21 Ocak 2025 gecesi Kartalkaya’da bulunan Bolu Grand Kartal otelinde çıkan yangında 36’sı çocuk, 78 kişi öldü. Pek çok aile tamamen yok oldu. Yangın gece saatlerinde otelin restoran bölümünde başlarken, yoğun ahşap kaplamanın kullanıldığı otelde hızlı yayıldı. Oteldeki yüzlerce kişi, duman nedeniyle otel merdivenlerine ulaşamadı, birçoğu camları kırarak, çarşafları birbirine bağlayarak otelden çıkmaya çalıştı. En az iki kişi bu sırada düşerek hayatını kaybetti. Otel yangınında hayatını kaybedenlerin bedenleri, bir tavuk firmasının soğutmalı kamyonunda bekletildi. Ölen pek çok kişi, ancak DNA analizi ile teşhis edilebildi.
Her detayı ayrı bir öfke uyandıran bu yangın, bir katliam olarak adlandırılabilecek bu felaket, “Allah’ın takdiri” değildi. “Kader” değildi. Onlarca ihmalin, tedbirsizliğin, denetimsizliğin, gerçekleşmesi için tüm şartları hazırladığı bir cinayetti. Bu durum Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve bu birliğe bağlı olan odaların yaptığı açıklamalarda madde madde açıklanıyordu. Otelde çıkan bir yangını otomatik söndüren yağmurlama (Sprinkler) sistemi bulunmuyordu. Yangın söndürme tüpleri yoktu veya etkili değildi. Yangın algılama sistemi, kaçış yollarını gösteren ışıklar ve en önemlisi yangın çıktığını belirten ses uyarı sistemleri çalışmıyordu.
Tam da bu yüzden otelde kalan insanlar yangının çıktığı zamandan, her şey için çok geç olana duman yüzünden odalarından çıkamayana kadar yangından haberdar olamadılar. Bazı iddialara göre 02.30’da başlamış olan yangın, bir saat sonra bütün binayı sardı. İtfaiye araçlarının otele gelişi ise 04.15’i bulacaktı. Çünkü Kartalkaya’da bir itfaiye istasyonu yoktu. Çünkü dağın başına itfaiye kurmak maliyet demekti. Araç, bina ve çalışan demekti. Oysa devir kemer sıkma devriydi, tasarruf devriydi. Kamuda maliyetler azaltılırken, personel servisleri bile kaldırılmaya çalışılırken kimse yeni bir itfaiye istasyonuna para ayırmazdı. Hem zaten Kartalkaya’da büyük bir yangın çıkması sadece bir ihtimaldi, bir belgenin dipnotunda kalmış bir risk faktörüydü sadece.
TMMOB’un açıklamalarında Odalar Birliği’nin yetkilerinin AKP tarafından nasıl tırpanlanmaya çalışıldığına da yer veriliyor. Ayrıca 2017 tarihinde değişiklik yapılan “Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmelik’te 2007’den önce yapılan binaların yangın önlemleri zorunluluklarının nasıl kaldırıldığı, patronlara nasıl “kolaylıklar” sağlandığını da ifade ediyor. Teşviklerle, muafiyetlerle, vergi aflarıyla, regülasyonların azaltılmasıyla yapılan her türlü kolaylık. Yeter ki daha fazla turist gelsin, ekonomi işlesin, kârlar artsın, o kârlar da dönüp dolaşıp bürokratından siyasetçisine birilerinin cebine girsin. Bazı kurallar esnetilebilir, bazı düzenlemeler görmezden gelinebilir. Ucunda ölüm yok ya.
350 yataklı bir otelin sadece kuruluşunda değil, düzenli olarak denetlenip denetlenmediği, bu denetimin kimin tarafından yapılması gerektiği yangından bu yana tartışılıyor. Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan ile hem bir Turizm firmasının sahibi hem de Kültür ve Turizm Bakanı olan Mehmet Nuri Ersoy, sorumluluğu birbirlerine atıyorlar. AKP yangının yaşandığı ilk andan beri, bütün medyasıyla birlikte kendisini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışıyor. Ölenler ise bu belge savaşlarının, yönetmelik maddelerinin bitmek bilmeyen yorumlamalarının, bilirkişi raporlarının ne zaman yasal ne zaman “korsan” sayılacağı tartışmalarının çok ötesinde katillerini izliyorlar.
Son yaşanan yangın, bütün korkunçluğuna rağmen yeni bir hikâye değil Türkiye toplumu için. Fayn gazetesinin hazırladığı “Onlarca önlenebilir facia: Sıfır İstifa” başlıklı bir liste, AKP hükümeti dönemindeki büyük kazaların listesini yeniden hatırlatıyor: Bingöl depremi, Pamukova tren kazası, Kütahya tren kazası, Davutpaşa patlaması, Ayamama sel felaketi, Karadon deprem kazası, Van depremi, Soma maden faciası, Ermenek maden kazası, Şirvan maden kazası, Aladağ öğrenci yurdu yangını, Çorlu tren kazası, Ankara tren kazası, İzmir depremi, Elazığ depremi, Akdeniz orman yangınları, Batı Karadeniz sel felaketi, Amasra maden ocağında patlama, Kahramanmaraş depremleri, Adıyaman ve Şanlıurfa sel felaketi, İliç maden faciası, Beşiktaş gece kulübü tadilatı yangını, Balıkesir mühimmat fabrikasında patlama… Uzayan ve devam eden bir liste, bu listenin hazırlanmasından sonra yaşanan Konya’nın Selçuklu ilçesinde çöken ve iki kişinin öldüğü binayı da biz ekleyebiliriz. Bu listenin karşısında ölüm sayıları dokuzdan, 53.000’e kadar değişen. AKP’nin neredeyse istifa kelimesini sözlükten silecek vurdum duymazlığı, pişkinliği, umursamazlığı, çok haklı bir öfke kaynağı. Hepimiz için.
Ortak olan nedir peki bütün bu olaylarda? Dört ayrı tren kazası var listede, bu “kazalar” neden birden sık sık görülmeye başlamıştı peki? Mühendislik hatalarının, bakımların ihmal edilmesinin, yetersiz sayıda çalışana daha çok iş yaptırılmasının, ama en çok ve en başta özelleştirmelerin, taşeronlaşmaların, maliyet kısıntılarının sonuçları değil miydi bunlar? Peki bu sadece demiryollarında mı böyleydi? Orman yangınlarını söndürecek uçaklar yoktu, devletin üst mevkilerinde uçak kıtlığı çekilmese de. Madencilerin yüzlercesi ölebilirdi kaçak/denetimsiz/taşeron madenlerde. Yurtları ve okulları kapatılan öğrenciler üzerlerine kapı kitlenen tarikat yurtlarında yanarak ölüme terk edilebilirdi, çünkü her köyde okul olması “rasyonel” de değildi, “sürdürülebilir” de. Üstelik birilerine alan açmak gerekiyordu. Bilim insanları deprem konusunda onlarca kez uyarmasına rağmen, ucuz maliyetle, denetimsiz, tabut binalar inşa edilmesinin en önemli sebebi daha çok para kazanmak olmadı mı hep? Nasılsa birileri sermayenin suçlarının bütün izlerini kapatır, yüzsüzce geldikleri cenazelerde, sabrı vaaz eder, ölenlerin şehitlik mertebesine ulaşması için dua ederlerdi nasıl olsa. Kalanlara ise verilecek bir şey bulunurdu. Acılar ya soğur veya artık siyasetin değil, kişinin kendi trajedisi olurdu. Zor günlerdi bunlar, siyaset yapılmazdı.
Yaşadığımız hayatın etrafında döndüğü kavram bir var. Bu yokmuş gibi düşünmek daha rahat, daha teskin edici. Öyle yaptığımızda içimizi soğutacak kurbanlar bulmak daha kolay. Yan tarafta insanlar yanarak ölmüşken kayak yapana kızmak, en kolayı, en konforlusu. “Bizim halkımızdan bir şey olmaz” diye muğlak ve değişmez bir geriliğe hayıflanmak da çok kolay. Ama bu teskin edici açıklamaları bırakıp, bir adım geri atıp, insanların neden böyle davrandığına bakarsak görebiliyoruz olan biteni. Bu toplum kâr temelli bir toplum, insan temelli değil. İnsan hayatı ucuz ve gözden çıkarılabilir. Dünya tatlısı bir çocuk da olsanız, bir aylık bir bebek de olsanız değeriniz, sahip olduğunuz sermaye kadar. Paranız yoksa güvenliğiniz, sağlınız, geleceğiniz öncelik sıralamasında üstte değildir. Var olarak yarattığınız maliyet, sağlıklı kalmaya çalışarak neden olduğunuz kaynak kullanımı, bir bilançoya döküldüğünde çoğunlukla eksi bir figürden ibarettir. Buna rağmen yaşamaya çalışıyorsanız da, hayatta kalmanız bir şans meselesidir sadece.
AKP’nin yıllardır hayatımızı çürüten rezillikleri bize zaman zaman unuttursa da yalnız Türkiye’deki bir düzen değil bu üstelik. 14 Haziran 2017’de Londra’da bulunan Greenfell Kulesi olarak anılan bina 60 saat boyunca yanmış ve yangında 72 kişi ölmüştü. Buzdolabındaki bir elektrik arızasından çıkan yangın, binanın yalıtım malzemesine sıçramış ve alevler binayı hızla sarmıştı. Bina 2015-2016 yıllarında bir yenilenmeden geçmiş ve ucuz alüminyum kompozit paneller kullanılmıştı. Yalıtım malzemesi alınırken ise yangına daha dayanıklı malzeme tercih edilmemişti. Neden mi? Daha pahalıydı çünkü. Bina yoksullara belediye meclisi tarafından kiraya verilmişti ve binada kalanların yüzde 85’i İngiltere’de azınlık olan insanlardı.
Daha yakın bir yere ve zamana gelelim. Yunanistan’da 28 Şubat 2023’te gerçekleşen Tempi tren kazasında iki tren kafa kafaya çarpıştı. 342 yolcudan 57’si hayatını kaybederken 85’i yaralandı. Çarpışmanın yaşandığı vagonlardaki sıcaklık kazanın etkisiyle 1300 dereceye kadar çıkmıştı. Yunanistan tarihindeki en büyük demiryolu kazasının ardından orada da yetkililer “insan hatası” ve “trajik kaza” lafları etmişlerdi buradaki gibi. Ölenlerin sayısının resmi yolcu listesinde yer almayanlar nedeniyle çok daha fazla olduğu, ama bunun örtbas edildiği şüphesi de yine Türkiye’den yabancı olmadığımız bir durumdu. İki tren aynı hatta yirmi dakika boyunca ilerlerken kazayı önleyecek hiçbir güvenlik sistemi devreye girmemişti. Yunanistan’da, aynı Türkiye’de hedeflendiği gibi ulusal kamu tren taşımacılığı parçalanmış ve özelleştirilmişti. Altyapı hizmetleri ve bakım gibi “maliyetli” işler ise kamuda kalmıştı. Kârlı hatlara öncelik verilirken, diğer hatlar kaderine terk edilmiş, yatırım yapılan hatlarda ise hıza öncelik verilmişti, çünkü amaç uçakla rekabet edebilmekti. Tüm bunlar yapılırken personel sayısı azaltılmıştı. Aynı eylemler, aynı sonuçları getirdi.
Liste uzatılabilir; California’da çıkan yangınlar da, 1 Kasım 2024’te Sırbistan’daki Novi Sad tren garının giriş kısmındaki çatının yıkılması da söylenebilir. Bu olayda içlerinde altı yaşında bir çocuğun olduğu 14 kişi hayatını kaybetti. Bu facianın hemen ardından Sırbistan genelinde başlayan yolsuzluk karşıtı eylemlere on binlerce kişi katıldı. Başkent Belgrad’da eylemlere katılanların sayısı 100.000’i buldu. Eylemler hala devam ediyor. Yunanistan’daki tren kazası da ülkede büyük bir eylem ve grev dalgasına neden olmuş, Eylemlere 2,5 milyon kişi katılmıştı. 8 ve 16 Mart’ta ülkede iki kez genel greve gidilmiş. Bu tepkinin ardından dönemin Ulaştırma Bakanı Kostas Karamanlis istifa etmişti.
Hikâyenin Türkiye’den farklılaştığı yer burası. Bugün İngiltere’de Grenfell yangını hakkında bir soruşturma yapılıyorsa, Yunanistan’da Bakanlar istifa ediyorsa, bu ne İngiltere ve Yunanistan’ın “medeniyet düzeyinden” kaynaklanıyor ne de oradaki yöneticilerin insaniyetinden. Yaşam hakkı sınıf mücadelesinin parçasıdır. Bir sınıf olarak kolektif olarak gücünüz varsa yaşarsınız, ne kadar gücünüz varsa da o kadar insanca yaşarsınız. O gücü inşa edebildiğimiz ölçüde insanca yaşama umudumuz olacak bizim de. Bizi korumak için ne devletle yaptığımız farz edilen “toplumsal sözleşmeye” güvenebiliriz, ne de merkezinden yereline yöneticilerin vicdanlarına ya da öteki dünyadaki adalet mekanizmasına sığınabiliriz. Yangını, seli, heyelanı ne varsa katlandığımız, deprem ihtimalini bile bile riskli evlerde yaşadığımız bu delilik halinden kurtulmanın kestirme bir yolu yok. Ya birlikte kurtulacağız ya da ölçeği giderek büyüyen afetlerin biri değilse birinde biz de bir istatistik olacağız.
Onur Devrim