1964 Rum sürgünü: Yine bir ‘milli’ dava

16.03.2021 - 15:56
Haberi paylaş

Rum vatandaşların, mübadele, 1919 Pontus katliamları, çeşitli yangınlar, varlık vergisi, 6-7 Eylül pogromuna kadar pek çok kez saldırıya uğradığını biliyoruz. Bunların bir kısmı Varlık Vergisi gibi, bizzat açık açık devlet eliyle gerçekleştirilmiş, bir kısmı da devletin müdahale etmediği ya da “bilmediği” bir şekilde gerçekleşmiştir. 1964 yılında 16 Mart’ta alınan karar ile Rumların İstanbul’dan sürgün edilmesi de yine bizzat devlet eliyle örgütlenmiş bir eziyettir.

Devlet eliyle yapılan diğer bütün hak gasplarında olduğu gibi, 1964 sürgünü için de bazı temel adımlar atılarak bu mesele “meşrulaştırılmıştır”. 

16 Mart 1964’te ne oldu?

16 Mart 1964 günü nasıl bir karar alındı? Yunanistan ve Türkiye arasında 1930 yılında imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşmasını Türkiye tek taraflı olarak feshetti. 

Yine aynı iki devlet arasında 1923‘te Lozan’da imzalanan bir başka sözleşme daha var: “Türk ve Rum Halklarının Mübadelesi Sözleşmesi.” Bu mübadele anlaşması, Rum Ortodoks Türkiye vatandaşlarının Yunanistan’a zorunlu göçünü, Yunanistan’da yaşayan Müslüman Yunanistan vatandaşlarının ise Türkiye’ye zorunlu göçünü düzenleniyordu. Bu mübadele anlaşmasına göre 1,7 milyon insan kendilerine sorulmadan hiç tanımadıkları yerlere, hiç bilmedikleri şehirlere göç ettirildiler. 

İşte bu mübadele sözleşmesinde istisnai bir durum vardı: Mübadele, 1918’den öncesinden itibaren İstanbul’da oturan Rumları ve Batı Trakya’da oturan Müslümanları kapsamayacaktı. İstanbul’da kalan Rumlar binlerce yıldır İstanbullu olmasına rağmen, Yunan uyruklu olarak, 1930 yılında yapılan anlaşma uyarınca, İstanbul’da ikamet etmiş, çalışmış, yaşamışlardır. Bu karşılıklı anlaşmanın 16 Mart 1964’te tek taraflı olarak feshedilmesi ile yıllar ve kuşaklar boyu İstanbullu olan 12 bin 724 Rum ikametleri yenilenmeyerek sınır dışı edildiler. Bu sürgün kararı sadece Yunanistan uyruklu Rumları etkilemekle kalmadı, Türkiye vatandaşı olan akrabalarını, eşlerini ve çocuklarını da etkiledi, 30 bin insan sürgüne gönderildi. 

Giderken...

1930 tarihli anlaşma ile İstanbul Rumlarının ikamet etme, gayrimenkul alma, satma gibi hakları vardı. Ancak sürgüne gönderilirken bırakın evlerini, birikimlerini yanlarına almayı sadece 20 kiloyu aşmayan bir bavul ve 200 lirayı geçmeyen bir parayla sınır dışı edildiler. Bankadan işlem yapmalarına engel olundu, bankadaki paraları bloke edildi. Rumlara ait 2902 adet gayrimenkule el konuldu. Bu gayrimenkuller işlerini yaptıkları dükkanları, oturdukları ev gibi sıradan ihtiyaçlarını giderdikleri mallardı. Hatta gelecekte vergi ödememeleri ihtimaline karşılık mobilyaları haczedildi. 

“Meşru zemin”

16 Mart günü alınan kararla 30 bin insanın hayatı kökten değiştirildi. Kimsenin gıkı çıkmadığı gibi, ateşe çok önceden odun taşınmaya başlanmıştı bile. 1964 kararı da ülkenin kuruluşundan beri sistematik bir şekilde gerçekleştirilen Türkleştirme politikalarının bir parçasıydı. 

Sık sık karşımıza çıkarılan Kıbrıs’taki olaylar ve ülkemizin düşmanları kozu yine İstanbul’da yaşayan Rumları hedef tahtasına oturttu. Tabi ki Kıbrıs’ta gerginlikler olmasaydı Rumlar da sürülmeyecekti demek çok yanlış olur. 1964 Rum sürgününü sadece Kıbrıs ve dış politika kozu üzerinden okursak Cumhuriyetin kuruluş aşamasından beri yapılan hak ihlallerini açıklamakta zorlanırız. 

Örneğin 1925 yılında kilise nikahının yasaklanmasını açıklayamayız. 1934’te çıkan soyadı kanunu ile yabancı ırk ve milletlerden isimlerin kullanılması yasağını açıklayamayız. Varlık vergisi ile eşitlik ilkesinin ihlal edilmesini açıklayamayız. Bu yasaların ve yasakların yanı sıra 1930’larda, 1960’larda yaygın olan “Vatandaş Türkçe konuş”, “Türk malı kullan” gibi kampanyaları açıklayamayız. Bu liste bu şekilde uzayıp gidiyor maalesef. Tabi ki Kıbrıs meselesi çok etkili oldu bu karar için. Ama çıkarılması için değil, kararın sorgulanmaması, meşrulaştırılması açısından çok etkili oldu. 16 Mart öncesinde, başta Hürriyet, Tercüman, Son Havadis, Ulus, Cumhuriyet gibi gazetelerde çıkan haberlerin zeminini oluşturması açısından etkili oldu. 

Örneğin Son Havadis gazetesi yazarı Mümtaz Faik Fenik berber, pastacı, terzi gibi meslekleri olan İstanbullu Rumlar için şunları söylüyordu: “Bunlar 1930 tarihli anlaşmanın kolaylıklarından, bizlerin müsamahasından, ilgililerin dalgınlığından faydalanarak yıllar boyu İstanbul piyasasında hüküm sürmüş, kanımızı emmiş, öyle gelişmiş birtakım mahluklardır...” Öfkesini kusmakta hiç çekinmemiş Mümtaz Fenik.

Ama sadece gazeteler değildi öfke kusanlar, örneğin İstanbul İl Meclisi Başkanlık Divanı’na 1964 Ocak ayında, İstanbul’daki Rumca ad taşıyan semtlerin Türkçeleştirilmesi için bir önerge verildi. Öneri benimsendi ve Galata’nın adı Karaköy, Samatya’nın adı Kocamustafapaşa oldu. Adalardaki sokak isimleri değiştirildi, Türkleştirildi. Sokak, mahalle isimlerinin dışında şirket isimlerinin de Türkçe olması şartı getirildi. İsimlerini değiştirmeyen şirketlerin ruhsatlarının yenilenmeyeceği duyuruldu. 

Aynı zamanda Fener Rum Patrikhanesi de çok uzun zamandır baskı altındaydı. Lozan’da, Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasının ancak siyasetle ilgilenmemesi koşulu ile mümkün olabileceğini dile getiren Türkiye, her Kıbrıs krizi çıktığında Patrikhane’den siyasi beyan istiyordu. 

Bunlar 16 Mart sözleşmenin feshinin açıklanmasından hemen önce gerçekleşenlerdi. Tabi ki hiçbir şey lafta kalmıyor başka adımlar da atılıyordu. Rum esnafın mallarının boykot edilmesi kampanyası başlatıldı. Fesih kararıyla aynı gün Büyük Millet Meclisi, Hükümete Kıbrıs’a müdahale yetkisi verdi. 

Yine “dış güçler devreye girmişti”, yine “devletimizin ve milletimizin bekasını tehdit edenler” vardı. 16 Mart’ın hemen ardından sınır dışı edileceklerin listeleri yayınlanmaya başladı ve 2-10 gün içinde Türkiye’yi terk etmeleri söylendi. Şubeye götürülüp ne olduğunu okumalarına izin verilmeyen bir kâğıt imzalamak zorunda kaldılar. Bu imzaladıkları belge ile kendilerine yöneltilen suçları kabul etmek zorunda kalıyorlardı. Yasaları çiğnediklerini, Türkiye aleyhine faaliyette bulunduklarını, Kıbrıs’taki Yunanlı teröristlere para gönderdiklerini ve Türkiye’yi kendi hür iradeleriyle terk ettiklerini kabul ediyorlardı. 

Pek çok abuk sabuk ya da yalan bahaneyle 12 bin insan yerlerinden edildi. Gün be gün sınır dışı kararı alınanların isim listeleri gazetelerde yayınlanıyordu. Sınır dışı edilmenin sebeplerinden bir tanesi de yalnızca Türklerin yapabileceği işlerde çalışmaktı. 375 kişiye sadece Türklerin yapabileceği işleri yaptıkları için sınır dışı edileceği, işlerini tasfiye etmeleri gerektiği uyarısı yapıldı. Bu 375 kişinin 108’i marangozdu, 65’i kunduracı, 10’u rahibeydi. Yapmaları yasak olan işler bu şekilde devam ediyordu; berberlik, ebelik, garsonluk... 

Şimdi

Sürgün edilenlerin, geride kalanların neler yaşadığını, ailelerin nasıl dağıldığını, kaç kişinin intihar ettiğini ve gidenlerin neler yaşadığını, yaşanan tüm acıları bu satırlara sığdırmak maalesef mümkün değil. Bu eziyetleri çekmek zorunda kalan insanların acılarını dindirmemiz de mümkün değil. Ama görüyoruz itibarsızlaştırma, yalan haber yayma, hedef gösterme çabaları, ‘milli bütünlüğümüze engel olma’ bahaneleri hiç eskimiyor. Her gün başka bir kimliğe, her an başka bir hakkımıza saldırının bahanesi olarak kullanılıyor. Bütün bu bahanelerin hala eskimemesinin sebebi geçmişle yüzleşememek, özür dilememek. O halde bu saldırıları durdurmak da bizim elimizde: Geçmişle yüzleşerek, özür dileyerek.

Özden Dönmez

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol