Prof. Dr. Bekir Berat Özipek’e Türkiye'deki mültecilerin içinde bulunduğu koşulları sorduk.
Pandemi sürecinde mülteciler, Suriyeliler neler yaşadı?
Virüs ani bir şekilde hayatı teslim aldığında, işini ilk kaybedenler onlar oldu. Üstelik vatandaşların sahip oldukları pek çok imkândan, örneğin nakit desteğinden yararlanamadılar. Oysa onların da büyük ve küçük işyerleri, ödenmeyi bekleyen elektrik faturaları vardı ve hala da var.
Pandemi, vatandaş olan olmayan ayrımı yapmıyor; ona karşı geliştirilecek önlemler de yapmamalı. Sağlıklı ve kuşatıcı bir çözüm için, nakit desteğinden aşıya, sınırlarımız içindeki herkesi kuşatacak bir perspektiften bakmak gerek. Bunun için Dünya Sağlık Örgütü, uluslararası toplum ve kurumlardan destek alınmalı; sivil toplumun sığınmacılarla dayanışmaya hazır kesimlerinin yardımlarının, Avrupa Birliği tarafından finanse edilen Kızılaykart’ın kapsamı genişletilerek sığınmacılara ulaşması sağlanmalı.
Geçici kimlik kartı olmadığı için HES Kodu alamayan sığınmacılar ve göçmenler için ayrı bir uygulama yapılmalı. HES Kodu alamadığı için belediye otobüslerine binemeyen Afganistanlı, Suriyeli ve Doğu Türkistanlı insanlar yaşıyor İstanbul’da ve hiç değilse bu sorunu çözmek onların genel statü meselelerine bağlanmamalı.
Mültecilerin temel talepleri, kısa ve uzun vadede nelerdir?
İlk ve en önemli talep ayrımcılığın önlenmesi. Bu esas olarak devletin ve hükümetin sorumluluğu. Ak Parti Hükümeti, bu konuda uzun zaman dünyaya da insanlık dersi verecek bir yaklaşımın temsilcisi oldu. Ancak yıllar içinde çeşitli odakların sistematik dezenformasyonuna karşı bir mücadele ortaya koyamadı ve son yıllarda göçmen karşıtı önyargının kendi tabanına doğru yayılmasını engelleyemediği için art arda yanlışlar yapmaya başladı.
İkinci en önemli sorun veya talep, sığınmacıları şeytanlaştıran zehirli propagandaya son verilmesi, ki bu da esas olarak muhalefetin sorumluluğu. Özellikle CHP ve İYİ Parti’nin sığınmacıları hedef alan ayrımcı ve ırkçı dili terk etmesi ve yaydıkları enfeksiyonu giderici bir program uygulaması gerek. Çünkü geldiğimiz aşamada artık nefret temelli cinayetler işleyenler var. Sergileyegeldikleri Suriyelileri hedef gösteren zehirli dil ve pratikler, Batıdaki ırkçı, yabancı düşmanı ve neo-nazi partilerinkiyle kıyaslanabilecek ölçüde kötülüğün alenileşmesini ifade ediyor, bazen onlarınkinden bile daha kötü olabiliyor.
Üçüncüsü, kayıp kuşak sorununu görmek ve bunu hep beraber engellemeye çalışmak olmalı. Suriyelilerin ne kadarı Türkiye’de kalır, ne kadarı Batı’ya veya Suriye’de kendi halkının yarısını ülke içinde yerinden eden rejim sona erdiğinde oraya döner. Bugünden kestirmek mümkün olmayabilir; ancak kalacak veya gidecek olanların tamamını “yaralı bilinç” halinden korumak ve onlar için güvenli bir gelecek inşa etmek mümkün ve yapılması gereken bu olmalı. Bu sanıldığı ölçüde zor değil: İnsanca muamele ve ayrımcılıkla mücadele ile özellikle çocukların eğitim ve sağlık gibi sorunlarına duyarlı bir kamu politikası, sıkıntıları büyük ölçüde azaltır.
Mültecilere vatandaşlık verilmesi konusuna nasıl yaklaşıyorsunuz?
Olumlu yaklaşıyorum. Suriye hep böyle kalmayacak. Gelenlerin bir kısmı oraya dönmeyi, bir kısmı imkân olursa Batılı ülkelere göç etmeyi tercih edecek. Ama çoğu burada kalmayı tercih edecek. Dört milyonun belki 2’si, 3’ü. Ama tamamı bile kalsa, bu da kötü bir şey değil. Bu hem göçmenler hem de bizler için değeri bugün yeterince anlaşılmayan çok önemli bir kazanım anlamına geliyor.
Sadece ahlaki temelden hareketle değil, aslolan o tabii, ama etik gerekçelerle ilgilenmeyenler için konuşacak olursak, ülkenin ekonomik, kültürel ve siyasi faydası da böyle bakmayı gerektiriyor. Çift dilli ve çifte vatandaşlık statüsüne sahip küçük bir nüfusun 80 milyona eklenmesi, Türkiye için insani, kültürel ve ekonomik bakımdan zenginleşme anlamına geliyor. Sonuçta tümü vatandaş olacak olsa, Türkiye’nin bir şehri kadar nüfustan söz ediyoruz; ama yarının Suriye’sinde onlar nüfusun dörtte biri olacak. İki etki arasındaki farkı izah etmeye gerek var mı?
Öte yandan Türkiye, vatandaşları arasında etnik köken ayrımı yapmama iddiasındaki bir ülke. Şimdiye kadarki göçlerden, kendilerine vatandaşlık verilen Balkan, Kafkas veya Doğu Türkistan göçmenlerinden farklı olarak Suriyelilerin dışta tutulmasının toplumsal barış açısından maliyeti büyük olur. Sadece Arap vatandaşlar değil, diğer etnik kökenlerden insanlar da yaşadıkları ülkeyle ilgili bir aidiyet sorgulaması içine girer.
Hali hazırda geniş toplumla uyum içinde kendi ekmeğini kazanan insanlardan söz ediyoruz; özellikle burada doğan, gözünü Türkiye’de açan çocuklardan başlayarak kuşatıcı ve kapsayıcı bir perspektifle, onların bu ülkenin bir parçası olduğu bilinciyle hareket edilmeli. Bürokraside bu ufku görmek güç; onların meseleyi dar bir güvenlik perspektifine indirgeyen ve milliyetçi tepkisellikle malul telkinleriyle hareket etmemek gerek. Siyaset kurumu, ülkeyi yönetenler, onların dar görüşlülüğüne teslim olmadan bu konuda ülkenin tarihinin ve geleneğinin işaret ettiği kadim bilgeliğin yolundan sapmamalı.
Teşekkür ederiz.