Geçtiğimiz yıl Türkiye’de altı öğe belirleyici oldu. İlki, Şubat ayında Maraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde arka arkaya yaşanan ve bir felakete dönüşen iki depremdi. Nerdeyse tüm yıla yayılan 14 Mayıs-28 Mayıs seçim süreci ile ona dair tartışmalar da ikinci öğeydi. Önemli bir olay da yılın yine tümüne yayılan hukuk skandalları ve yargının bir yıldırma aracı olarak kullanıldığını gösteren olgular oldu. Bu aynı zamanda iktidarın otoriter eğilimlerinin dozunu artırdığının da göstergesiydi. Yıl boyunca LGBTİ+’ların düşmanlaştırılmadığı tek bir gün geçmedi. Yıla damgasını vuran asli sorunsa toplumun büyük çoğunluğunu ezen yoksulluk oldu.
Bitirmekte olduğumuz yıl, iktidarın ekosisteme yönelmiş ağır saldırılarıyla da belirlendi. Orman katliamı, zeytinliklerin yok edilmesi ve Akbelen’de direnen köylülere saldırılar gündemin merkezine oturdu. Ama 2023 Türkiye’de aynı zamanda yoksulluğa, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına, ekosisteme yönelik saldırılara ve özgürlüklerimiz üzerindeki baskılara karşı verilen mücadelelerin de yılıydı.
Felaketin boyutları
20 Şubat’ta çok uğursuz bir sabaha uyandık. Maraş'ın Pazarcık ilçesinde saat 04.17'de 7,7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Ülke daha tam olarak durumun ağırlığını fark edememişken, öğleden sonra yine Maraş’ın Elbistan ilçesinde, bu kez de 7,6 büyüklüğünde yeni bir deprem daha meydana geldi. 1999 depreminden 3,9 kat büyük olduğu söylenen depremler 11 ilde ve hatta Suriye, Irak, Kıbrıs’ta dahi hissedildi.
İki büyük deprem ve binlerce artçı yaşandıktan sonra, artık kurtarma faaliyetlerine son verildiği açıklandığı sırada, yani Maraş merkezli depremlerden 15 gün sonra bu kez de Hatay merkezli 6,5 ve 5,8 büyüklüğünde iki yeni deprem daha oldu. İlk 2 gün içerisinde gerçekleşen 100’den fazla artçı depremin üç tanesinin büyüklüğü de 6’nın üzerindeydi.
Depremlerde resmi ölü sayısı 50.090 olarak tespit edildi ve bu ölümlerin neredeyse yarısı Hatay’da yaşandı, ancak cesetleri dahi bulunamayan binlerce kişi de kayıp olarak kayıtlara geçti. 164 bin 321 bina yıkık, acil yıkılacak ve ağır hasarlı olarak tespit edildi. Yıkılan bina sayısı da 35 bin 355 olarak açıklandı. 7.340 kişi de enkazlardan kurtarıldı. Ölenler arasında 7 bin Suriyeli göçmen de bulunuyordu.
Deprem günlerinde ırkçılık
Yoğun bir ırkçı saldırıya ve ayrımcılığa maruz kalan göçmenlerin 50 bin kadarı Suriye’ye göç etmek zorunda bırakıldı.
Suriye’de de depremin etkileri son derece yıkıcı oldu. Birçok şehirde onlarca bina yıkıldı, ölü sayısı 6.800 olarak açıklandı.
Nerede bu devlet!
Afet sonrası altın saatler olarak bilinen ilk 72 saat içinde inanılmaz bir koordinasyonsuzluk krizi yaşandı. İlk gün neredeyse hiçbir kurtarma ekibi bölgeye ulaşamadı, ulaşanlar ise AFAD’ın onları koordine edememesi nedeniyle kurtarma çalışmalarına başlayamadı.
Daha sonra Erdoğan ilk günlerde yardım ulaştırılamadığını itiraf eden bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: "Sarsıntıların yıkıcı etkisi, olumsuz hava nedeniyle ilk birkaç gün Adıyaman'da arzu ettiğimiz etkinlikte çalışma yürütemedik. Bunun için helallik istiyorum."
Sadece yardım ulaştıramamak değildi sorun, halka eziyet etmek dışında bir hazırlığı olmayanlar ekolojik bir felaketi de tetiklemişti. Sultansuyu barajı ve Malatya’nın Sürgü Barajı’nda çatlaklar meydana geldi. Hatay'da afet sonrası ortaya çıkan atıkların ve enkaz yıkıntılarının Türkiye'deki biyolojik çeşitlilik için önemli bir sulak alan olan Milleyha Kuş Cenneti'ne deşarj edildiği görüldü. Enkazlar birçok yerde zeytinlik alanlara veya kentlerin çok yakınına boşaltıldı. Enkaz kaldırma çalışmalarında asbest tehlikesine hiç dikkat edilmedi. Greenpeace Akdeniz’in yaptığı hava kirliliği ölçümlerinde, enkaz çalışmaları sebebiyle, deprem bölgelerindeki hava kirliliğinin Dünya Sağlık Örgütü sınırlarının 5 katından fazla olduğu ortaya çıktı.
Afet değil cinayet, yönetim değil vurdumduymazlık
Hatay Üniversitesi Öğretim Üyesi Ali Utku Şahin'in 2020 yılında yazdığı raporda Hatay'a yönelik uyarılarda bulunmuş olduğu ortaya çıktı: 52 bin bina yıkılacak, 30 bin can kaybı yaşanacak. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ise gaf demenin dahi yumuşak kaçtığı bir açıklama yaparak “Bizim hazırlığımız İstanbul depremineydi” dedi.
Depremin bu kadar hızla büyük bir afete dönüşmesinin nedeni, Türkiye kapitalizminin ve 20 küsur yıldır bu kapitalizmi yöneten AKP iktidarının kâr dışında hiçbir şeyi düşünmeyen, kural tanımaz yapısıdır.
Bu kadar insan, bu kadar canlı deprem nedeniyle değil; depremin yerine rantı, kârı, sermayeyi umursayan rejim mimarisi nedeniyle yaşamını kaybetti.
Büyük bir dayanışma dalgası
Bir avukat, Maraş merkezli depremlerdeki can kayıplarında sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birçok yönetici hakkında suç duyurusunda bulundu. Ekoloji örgütleri ve çeşitli örgütler de ihmali olan kamu görevlileri hakkında suç duyurusunda bulundular.
Depremlerin ardından ara verilen Süper Lig'de maçlar, tribünlerden yükselen "hükümet istifa" sloganlarıyla başladı.
Hem tek tek insanlar hem de sendikalar, sol gruplar, mahalle inisiyatifleri geniş bir seferberlik başlattılar. Dayanışma çok büyüktü. Dayanışmanın gücü, cezaevlerinde bile kendisini hissettirmişti. Gezi davasından haksız bir şekilde tutuklu bulunan Osman Kavala şu açıklamayı yaptı: “Yaşadığımız devasa felaketten sonra gelişen büyük sivil dayanışmanın, kardeşlik ruhuyla birlikte, eşit yurttaşlık anlayışının yaygınlaşmasına, insan hayatı ve insan haklarına yönelik duyarlılığın güçlenmesine büyük katkı sağlayacağına inanıyorum. Depremzede kardeşlerinin acılarını paylaşmak ve hafifletmek için seferber olan tüm dayanışma gönüllülerine başarılar diliyorum. Onların arasında olamamaktan büyük üzüntü duyuyorum.”
Fakat dayanışma dalgası çok büyük olmasına rağmen, iktidardan hesap soracak politik bir liderliğin eksikliği nedeniyle bir süre sonra sönümlendi. İktidarın baskıcı politikaları, sınıf hareketinin bölünmüşlüğü ve sendikaların cansızlığı dışında deprem günlerinde oluşan devasa öfkenin sokaklarda aktif bir mücadeleye dönüştürülmesinin önündeki bir engel de muhalefetin hemen tüm kesimlerinin her sorunun çözümünü seçimlere ertelemeseydi.
Kısa süre sonra seçimlerin çantada keklik olmadığı da ortaya çıkacaktı. Seçim ertelemeciliği, iktidarın seçimleri kazanmasındaki ana etkenlerden birisi haline geldi.
14 Mayıs seçimleri: ‘Sağa karşı sağcı muhalefet’ kaybetti
İktidarın tüm siyasi alanı içindeki figürlerle birlikte sağa çektiği koşullarda işlemeye başlayan seçim takvimi üç ayrı muhalefet anlayışının açığa çıkmasına neden olmuştu. İlki 6’lı Masa’ydı ve 6’lı Masa’nın olumlu bulunmasının nedeni de mevcut iktidar yapısının sağcı aşırılıklarını olağanlaştırmış ve tüm siyasi alanı cenderesi altına almış olmasıydı.
Küçük bir normalleşme vurgusu büyük umutlar doğurabiliyor. Bu açıdan da, aşırı sağcı bir iktidar ittifakına karşı bir dizi “demokratik” adımı atacağını vaat eden bir başka merkez ittifakın vaatleriyle karşı karşıyaydık. Fakat politik bir sürecin platformu olan 6’lı Masa, aslında sadece Erdoğan karşıtlığında anlaşabiliyordu. Onun dışındaki hemen her ciddi siyasi başlıkta bölünme eğiliminde olan sağcı bir zemindi.
Elinizdeki gazete ısrarla “Seçim, seçimlere ertelenemeyecek kadar önemlidir. Seçimleri kazanmak istiyorsan, mücadele etmek, mücadeleyi kazanmak zorundasın” diyordu. İktidar bloku Kemalizm ve devletin kadim geleneklerini taşıyan, ittihatçı eğilimlerin, derin eğilimlerin bir ittifakıyken muhalefette Kemalist, milliyetçi, sol Kemalist ya da ulusalcı fikirlerin hegemonya kurması çok tehlikeli bir eğilimin yaygınlaşması anlamına geliyordu. Bir yandan her sorun aslolarak seçimlere ertelenmişken, öte yandan milliyetçi fikirler muhalif saflarda daha da olağanlaşabiliyordu.
İktidarı sadece sandığa endekslenmiş bir çabayla yenebileceğini düşünmek ve bu nedenle sokağa çıkmanın, kitleselleşmenin imkânlarını sürekli es geçip toplumsal öfkenin örgütlenmesine yardımcı olmak yerine set çekmek sandık mağlubiyetinin kapısını aralayan asıl etmen oldu. Sık sık vurguladığımız gibi, Trump’ı yenen, sandıktaki Biden değil, sokaktaki Siyah Hayatlar Önemlidir hareketiydi. Milyonlarca insan bu harekete katıldı. Bolsonaro’yu yenen ise ülkedeki tüm ezilenlerin mücadelesi oldu. Türkiye’de milyonlarca insanı içine katabilecek, örgütlenme sürecinin aktif bir parçası hâline getirebilecek, çok somut isteklerle örgütlenecek ve hiçbir emek örgütünün, derneğin, partinin dışında kalamayacağı bir hareket Erdoğan iktidarının milyonlarla yüzleşmesini sağlayabilirdi. Ankara’da milyonların gövde gösterisi yaptığı bir hareket, seçimi garanti altına almanın da biricik yoluydu.
Yine de 14 Mayıs seçimleri, muhalefetin tüm beceriksizliğine rağmen, AKP’nin kazanmış gibi görünürken kaybetmesiyle sonuçlandı: 2018’e kıyasla 75 ilde oy kaybettiler. Orta Anadolu’daki kayıp ise çok büyüktü ve çoğu bölgede 2002’nin bile gerisinde kaldı.
Sosyalist İşçi’deki seçim analizlerinde vurgulamış olduğumuz gibi, AKP, seçmeni olan yüzde 60-70’lik ücretli emekçiler kitlesini yine seçmeni olan yüzde 20’lik sermaye sahipleri kitlesi adına sömürülmeye ikna eden bir partidir. Devlet açısından bulunmaz Hint kumaşı gibi muamele görmesinin nedeni de bu. Erdoğan bu ikna adımını özellikle Türk usulü başkanlık rejimiyle beraber istikrar ve güvenlik anlatısı üzerine inşa etti. İstikrar akla gelen her alanı kapsıyor: Ücretler, aile, devlet, ordu, sosyal yardımlar, terör ve elbette ekonomi. İkinci turda Erdoğan’a oy verenler tüm bu alanlarda istikrar anlatısını kabullendikleri için, bir değişime direndikleri için, muhalefet değişim için bu emekçileri ikna etme potansiyeli taşımadığı için ve bir hareketin sarsıcı kitlesel etkisi milyonlarca insana, Erdoğan’ın anlattığının tam tersine istikrarsızlığın ve yoksulluğun mimarı olduğunu göstermediği için oy verdi.
Seçimleri çantada keklik gören tüm muhalefet, seçim sonuçlarının ardından derin bir bunalıma girdi. CHP karıştı, İYİP hâlâ iç kargaşa içerisinde. İrili ufaklı sol örgütler, Kürt siyasal hareketi ağır bir mağlubiyet duygusunu ve beraberinde politik ve örgütsel bir krizi aynı anda yaşamaya başladı.
Bu durum iktidarın yıllardır pervasızca gerçekleştirdiği bir dizi alandaki saldırılarında daha rahat hissetmesine neden oldu. Seçimin en büyük kaybedeni AKP, muhalefet krizinin arkasına saklanmayı başardı.
Hukuka veda
Türk usulü başkanlık rejimi hepimizin bildiği gibi OHAL rejiminin teorize edilmiş halinden başka bir şey değil. Bunun iki vahim örneği Gezi davası, Kobanê davası ve Anayasa Mahkemesi’nin başına gelenlerdi!
2013 Gezi Parkı eylemleri ile ilgili beraat kararının bozulmasıyla tekrar açılan ve Osman Kavala’nın da aralarında bulunduğu 17 sanığın yargılandığı davada, 2022 yılının Nisan ayında bir karar açıklandı. Mahkeme Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet cezası verdi. Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi, Tayfun Kahraman için de 18’er yıl hapis cezası verildi. Bu yılın Eylül ayında ise Osman Kavala ile hükümeti devirmeye teşebbüse yardım suçundan 18 yıl hapis cezasına çarptırılan TİP Hatay milletvekili Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’in cezaları onandı.
Hiçbir delil olmadan sürdürülen bu dava tam bir intikam gösterisine dönüştü. Milyonlarca insanın katıldığı Gezi eylemleri darbecilik olarak kodlandı.
Gezi ile ilgili, arkadaşlarımıza yönelik bu aşırılaştırılmış yerli-milli zihinsel çarpıklığın ürünü olan suçlamaların ana sorunu hiçbir delile dayandırılmamasıdır. Karşı karşıya olduğumuz olgu, hukuki bir karar değil siyasal intikamcılıktır.
Gezi’yi hafızalardan silme isteği
Kavala’nın müebbet hapis cezası; Gezi direnişinin özgürlükçü, kitlesel, yaratıcı ve kendiliğinden niteliğinin yerine resmi bir tarih anlatısının, devletin bakış açısını sunan bir Gezi tanımının hâkim hale getirilmesidir. Bu resmi Gezi anlatısının en tehlikeli yanı, kitle eylemlerinin birkaç finansör, küresel bazı gizli figürler ve bunların kullandığı bazı isimlerle örgütlenebilecek bir şey olduğu vurgusudur. Mevcut iktidar blokunun inşası da kitle eylemlerinin darbecilikle eş tutulmaya başlandığı bir komploculukla, milyonlarca insanın birkaç karanlık ve paralı şahıs tarafından harekete geçirilebileceğini vaaz eden, kitleleri güdülen sürüler olarak algılayan yaklaşım ile resmileşmiştir. Zira Kavala’ya müebbet hapis vermek; ağaçları korumak için, demokrasi ve özgürlükler için Gezi’ye koşan milyonlarca insana “kandırıldın” mesajı vermektir. Gezi’de günlerce sabahlayan gençlere, birkaç kirli odağın oyununa geldiniz, demektir. Kitlelerin, siyasetin belirlendiği ve karar alıcıların cirit attığı bir sahada işi yok demektir.
Siyasal intikamcılığın hukuku kullanarak iş yaptığı bir diğer örnek de Kobanê davasıydı. Kobanê davasına konu olan eylemlerde ölenlerin yüzde 99’u HDP üyeleri olduğu halde, HDP yöneticileri bu ölümlerin sorumlusu olmakla itham ediliyor, eline silah almamış insanlar terör örgütü üyesi olmaktan yargılanıyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’nin hem Osman Kavala hem de Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararlarının uygulanmasını zorunlu kılan maddeleri ihlal ettiğini ve yükümlülüklerini yerine getirmediğini karara bağladı.
AYM’yi değil demokrasinin kırıntısını savunmak
Hukuk nasıl siyasetin doğrudan bir aracına dönüştürülebilir sorusunun yanıtı ise yılın sonlarına doğru AYM’nin hedef tahtasına oturtulmasında görüldü.
Hatay’dan Milletvekili seçilen Can Atalay'ın dokunulmazlığına rağmen hapiste tutulması AYM Genel Kurulu'nda oy çokluğuyla hak ihlali olarak değerlendirildi. Ve çok garip bir gelişme yaşandı. Yargıtay AYM kararını tanımadığı gibi "hak ihlali" kararı veren hakimler hakkında suç duyurusunda bulundu. Anayasaya göre en üst yargı organı olan ve aldığı kararların mutlak uygulanması gereken Anayasa Mahkemesi'nin üyeleri Yargıtay tarafından suçlandı.
AYM’ye yönelik yıpratma, korkutma ve yıldırma kampanyasının iki yönü olduğunu kavramak önemlidir. Bunların ilki, yeni bir tarih yazma girişimi nedeniyle buna ihtiyaç duyulması. Diğeri ise iktidarın şimdiki ve gelecekteki ihtiyaçları açısından, AYM’nin elinden bazı “kozların” alınmasının bir zorunluluk haline gelmiş olması.
2023 sayısız hukuksal skandalla tamamlanırken, eş zamanlı olarak yoksulluk da nüfusun ezici çoğunluğunu pençesine alıyordu.
Fakirden alıp zengine verdiler
Tüm AKP iktidarları fakirden alıp zenginin kasasına aktarma konusunda uzman sayılır. Ama Türk usulü başkanlık süresince tanık olduklarımız öncekilerle kıyaslanabilecek gibi değildi.
DİSK’in araştırmasına göre, İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) patronlara destek fonuna dönüştü. 2022’de işçilere yapılan ödemeler işsizlik sigortası fonu giderlerinin yalnızca yüzde 22,1’ini oluşturmuş, yüzde 76,1’i ise patronlara aktarılmıştır.
Başkanlık dönemi öncesinde milli gelir içinde emeğin payı yüzde 35,3 iken 2022’de yüzde 25,2’ye geriledi. Buna karşılık milli gelir içinde sermayenin payı başkanlık rejimi öncesi yüzde 48 iken 2022’de yüzde 56,7’ye yükseldi.
2005 yılında asgari ücret, ortalama ücretin yüzde 46’sı iken 2020’de yüzde 60’ına çıktı. 2002’de en düşük emekli aylığı asgari ücretin yüzde 40 üzerindeyken, 2023 Nisan’da asgari ücretin yüzde 88’ine (asgari ücretin altına) geriledi.
AKP’nin iktidara geldiği Aralık 2002’de yüzde 29,7 olan enflasyon Nisan 2023’te yüzde 43,6 oldu.
SSK’lıların alt sınır aylığı 1999 öncesinde yüzde 70 iken 5510 sayılı Yasa ile emekli aylıklarının sınırları yüzde 35-40 oranına geriledi.
Asgari ücret pazarlıklarının yapılmaya başlandığı bu günlerde şunu unutmamakta fayda var: 2023’ün son ayında yapılan araştırmalara göre, açlık sınırı 14.026 TL'ye, yoksulluk sınırı 45.687 TL'ye yükseldi.
Milyonlarca insanın açlık sınırının altında maaş aldığı, kaynakların dolaylı vergiler, vergi afları, zamlar gibi araçlarla doğrudan sermayeye aktarıldığı 2023 yılında yoksulluğa ve açlığa karşı örgütlü mücadelenin ve sendikaların hızla harekete geçmesinin önemi bir kez daha ortaya çıktı.
Ekosisteme savaş açan bir iktidar
2023 yılı boyunca, rejim sanki ekosisteme savaş açmış gibi bir durumla karşı karşıyaydık. Akbelen’de ve Hatay Dikmece’de yaşananlar bu sürecin bir özeti gibiydi. Temmuz ayının son haftasında Limak Holding’e ait termik santral için açık linyit alanı genişletme izni kapsamında Akbelen ormanında ağaç katliamı başlatıldı, dört yıldır ormanı savunan köylüler ve aktivistler bölgeye akın etti. Jandarma ise şirketin yanında yer alarak yaşam savunucularına sert müdahalelerde bulundu. Akbelen ile aynı günlerde Hatay’daki köylüler de zeytinlikleri için direnişe başladı, çünkü jandarma eşliğindeki iş makineleri Hatay'ın Dikmece Köyü'ndeki tarım arazileri ve zeytinlikler üzerine yapılmak istenen deprem konutları için bir çalışma başlatmıştı. Ağustos ayı boyunca Akbelen köylüleri ve yaşam savunucuları toprağın traşlanmasına, maden ocağının açılmasına karşı mücadelelerine devam etti.
Akbelen’le birlikte Türkiye’de madencilik izni verilen alanlar meselesi bir kez daha gündemin ilk sıralarına yükseldi. Yalnızca 2022 yılında 20 bin 615 hektar orman alanının amacı dışında kullanımına izin verildiği ortaya çıktı. 2012-2022 döneminde 109,804 hektar büyüklüğündeki ormanlık alan için madencilik izni verilmişti. “Enerji İzinleri” adı altında, ormanlık alanlarda ama ormancılık dışı faaliyetler yürütmek için başlatılan bu girişimlerin türlerine göre dağılımı ise şöyle: Nükleer Enerji Santralı, 1,002 hektar; Petrol Arama, 983 hektar; Enerji İletim Hatları, 82 bin 217 hektar; Hidroelektrik Santralı, 11 bin 23 hektar; Petrol İşletme, 66 hektar.
Maden patronlarının, petrol ve enerji şirketlerinin sözcülüğünü yapan iktidar ise ormanlarını, derelerini, göllerini, yaşadıkları yerleri, evlerini korumak için direnen insanları yıl boyunca marjinallikle suçlamakla meşguldü.
Direnmek ve Erdoğan’ın yenilebileceğini anlatmak
Erdoğan’ın yenilebileceğini anlatmak, Türkiye’de kapitalizmin aşılamaz bir sistem olduğuna dair giderek yaygınlaşan inançla mücadele etmek açısından da önemli. Erdoğan’a karşı mücadele kapitalizmden, kapitalizme karşı mücadele de Erdoğan’dan ayrılamaz durumda.
Seçim yenilgisi, iki yıla yakın bir süre estirilen parlamenterist rüzgâr, Erdoğan’ın başkan seçilmesiyle birlikte ağır bir moral bozukluğuna yol açarken gerçeklerin de hızla unutulmasına neden oldu. Oysa Erdoğan, muhalefetsiz tek otoriter lider olmasına rağmen büyük zorluklarla karşı karşıya. Ekonomi, Kürt sorunu ve Kürt halkının talepleri, rejimde yaşanan çürümenin etkileri, iklim krizinin şiddeti, emperyalist kamplar arasında sıkışıp her iki kampa da göz kırpması, Suriye sorunu, yoksulluk, düğüm düğüm olmuş (ve bizzat iktidarın belirleyici olduğu) yargı krizleri, dış sermaye ihtiyacını karşılama yeteneğinden yoksunluk… bu liste uzatılabilir.
Üstelik tüm baskı koşullarına rağmen ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı çıkanlar, göçmenlerle dayanışmak için canını dişine takanlar, iklim krizine ve ekolojik yıkıma direnen on binlerce insan, hakları için mücadele eden kadınlar, özgürlükleri için ses çıkarmaktan vazgeçmeyen Kürtler, cezaevlerinde haksız yere tutulan binlerce insan hakları aktivisti, sokak hayvanlarının hakları için mücadele edenler, hepimiz 2023 yılı boyunca direnmeye devam ettik. Sendikaların hantallığına rağmen direnen işçiler 2023 yılı boyunca zaman zaman ses getiren eylemler, direnişler örgütlediler.
2024 yılının, açlığa, yoksulluğa ve haksızlığa karşı birleşenlerin, “özgürlük işçilerle gelecek!” diyenlerin seslerinin daha gür çıkacağı bir mücadele dönemi olacağına inanıyoruz.
(Sosyalist İşçi)