Türkiye, Avrupa’daki en yüksek Roman nüfusa sahip ülkelerin başında geliyor ve dört ana etnik Çingene grubundan oluşan Rom, Dom, Lom ve Abdallara ev sahipliği yapan yegane ülke konumunda.**
Avrupa Konseyi’nin Romanlar ve Göçebeler Birimi’nin verilerine göre, Türkiye'deki Roman nüfusu yaklaşık 2 milyon 750 bin. Farklı kaynaklar tarafından ise Romanların nüfusunun 5 milyonun üzerinde olduğu ifade ediliyor. Türkiye’de etnisite temelli nüfus sayımı yapılmadığı için Romanların nüfusuna yönelik resmi bir veri bulunmuyor.
Modern Türkiye'nin temelleri atılırken, vatandaşlar arasında eşitlik ilkesi ve toplumsal adalet önemli hedefler olarak belirlenmişti. Ancak, Türkiye’de yaşayan marjinalleştirilmiş gruplar arasında yer alan Romanlar, eşit yurttaşlık ve toplumsal adalet konusunda cumhuriyetin başından bu yana istenilen düzeyde haklarına kavuşamadıkları gibi, günümüzde halen ayrımcılık mağduru olmayı sürdürüyor.
Yaşanan mağduriyetler, Roman toplumunun kamusal ve toplumsal yaşama eşit yurttaşlar olarak katılımını önemli ölçüde kısıtlarken, başta sağlık, istihdam, barınma ve eğitim olmak üzere, toplumsal yaşamın her alanında yaşanan dışlanma ve ayrımcılık, Romanların karşı karşıya kaldığı yoksulluk başta olmak üzere, ağır sonuçlara yol açmaya devam ediyor.
Bununla birlikte, son yıllarda az da olsa umut vaat eden adımların atıldığına tanıklık ediyoruz. Romanlarla ilgili ayrımcı ifadeler içeren yasaların bazılarının değiştirilmesi ve toplumun haklarının güvence altına alınması yolunda yetersiz de olsa bazı ilerlemeler kaydedildi.
Yoksulluk, eşitsizlikler ve ayrımcılık
Romanlar, Türkiye’deki kırılgan toplumların başında geliyor. Bu kırılganlık, özellikle deprem, sel felaketi, ekonomik krizler veya bölgesel çatışmalar gibi kriz veya felaket dönemlerinde toplum üzerinde çok daha yıkıcı etkiler yaratıyor. Yakın zamanda yaşanan pandemi ve deprem felaketi ile şu sıralar yaşanmakta olan iklim krizi bunlara örnek teşkil ediyor. Normal koşullarda bile çok zorlu çabalarla hayatta kalma mücadelesi veren Roman toplumu, bu tür felaketlerin yaşanması durumunda, yaşama tutundukları en küçük bağlarından bile koparıldıkları daha kırılgan bir konuma itiliyor. Böyle durumlarda toplumun yeniden toparlanması, bütün bir genç neslin yaşayacağı derin bir yoksulluk pahasına gerçekleşebiliyor.
Romanların çoğu hurda toplayıcılığı, sokak satıcılığı, gündelik temizlik, inşaat işçiliği, mevsimlik tarım işçiliği gibi vasıfsız ve güvencesiz işlerde çalışıyor. Küçük bir azınlığı kamuya ait işyerlerinde nadiren kadrolu, çoğu zaman ise sözleşmeli olarak çalışıyor. Romanların özel sektöre ait kurumsal işletmelerde çalışmaları ise pek görünen bir durum değil. Bu koşullarda olağan zamanlarda elde ettikleri kazançlar bile hane halkının temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor ve bu nedenle de temel beslenme konusunda sıkıntı çekiliyor.
2021 yılında Sıfır Ayrımcılık Derneği’nin Sosyal Demokrasi Vakfı ve İstanbul Planlama Ajansı ile ortaklaşa gerçekleştirdiği, “Türkiye’de Roman Toplulukları ve Yoksulluk Araştırması’nın” sonuçları, Roman toplumunda derinleşen yoksulluğu açık bir şekilde ortaya koydu. Araştırmanın sonuçları, yoksulluğun yol açtığı beslenme ve sağlık gibi ek sorunların, Romanların yaşam beklentisinin ülke genelinin çok altında kalmasına yol açtığını gösteriyor.
Türkiye'de ortalama yaşam süresi 78,6 yılken, Romanlar arasında bu süre 68,5 yıla kadar düşüyor. Araştırma, 0-5 yaş arası Roman çocuklarının yüzde 50’sinden fazlasının beslenme konusunda ciddi sorunlar yaşadığını gösterirken, özellikle kırsal kesimlerde yaşayan Roman çocuklarının eğitim gereçlerine erişiminde büyük sıkıntılar yaşadığını ortaya koyuyor. Veriler, araştırmaya katılan Roman ebeveynlerinin yüzde 79,5’inin çocuklarının geleceğinden büyük endişe duyduğunu gösteriyor. Toplumun öne çıkan en önemli taleplerinin başında ise sosyal yardımlardan yararlandırılmaları ve istihdam olanaklarının sağlanması geliyor.
Romanlar en çok gündelik hayatta ayrımcılığa maruz kalırken, devlet daireleri, eğitim kurumları ve hastaneler gibi kamu hizmeti verilen alanlarda da yoğun olarak ayrımcılığa uğruyorlar.
Romanların yaşadıkları ayrımcılık, aynı zamanda onları toplumun geneli içinde adeta görünmez kılıyor. Medya’da yaratılan “Roman” algısı; müzisyen, çiçekçi, ‘eğlenceye düşkün’ ya da ‘uyuşturucu satan’, ‘hırsızlık yapan’ gibi, bol etiketli ve damgalanan karakterler şeklinde. Çoğu kez bu kalıp yargılarla yaratılan algılarda Romanların bireyselliği, farklılıkları ve kişilikleri eksik ya da neredeyse hiç yok; birer etiketten ibaret görülüyorlar. Romanlar yaratılan algılarla adeta insandışılaştırılıyor.
Kamu politikaları ve sorunları
2005 yılında bünyesinde önemli oranda Roman nüfusu barındıran 12 Avrupa ülkesi, Romanlara yönelik ayrımcılığın sonlandırılması ve Romanlarla toplumun geriye kalan kesimleri arasındaki yaşam koşullarına ilişkin uçurumun kapatılması amacıyla, “Roman İçermesinin On Yılı Programı’nı” başlattı. Bu inisiyatif, Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde aday bir ülke olan Türkiye’nin de adım atmasında etkili oldu.
2009 yılında Türkiye’de Romanların yaşam koşullarının düzeltilmesine yönelik ilk adımlar atılmaya başlandı ve dönemin Devlet Bakanı Faruk Çelik öncülüğünde bir “Roman Çalıştayı” ve ardından da 2010 yılında “Roman açılımı” gerçekleştirildi. Bu girişimler, devletin ilk kez Romanların sorunlarını gündemine aldığı tarihsel bir adım oldu.
Bu girişimlerin sonucu olarak, yasal mevzuatta yer alan Romanlara yönelik ayrımcı ifadelerin temizlenmesine yönelik adımlar atıldı. 2016 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından hazırlanan, “Roman Vatandaşlara Yönelik Sosyal İçerme Strateji Belgesi (2016-2021)” yayınlandı. Bunu takiben, “Birinci Aşama Eylem Planı (2016-2018)” ve ardından Mart 2018 tarihinde “II. Aşama Eylem Planı (2019-2021)” açıklandı.
Strateji belgesi, Romanların yaşadığı sorunları net bir şekilde dile getiren ilk resmi belge niteliği taşımasına karşın, sonrasında atılması gereken adımlar konusunda oldukça yetersiz kaldı.
Bunun birkaç nedeni var: Birincisi, Strateji belgesi Romanların yaşadığı mağduriyetleri yeterince kapsamlı bir şekilde tanımlamıyor ve sorunlara ilişkin çözüm odaklı bir eylem planı sunmuyordu. Dolayısıyla da çözüme yönelik atılması gereken stratejik ve somut adımlar konusunda bir netlik yoktu. İkincisi, sorunlara kısa vadeli bir perspektifle yaklaşılıyordu.
Eylem Planı sorunları istihdam, sağlık, barınma, eğitim, dışlanma ve ayrımcılık gibi kategorik alanlar olarak ele almayıp, sektörler bazında çözüm perspektifleri sunmuyordu. Ek olarak, eylem planı uzun vadeli ve kapsamlı çözümlere odaklı bir çalışma perspektifinden yoksundu. Eylem Planı’nın hayata geçirilmesi için gerekli bir bütçe olmaması, yerellerde yürütülecek faaliyetler açısından ise önemli bir zafiyet oluşturuyordu. Yürütülecek faaliyetlerin koordinasyonu, Romanların çözüm çabaları ve alınacak kararlara katılımını sağlayacak mekanizmalar gibi diğer belirsizlikler, stratejinin somut çıktılar ve çözümler üretmesine yönelik önemli eksikliklerdi.
Bütün bunlar, Strateji belgesinin kağıt üzerinde kalmasına yol açan nedenlerin başında geliyordu. Oysa, Türkiye de dahil olmak üzere, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde Avrupa Birliği fonları ve uluslararası kuruluşların destekleriyle yürütülen projeler, somut çıktı ve çözümlere odaklanarak, yerellerde mikro düzeyde başarılı sonuçlar elde ediyor.
Çözüm odaklı adımlar atılmalı
Son yıllarda Romanların kültürüne, tarihine ve sosyal sorunlarına yönelik ilginin arttığına tanık oluyoruz. Ancak, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ve normlarla belirlenmiş, anayasa ve yasalarla güvence altına alınmış olan eğitim, barınma, istihdam, sağlık, sosyal güvence ve kamu hizmetlerine erişim gibi haklar konusundaki sorunların hemen hepsi hala çözüm bekliyor.
Cumhuriyetin 100. yılında, eşit yurttaşlık ilkesinin gereği olarak, Romanlar da diğer vatandaşlar gibi sosyal, ekonomik ve kültürel haklara sahip olmalı ve toplumsal yaşama eşit vatandaşlar olarak katılımlarının önündeki tüm sorunlar çözülmeli. Bu konuda devletin ve kamu kurumlarının atacağı adımlar son derece önem arz ediyor.
Bu bağlamda, hükümet ve merkezi idare, yerel yönetimlerin yetkilileri, kamu hizmeti sağlayan kurum yöneticileri ve siyasi partiler başta olmak üzere, ilgili tüm yetkililere Romanların talepleri ve beklentilerini bir kez daha hatırlatmak istiyorum:
- Romanlara yönelik nefret söylemleri, sosyal dışlama ve ayrımcı tutumların önlenmesine ilişkin yasal mevzuat oluşturulmalı ve bu tür vakaların önlenmesine yönelik var olan yasal yaptırımlar uygulanmalıdır.
- Eğitimden istihdama, sağlıktan barınmaya ve önyargılarla mücadeleye kadar yaşamın tüm alanlarını kapsayan Romanlara yönelik gerçekçi, bütüncül toplumsal içerme politikaları ve stratejileri geliştirilmelidir. Bu politikalar ve stratejiler eylem planları ve önlemlerle birlikte, gerekli bütçe ayrılarak hızla uygulamaya konulmalıdır.
- Romanlara yönelik sosyoekonomik destek paketleri oluşturulmalıdır.
- Başta eğitim, politika ve medya alanlarında olmak üzere, Romanlara ilişkin resmi anlatı ve söylemler demokratik toplum, insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri kapsamında; bu ilkeleri güçlendirecek şekilde pozitif bir çerçevede yansıtılmalıdır.
- Romanlara ilişkin her türlü destek programı, politika, strateji ve eylem planının hazırlanma, uygulanma, izlenme ve değerlendirilme süreçlerinde Romanların katılımı sağlanmalı ve görüşleri alınmalıdır.
- Ülkenin kültürünün bir parçası olan Roman kültürü konusunda farkındalığın ve görünürlüğün artırılması için çaba gösterilmelidir.
Son söz: Roman Soykırımı’nın kurbanlarının anılması
Yazımı bitirmeden önce, 2 Ağustos tarihinin Romanlar açısından önemine değinmek istiyorum. 2 Ağustos 1944 günü, 4.300’den fazla Roman ve Romanların bir alt grubunu oluşturan Sinti Naziler tarafından Auschwitz-Birkenau toplama kampındaki gaz odalarında katledildi. Dünyanın dört bir köşesindeki Romanlar, her yıl bu trajedinin yaşandığı tarihte bir araya gelerek, kurbanlarını anmaktadır.
Nazi rejimi tarafından gerçekleştirilen soykırım, yüzlerce yıldır Avrupa’da yaşamakta olan Romanların karşı karşıya kaldığı en büyük trajedi oldu. 1933-1945 yılları arasında 500 binden fazla Roman ve Sinti katledildi.
Roman Soykırımı, Avrupa’da yakın tarihe kadar resmen tanınmıyordu. II. Dünya Savaşı’ndan tam 37 yıl sonra, 1982 yılının mart ayında Alman Şansölyesi Helmut Schmidt, Sintiler ve Romanlara yönelik gerçekleşen Nazi soykırımını resmen tanıyan ilk politikacı oldu. Bu ilk adımın ardından, Avrupa’nın birçok ülkesinde Roman Soykırımı yaygın olarak anılmaya ve soykırım anıtları dikilmeye başlandı. Umut ediyoruz ki önümüzdeki dönem Türkiye’de de Roman Soykırımı’nın kurbanları ve mağdurları resmi törenlerle anılır.
Bu vesileyle, soykırım kurbanı ve mağduru Romanları saygıyla anarken, günümüzde Roman vatandaşlarına yönelik sürmekte olan ayrımcılıkla mücadelenin öneminin altını bir kez daha çizmek istiyorum.
Elmas Arus
* Sıfır Ayrımcılık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı ve Sosyal Demokrasi Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi
**Romanlar, bahsi geçen diğer Çingene etnik gruplarından biri olmakla birlikte, Türkiye ve Avrupa’nın birçok ülkesinde tüm Çingene etnik gruplarını kapsayan bir şemsiye terim olarak kullanılıyor. Bu yaygın kullanımı nedeniyle biz de yazımızda, ‘Romanlar’ terimini bahsi geçen diğer etnik grupları da kapsayan bir terim olarak kullanıyoruz.
(Gazete Duvar)