsız görünüyor.
Gelir adaletini ve yoksulluğun bitirilmesini değil bütçe dengesini ve sermayeye aktarılacak kaynakları önceleyen ekonomi anlayışı ise iktidarın uzun yıllardır uyguladığı politikaların temelini oluşturuyor. Ancak iktidar bu konuda yalnız değil. Yaklaşık 50 yıldır uygulanan ve eğitim, sağlık, barınma için kamu harcamalarının kısılması, kamu kaynaklarının özelleştirilmesi, doğal kaynakların ve emeğin kontrolsüz sömürülmesi gibi politikalara yaslanan kapitalizmin neoliberal biçimi tüm dünyayı etkisi altına aldı. Yönetim, dağıtım ve denetim yetkilerinin tamamen özel sektörün elinde olduğu bu düzenin tek amacı ise daha fazla kâr etmek.
Mesela geçtiğimiz günlerde başkanlık görevine başlayan Donald Trump, faşist milyarder Elon Musk’ı kamu harcamalarını denetleyecek olan kurumun başına -“gereksiz” görülen harcamaları kısması için- getirdi. Musk ise sosyal güvenlik, savunma, sağlık, sosyal hizmetler gibi alanlardaki harcamalardan 2 trilyon dolarlık bir tasarruf yapacağını açıkladı. Musk daha sonra bunun yarısının bile “efsanevi bir sonuç” olacağını ifade etse de ABD savunması için bir “demir kubbe” yapacağını duyuran Trump yönetiminin savunma harcamalarını kısmayacağı ve kesintilerin büyük oranda sabit ve dar gelirlilerin haklarından yapılacağı ortada.
Nasıl hayatta kalacağız?
Öte yandan kamu gücünün bu fütursuzlukla tırpanlanması, tarafsız otoritelerce yapılması gereken denetimlerin ve yerine getirilmesi gereken sorumlulukların, yasalarla önü açılarak kâr amacı güden şirketlerce yürütüldüğü bir düzende hepimiz için “can alıcı” sonuçlar doğuruyor. Oysa adil bir iş bölümü içinde herkesin sağlık, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılandığı eşit bir toplumsal düzende Bolu’daki yangının da 6 Şubat’ta yaşanan depremlerin de Soma gibi maden facialarının da beklenen İstanbul depreminin de bu kadar ölümcül bir biçimde gerçekleşmeyeceği aşikâr.
Çünkü mevcut düzende kendisi de oteller zinciri sahibi olan bir bakan görev ve sorumluklarını yerine getirmediği halde koltuğunda oturmaya devam edebiliyor, başka bir bakansa acılı ailelere denetleme sorumluluğunun kimde olduğunun ortaya çıkmasının 10 gün süreceğini söylüyor. Halbuki sorumluluğun kimlerde olduğu raporlarca sabit. Rutin bildirimler için otel yönetiminin talebi üzerine belediye itfaiyesi yangın güvenliği denetim raporu olumsuz oluyor ve ardından alelacele özel bir denetleme şirketinden olumlu rapor alınarak bakanlığa bildiriliyor. Bakanlık ve İl Özel İdaresi de bu otelin gerçekten kural ve talimatlara uyup uymadığını denetlemiyor ve işletmenin faaliyetlerini engellemiyor.
El birliğiyle 78 insanın ölümüne neden olan bu düzenin suç ortaklarının isimleri değişse de rolleri başımıza gelen her felakette aynı. Ancak toplum sağlığının ve refahının kâra kurban edilmediği yeni bir anlayış bizi bu çıkmazdan kurtarabilir!
Umut Mahir Özen