Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin (DSİP) düzenlediği, Marksizm 2021 toplantıları devam ediyor. 29 Mayıs'ın ilk toplantısında “Milliyetçilik: Cumhuriyet tarihinde yeri” konusu tartışıldı. Konuşmacılar, DSİP’ten Roni Margulies ve bilim yazarı Tuna Emren’di.
Tuna Emren konuşmasında şunları söyledi:
Millet denilen yapının en önemli işlevi, devlet yapısındaki politik aktörlerin yaptıklarını meşrulaştırmaktır. Milliyetçi söylemler, söyleneni o milletin tamamına vakfediyor neticede. Bu açıdan bakınca, bunun aslında otoriterleşmeye giden yolun taşlarını döşediğini de görebiliyoruz.
Hepimizin çok iyi bildiği gibi, Türk ulus-devleti, Osmanlı’nın üzerine inşa edildi. Yani bir ulus yoktu ortada henüz. Yaratılmak isteniyordu. Ama ulus yaratmak demek, mülkiyet ilişkilerini bu ulusun etrafında yeniden şekillendirmek demek.
Bu iktidar ve mülkiyet ilişkilerini tesis edenin de burjuvazi olduğunu görüyoruz. Özünde bir burjuva devrimiydi bu. “Türk burjuva ulus-devleti” diyebileceğimiz bir yapıydı kurulan ve kuruluş ideolojisi de, o günden bugüne devletin resmi ideolojisi olarak kabul edilmiş olan Kemalizm’dir.
Bu ideoloji, ulusal çıkarları her şeyin üstünde tutuyor. Görünürde “imtiyazsız, sınıfsız” bir ulus var, ama bu bir ulus nihayetinde. Dolayısıyla sadece Türk olanların çıkarlarından bahsedilebilir burada ancak. Zaten “Türk olmanın mutluluğu” gibi söylemler de üretilmiştir. Böylesi bir söylem ürettiğinizde; bu şu anlama gelir. Türk olmayan herkes artık öteki. Ermeniler de ötekidir, Kürtler de ötekidir.
O zaman, nasıl oluyor da böyle bir tablo, solda kendine alıcı bulabiliyor?
Anti-emperyalizm dediğimiz şey; “diğer ulus-devletler ile bir fetih savaşı içine girmeye karşıyız” anlamına geliyor. Neden karşıyız? Çünkü her ulus-devletin kendi sınırlarına saygı duyuyoruz. Şöyle de söyleyebiliriz: Biz aslında her ulus-devletin kendi sınırları içinde kalması gerektiğini düşünüyor, bunu savunuyoruz.
Bu bağlamda; Türk ulus-devleti de anti-emperyalist bir devlet. Aynı zamanda kapitalist bir devlet. Ve bu durum, işçi mücadelesini bastırmayı, sosyalist muhalefeti bastırmayı, Türk ve Müslüman olmayanları Türkleştirmeyi ya da mülksüzleştirip kovmayı da gerektirmiştir her zaman.
Sadece ülkenin değil; sermayenin de temel çıkarları söz konusu burada. Haliyle yalnızca ülkenin değil, sermayenin (yani piyasanın da) sınırları baştan çizilmiş. Türklere ait bu piyasa. Gerçek sahipleri kimse, sermaye de onların eline geçmeli.
Bu, 19. Yüzyıl Avrupa’sının burjuva devrimlerinin temel özelliği zaten.
Millilik vurgusu, dil birliği, ortak ve şanlı bir tarih. Ulusla birlikte ulusal bir ekonomi yaratılıyor. Olur da bu süreçte, sınıfsal ya da kültürel nedenlerle muhalefet edecek, direnecek gruplar çıkarsa, onlar da silah zoruyla bastırılıyor, siyaset dışına itiliyor ya da topraklardan kovuluyorlar.
Böyle bir süreci “bağımsızlık mücadelesi” olarak okuyabilirsiniz, fakat “burjuva ulus-devletinin kuruluşu” olarak da okuyabilirsiniz. Her iki durumda da belli bir egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir ideoloji var burada. Böyle bir ideolojiyi “sol” olarak tanımlamak nasıl mümkün olabilir.
Bu anlayışta şöyle bir sorun var; emperyalizmin kapitalizm ile yani sınıf sömürüsü ile ilişkisini dışarıda bırakıyor. Çünkü sadece güçlü ülkeler ve güçsüz ülkeler ayrımı yapıyor. Ancak gerçekte durum böyle değil. Biz kapitalizmle ilişkisi kurulamamış bir anti-emperyalizm görüyoruz burada. Kapitalizm ile ilişkisi yokmuş gibi bakıldığı için de haliyle, yabancı düşmanlığı düzeyinde kalıyor.
İşte anti-emperyalizmin milliyetçiliğe kucak açtığı yer tam da burası: Yani Dünyaya “ulusal gözlüklerle” bakması. Kemalizm’in ve ondan türemiş olan Türk solunun milliyetçi bir anti-emperyalizmden ibaret olduğunu görüyoruz. Oysa “işçinin vatanı yoktur” der Marx.
Irkçılık, basitçe ifade edersek, kapitalizmin bir uzantısı aslında. Irk diye bir şey yok; bilimsel anlamda ırk diye bir şey yok. Irk, uydurulmuş bir kavram. Irk, biyolojik bir kavram değildir. İnsanları dış görünüşlerine göre ırklara ayırıyor olmamız çok büyük bir yanılgı.
Bilimsel araştırmalar, hiçbir ırk içinde tüm bireylerde ortak olan ve onları diğer insanlardan ayıran tek bir genin bulunmadığını gösterdi. Aksine DNA araştırmaları gösteriyor ki; bazı özel durumlar haricinde, tüm insanlar genetik olarak aynı özelliklere sahip. Hatta evrimsel açıdan bakıldığında hepimiz Afrikalıyız.
Fakat 18. ve 19. Yüzyıllarda ırkçılık düşüncesi rağbet gördü ve bunun baskın nedeni de ekonomiydi. Çünkü Avrupa’daki ekonomik büyümenin ardındaki başlıca unsurlardan biri, Afrika’dan gelen siyahları kapsayan bir köle ticaretine girişilmiş olmasıydı.
Köle ticareti desteklendi ve Afrikalılar’ın beyaz ırka hizmet etmek için doğduğuna inanılmaya başlandı. Böylece ten rengi, ırksal farkların en belirgin göstergesi sayıldı. Ardından ırkları biyolojik olarak sınıflandırmaya adandılar ve neticede öjenik (insan ırkının genetik ıslahı) ve arî ırk gibi kavramlar doğdu, beraberinde Sosyal Darwinizm yükselişe geçti. Sonuç olarak, Beyaz ırk, doğal nizamın üstün ırkı sayıldı.
Artık eminiz ki ten renginin ırkla değil, güneşin morötesi ışınlarına ne derece maruz kaldığımızla ilgisi var. Bu değişim genlerimize işliyor, sonraki nesillere de aktarılıyor.
Burun şeklinin de ırksal bir varyasyon olduğu öne sürülüyor ama tek bir ırk olarak görülen Asya’da bile doğuyla batı arasında çok büyük farklar mevcuttur. Diğer taraftan, Almanların burun şekli, kendileriyle aynı ırktan sayılan Norveçlilerinkine değil, Araplarınkine benzer. Sonuç olarak, ırkçılığın, bu ticareti meşrulaştırmanın bir yolu olarak sunulduğunu biliyoruz. Irk diye bir şey yok ama ırkçılık diye bir şey var.
İşte biz sınıf içi bölünmelerle mücadele etmez, sınıf hareketini güçlendirmezsek, bizden olmayanı düşmanlaştırmayı, göçmenleri kendi ulus-devletine geri göndermeyi, Avrupa’da İslamofobiyi normalleştirmeye başlayanlara engel olabilecek bir güç de yaratamayız.
Milliyetçilik, ırkçılık, milletin ve ırkın üstünlüğü iddiaları elbette Türk ulus-devletine özgü iddialar değil. İslamofobi bunun en çarpıcı örneklerinden zaten. Avrupa’da hakim olan bir tutum bu. Fakat tuhaf olan, yaklaşık 100 yıl önce, sadece kuruluş amaçları için gerekli olan böyle bir ideolojinin, bugün hâlâ aynı tutkuyla dayatılıyor ve savunuluyor olması.
Marx ve Engels, sınıfların, üretimin gelişimindeki belirli bir aşamada ortaya çıktığını gösterir. Haliyle ortada bir sınıf mücadelesi vardır. Bu sınıf mücadelesinin nihayetinde işçi sınıfının iktidarıyla sonlanacağını söyler Marksizm. İşçi sınıfının kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldıracak toplumsal bir sınıf olduğunu anlamamıza yardımcı olur.
Sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte devletin de sönümleneceğini söyler. Sınıfların ortadan kalkması demek, üretimdeki anarşiye son vermek demek aynı zamanda. Ve böylece devlet denilen otoriteye de ihtiyaç kalmıyor. Devlet adlı bu siyasi yapı, bu aygıt, bilhassa sınıflar arası çatışmalara müdahale etmesi gerektiğinde, her zaman egemen sınıf lehine çözüm geliştiriyor zaten.
Devlet, sömürü sisteminin devam etmesini sağlayan, buna hizmet eden bir yapıdır özünde. “Gerçek anlamda özgür ve eşitlikçi bir toplum” fikriyle uyuşabilecek bir yapı değil bu. Özgür ve eşitlikçi bir uygarlık hedefimiz varsa, sınıfsız toplumdur, bunu yaratabilecek olan. Kapitalist devlet ise sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlar, aynı zamanda bu yapıyı hem işçi sınıfına hem de kapitalistlere karşı korur.
Bu haliyle, devletin yapısı özerk bir görünüme sahipmiş gibi duruyor ama devletin bu özerk görünümünün ardında burjuva sınıfının çıkarlarının korunması yatıyor. Ve toplumun büyük çoğunluğunu baskı altında tutuyor bu amaç uğruna.
Örneğin gösteri, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar, böylesi bir burjuva toplumunda çeşitli biçimlerde güvence altına alınır alınmasına ama bu hakların kullanılması “kamu düzeni”yle sınırlanır. Kamu düzeni denilen şey aslında burjuvazinin güvenliğini ifade eden bir kavram.
Örneğin Lenin, burjuva demokrasisini “çoğunluğun azınlığı baskı altına aldığı bir diktatörlük” şekli olarak tarif ediyordu. Çünkü en demokratik haliyle bile, sıradan insanların payına düşen şey, ücretli kölelikten ibaret. Bu bağlamda; devletin özerk görünümünün yanıltıcı olduğunu da görüyoruz. Marx ve Engels işçi sınıfının enternasyonalist olduğunu gördüler. İşçi sınıfı, ulus devletin çıkarlarını savunmaz. İşçi sınıfının nihaî hedefi, devletin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır zaten.
Sosyalizm egemen sınıfın yerli veya yabancı olmasıyla değil, burjuvazi mi proletarya mı olduğuyla ilgilenir. Kaldı ki emperyalizm denilen şey de sadece silahlı işgal ordularından ibaret değil. Ordular işgal ettikleri ülkelerden çıkıp gittiklerinde emperyalizm sonlanmaz. Çünkü üretim küresel. Dolayısıyla emperyalizm de küresel. Öyleyse emperyalizmin, tek bir ülkenin sınırları içinde alt edilebileceğini savunmak da çözümün sınıfsal olduğunu görememekten kaynaklanan bir hata olsa gerek. Ulusal çözüm diye bir şey, ulusal birlik diye bir şey yoktur. Sorun küresel ise çözüm de enternasyonal olmalı. Bunun aksi de değirmenlerle savaşmak oluyor.
Günümüzde emperyalizm, aynı zamanda kapitalizmin küresel örgütlenme biçimidir. Sonuçta, Yabancı kapitale karşı olmak, yani anti-emperyalist solculuk, yerli kapitalist devletin desteklenmesiyle sonuçlanıyor. Bu, kılık değiştirmiş milliyetçiliktir işte, salt milliyetçiliktir, salt ulus-devletçiliktir.
Sosyalizm böyle bir şey değil. Sosyalizm, işçi sınıfının çıkarları, bugünü ve yarınıyla ilgilidir. Bu ilgi, egemen sınıfların çizdiği milli sınırları tanımaz. Sosyalistler, örneğin Kürt işçilerin baskı görmesine katkıda bulunan veya kayıtsız kalan bir Türk işçi sınıfının, kendi özgürlüğünü de hiçbir zaman kazanamayacağını söyler.
Roni Margulies konuşmasında özetle şunları söyledi:
Milliyetçilik ile Türkiye solu arasındaki ilişkiden söz edeceğim. Olması gereken solun milliyetçilikle ilgisi yoktur, şeklinde olmalıydı, ama böyle değil. Tuna’nın da anlattığı gibi, milliyetçilik, 19. Yy.da ulus devletlerin oluşturulması sürecinde burjuvazinin ideolojisidir. Kapitalistlerin bir ideolojisi olan milliyetçilik işçi sınıfının ideolojisini savunanlar tarafından hiçbir zaman savunulamaz.
Türkiye’de milliyetçilik Kemalizm olarak formüle edilir ve Türk devletinin resmi ideolojisidir. Sosyalistlerin egemen sınıfın bu kurucu ideoloji ile hiçbir ilişkisi olmaması gerekir, ama var.
Birincisi ulusalcılık kelimesi dünyada hiçbir dilde yok. Ulusalcılık aslında milliyetçilik kelimesinin öz Türkçesidir. Türkiye’de bazı solcular, sağcıların kullandığı milliyetçi kelimesini kullanmamak, diğer sağcılarla karıştırılmamak için böyle bir kelime kullanıyor. Başka ülkelerde solcular kendilerine milliyetçi demedikleri için bu kelimeye ek bir kelime uydurmamışlar.
Solcu milliyetçi akımın Kadro ve Yön diye önemli dergileri var. Türk Solu dergisi var. Doğan Avcıoğlu Yön dergisinde şöyle yazar: Türk ordusu batıdaki gibi kiralanmış askerlerden oluşmaz, halkın ordusudur, ilericiliği buradan gelir.
Yine aynı akım içindeki Mihri Belli 1968 yılında şöyle der: Kemalizm ile sol arasında aşılmaz bir duvar yoktur. Tutarlı bir Türk milliyetçisi yurtseverliğine gölge düşürmek istemiyorsa, er geç Marksizm’i benimsemek zorundadır.
Mihri Belli 1968 hareketi içinde, herkesin eski tüfek dediği, saygı duyduğu, ilk komünistlerden bir isim. Türk Solu dergisinde önemli yazılar yazıyor. Öteki ülkelerde görülen halkçı hareketlerin ordu tarafından bastırılması geleneği bizde yoktur, yani bizler antimilitarist değil ordu taraftarı olmalıyız diyor.
Türkiye solunda böyle bir gelenek var. Sorunun çözümünü milli sınırlar içinde, milli hareket ile gören, işçi sınıfını değil orduyu dahil eden, özüne milliyetçilik sirayet etmiş bir sol hareket söz konusu. Bu düşünce Türkiye solunun önemli bir kesimini etkilemiş durumda.